Demokrasi ve Şura

Ümit Aktaş’ın Independent Türkçe’de yayınlanan demokrasi ve toplumculuk meselelerine ilişkin kıymetli yazısını paylaşıyoruz. 
 
ÜMİT AKTAŞ
 
Japon düşünür Kojin Karatani, belki de Batı dışı bir dünyaya ait oluşunun sağladığı dikkatle, demokrasinin ve dolayısıyla da Atina felsefesinin, İyonya düşüncesinin ve burada uygulanan eşitlikçi yönetimin üstünü örttüğünü savunur, son çevrilen kitabı “İzonomi”de.
 
Aslına bakılırsa “izonomi”, hükmedilmeksizin yönetilme anlamıyla anarşizme, eşitlikçiliğiyle sosyalizme, özgürlükçülüğüyle ise liberalizme yakın bir yönetim, daha doğrusu eşitlikçi bir toplumsal yaşama biçimidir.

Dikkat edileceği gibi, bu toplumsal yaşama modelinin adı bile, “arşi” ya da “krasi” gibi tahakküm içeren ekleri barındırmaz. 

İyonya, yani Ege şehirleri tüccarlar ve üreticilerden oluşurken, toplumun özeni, iktisadi ve siyasi eşitsizliklerin oluşmamasına dayanmaktaydı.

Dolayısıyla bu şehirlerde ne zengin bir sınıf, ne de köleler vardı. Hatta soylulara ve ruhbanlara da yer yoktu buralarda.

Yöneticiler kura ile seçilirken, yasalar şehirlilerin tamamının katılımıyla yapılır ve uygulaması birlikte denetlenirdi.

Ne var ki İyonya şehirleri, özgürlük ve eşitliğe olan aşırı hassasiyetlerinin kurbanı olacaklardır. Perslerin saldırısına karşı korunmak için, Tales tarafından tavsiye edilen İyonya birliğini (federalizmi) bile gerçekleştiremeyecekler ve bu saldırı karşısında direnemeyerek, Perslerin egemenliği altına gireceklerdir.  

Buna karşı Atina’da ise sistem, şehri yöneten azınlığın köle emeğinden elde ettikleri gelirler ve yabancı tüccarlardan alınan vergilerle ayakta durmaktaydı.

Son dönem İyonya düşünürlerinden olan Anaxagoras, Atina’ya gelerek, buradaki sistemin kurucusu olan Perikles’e izonomiyi tavsiye etmişse de, Atina’nın kadınları ve yabancıları dışlayan köleci sistemi, eşitlikçiliğin bu düzeyini benimsemediği için, en yakın model olan demokrasiyi uygulayabilmiştir.

Dolayısıyla buradaki demokrasi, aynı zamanda izonominin de üstünü örten ve onu unutturan bir yönetim biçimidir.

Kaldı ki Anaxagoras’ın kabul edilemezliği sadece siyasal tavsiyesi nedeniyle değildir. Aynı zamanda felsefesi de (İyonya felsefesi), Atinalılar gibi doğal olayların hurafelerle izah edildiği mitolojik bir çoktanrıcılığa dayanmamaktadır.

Sözgelimi ona göre güneş ve yıldızlar tanrılar değil, sadece yanmakta olan taşlardı. Aynı zamanda o, tüm kâinatı evrensel bir ilke (nous) ile açıklamaktaydı.

Anaxagoras, tüm bu “ayrıksı”, özünde ise köleciliğe ve akıldışılığa karşı düşüncelerinden ötürü suçlanarak ölüme mahkûm edilecek, ama dostu Perikles tarafından kaçması sağlanarak, Sokrat’ın akıbetine uğramaktan kurtulacaktı.

Atina demokrasisinin izonominin üstünü örtmesi gibi, İslam dünyasında Muaviye tarafından kotarılan ve egemeni (kendisini) “Allah’ın halifesi” olarak tanımlayan “hilafet” iktidarı da, “şura”nın (şuraya dayanan yönetimin) üstünü örtmüştür.

Öyle ki, bize “cennetle müjdelenenler” olarak tanıtılan sahabelerin gerçekte Peygamber (as)’in şurası olduğunu ancak Marxist Hikmet Kıvılcımlı’nın dikkati sayesinde öğrenebilecektik.

Bu tür bir unutturma sürecine tâbi tutulmasaydık, “raina” (bizi güt) yerine “unzurna” denilmesine yönelik tavsiyenin (Bakara, 104), bir “günah keçisi”ne dönüştürülen Yahudilerin “dil oyunu”na matuf olmaktan ziyade, Peygamber ile müminler toplumunun ilişkisinin meselelerinin birlikte münazara edilmesine (istişareye) matuf olduğunun üzerinde de daha derinlikli tefekkürler geliştirebilecektik.

Gerçi buna dair düşünsel ve siyasal izlekler, Ömer bin Abdülaziz’in “şura sistemi” veya Ebu Hanife’nin “içtihatlar şurası” kavramları ve girişimleriyle bağımsız bir mecraya dönüştürülmeye çalışılmıştır.

Ama ne yazık ki hilafete dair söylemler ve Emeviler tarafından tarihin bu yönde bükülmesinin zorbalığı, Medine’de gerçekleştirilmiş olan toplumsal dirliğin üstünü örtmüştür.

Dolayısıyla bu “mecra”, genişletilmesi şöyle dursun, daraldıkça daralmış ve Muaviye’nin Sasani-Bizans sentezini esas alan hilafetçiliğinin baskısı altındaki toplumlar ise, allâmeler tarafından Platonik siyasal ütopyaların hayaliyle avutulmuşlardır.

Buna dair bir dikkatin zuhuru ise, pek tabii olarak, klişelere gömülmüş verili aklın cehdiyle değil, İslam dünyasının içine gömüldüğü düşünsel sefaleti açığa çıkaran sömürgeci aklın zorbalığıyla sökün edecektir.

“Akıl”, özünde verili bir anlama biçimidir elbette. Verili olanı aşmak ve yeni ufukların ve anlamların farkına varmak içinse daha farklı ve derinleştirilmiş bir tefekküre ihtiyaç bulunmaktadır. Yani, verili aklın sınırlarını aşan bir düşünümsel derinliğe. 

Sömürgeci aklın zorbalığı bir yana, Batı dünyasının kimi düşünürleri, düşünsel derinleşmeleri adeta İslam dünyasının tıkandığı noktalardan itibaren sürdürerek, bilim kadar siyasette de toplumların üzerindeki baskılamaları kaldıracak girişimlerde bulunmuşlardır.

Buna matuf olarak ortaya konulan demokratik girişimler, Atina demokrasisinden mülhem olsa da, kuşkusuz ki insanlığa dair onuru esas alan yönleri de haizdir.

Çağdaş İslamcı düşüncenin, daha en başından gündeme getirdiği şura ilkesiyle kendisine referans olarak Kuran’ı esas alsa da, dikkatini bu yönlü bir etkiye borçlu olduğu da açıktır. 

Her ne kadar Batı sistemi, demokrasinin üstünü örttüğü izonominin farkında olmasa da, Atina demokrasisini, özgürlükleri ve eşitlikleri sınırlayan yönleri kadar, egemenlik anlayışının tek biçimli bakışından da uzaklaştırmaya ve çoğulculaştırmaya çalışmıştır.

Bu artık çoğunluğun sistemin dışında tutulduğu bir oligarşik demokrasi değil, liberal ve çoğulcu demokrasidir. Ulusun seçimli yönetimi olan cumhuriyet değil, farklılıkların demokratik ve anayasal yönetimidir.

Demokrasinin bu yeni denkleminde “liberal” yan özgürlüğün ve bireyciliğin, “demokratik” yan ise toplumculuğun ve eşitliğin temsilidir.  

Tüm bu çabalar “ideal” bir yönetimin sağlanması için yeterli olmasa da, İslam dünyasının neredeyse tarihinin en başından üstü örtülen ve bir daha da üzerinde kuramsal ve tecrübi çabalara girişilemeyen “şura sistemi”nin yerini alan hilafet görünümü altındaki sultanlıklardan çok daha ileri ve olumlu bir noktada olduğu da açıktır.

Dolayısıyla İslam dünyası, iki yüz yıllık yenileşme çabasına karşı, üzerinde aklı başında müzakerelere girişilmek şöyle dursun, hilafeti ihya çabalarının gölgesinden bile kurtarılamayan şura sistemi üzerinde düşünümlerini sürdürürken, Batı dünyasının siyasete dair tecrübelerinden yararlanmaktan da geri duramaz.

Nitekim siyasi düşünümün olduğu kadar uygulamanın da son dönemdeki öncüleri olan Aliya İzzetbegoviç, Raşid el Gannuşi, Abdulvahhab el Efendi gibi düşünürler ve siyasal liderler, henüz önlerinde uygulanabilir bir pratiğini bulamadıkları şura sistemi yerine, bir ölçüde uygulanabilir ve görece olarak olumlu bir model olan demokrasiyi tercih etmişlerdir.

Bu durum, demokrasilerin yetersizliklerini görmezlikten gelmemize ve bu konudaki eleştirilerimizi sürdürmemize engel olmadığı gibi, şura sistemi üzerindeki tefekkürümüzü sürdürmemize de bir engel değildir. 

Michel Foucault da, bir başka vesile ile değinir Atina yönetimine. Ona göre iki kök yönetim biçimi vardır. Mülkiyetçi Atina ile sorumlulukçu İbranî modeller. Atina yönetim anlayışı, egemenin sadece üretim araçlarına (o gün için toprağa) karşı kaygı ve sorumluluk duydukları bir bakışa dayanır.

Oysa Hz. İbrahim’e dayanan İbranî, bir başka deyişle “pastoral” model (bunu Kudüs ve Mekke hattıyla bütünleştirebiliriz), sadece insanlara karşı sorumlu hisseder kendisini.

Aslında bu, nebevî siyaset olarak irfanî bir bakış açısı sunar ki, buradaki irfan Batı ile Doğu’yu, ruh ile maddeyi, akıl ile duyguyu bütünleştiren, yani iki gözüyle bakan ve tevhide dayanan bir düşünsel yetkinliktir.

Bu geleneğin öncü şahsiyetleri, Karatani’nin tanımıyla “etik peygamberler”dir. Kaldı ki özellikle İyonya ve hatta Atina felsefesinin kökleri de Mısır’a, Babil’e ve Tevrat’a da dayanmaktadır. 

Karatani tarafından önerilen toplumsal ilişki biçimi ise, “evrensel dinlerin komünal yapısı”na dayanır. Sınıfsal, cinsiyetçi ve ırksal ayrımların olabildiğince önlendiği bu yaşama biçimi ise paradoksal bir deyişle, “çalışmadan çalışma, harcamadan harcama”ya dayanır.

Yani Marx’ın İncil’den mülhem ifadesiyle:

“Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar.”

Hatta Ensar-Muhacir ilişkisi de buna dair önemli bir misaldir. Bu tür bir toplum ise dostluğu esas alan bir kardeşlik, özgürleşmeyi ihmal etmeyen bir eşitlikçilik, duyarlılıkları gözeten bir akılcılık, bireyi gözden çıkarmayan bir toplumculukla mümkünleşir.

Tabi ki Zerdüşt, Buda, Konfüçyüs, Lao Tzu gibi din kurucuları yanında, Sokrat, Marx, Tolstoy, Gandi, Şeriati gibi düşünürleri de aynı tanımın içerisinde mütalaa etmek pekâlâ mümkün. 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir