M. Hakan Koçak – Emeğin İstanbul’u Kaybolurken

Tarihte ne olduğu, nasıl olduğu, genelde iktidarın kaleminden yazılmış bugüne kadar. Hakan Koçak bunu bize şimdilerde dönüşen, yanan, yasaklanan, “yenisi” yapılan, unutulan mekanlar üzerinden hatırlatıyor. 50’ler sonrası sanayileşmenin getirdiği hayhuyla kentleşmenin “unutulduğu” ve göç eden kitlelere bırakıldığı İstanbul’un her köşesinde, sadece çalışma alanlarında değil mahallelerinde de belirleyici olmuş işçilerin izleri var.

Şimdilerde Merter, İkitelli, Ümraniye ve Tuzla’daki hak arayışları, eskiden çok daha kalabalık ve radikal direnişlerle kent merkezlerinde yaşanıyordu. Bir çoğumuzun her gün geçtiği yollar ve binalarda buna dair izler var. Taksim Meydanı ve 1 Mayıs üzerinden unutturulmaya çalışılan bu tarih, aslında tüm İstanbul’un ve kentleşmenin tarihi. Tarihi muktedirlerin yaptıklarından ibaret olarak görmek ve yansıtmak bu unutturma çabasının bir ürünü. Hatırlatmak isteyenlerden Allah razı olsun. 

M. HAKAN KOÇAK 

İstanbul bu memlekette emeğin Osmanlı’dan bu yana başkenti oldu. Şimdilerde büyüyüp genişlemekten biçimsizleşmiş, sermayenin son kentsel dönüşüm ataklarıyla değerlerine ve sakinlerine iyiden iyiye yabancılaşmış İstanbul’un her köşesinin emekçi yaşamlarının, mücadelelerinin ve kurumlarının izleriyle, tanıklıklarıyla dolu olduğu da unutulacak bu gidişle neredeyse. Türkali’nin dilimizde şarkı olup dolaşan o görkemli şiirinde “bekle bizi” diye seslendiği; “haktan bahseden Ortaköy’ün Cibali’nin işçisi”nin İstanbul’u sanki hiç yokmuş, olmamış gibi kurulan öykülerle elit, soğuk ve insansız bir tarih yazılıyor bir yandan kente; diğer yandan emeğin izleriyle dolu mekânlar kişiliksizleştiriliyor ya da yok ediliyor habire. Orhan Kemal’in, Nâzım’ın, Reşat Enis’in, Zihni Anadol’un, Latife Tekin’in ve daha nicelerinin anlattığı emekçilerin kenti giderek siliniyor. Bir onların satırları kalıyor tanıklık etmeye aramızdan hızla ayrılan canlı tanıkları saymazsak. Durmadan işleyen sözlü yazılı çarklarla sağlanan emeğin belleksizleştirilmesiyle bir kentin kişiliksizleştirilmesi, halksızlaştırılması çakışıyor. Burada bir nostalji bulutu yaratmak değil elbet gayemiz. Ama biliyoruz ki kent, toplumun ezilenlerinin de izleriyle birlikte kolektif hafızanın tüm canlılığıyla içine yerleştiği mekân; bizim de hatıramızı taşıyan büyük bir yaşayan müze aslında. Emekçileri yerinden yurdundan hoyratça koparan, kentin yoksullarını kıyılara köşelere süpürüp atmayı hedefleyen; mahalleleri, parkları, binaları sermayenin malı kılan “dönüşümler” bir yandan bu müzeyi de yok ediyor, bizi her gün biraz daha belleksizleştiriyor. Yani hem tarihten hem de mekândan kovulmak isteniyor gitgide emek. 

TARİHİN YAZMADIKLARI…

Epeydir yerel tarihe, kent anlatılarına olan ilginin arttığı görülüyor sevindirici biçimde. Ama yakından bakınca bir eksiklik, bir yok sayma görülüyor bu türden çalışmalarda. İstiklal Caddesi’nden aşağı inerken Odakule civarında solda İBB’nin İstanbul’u konu alan kitapların satıldığı bir kitabevi bulunuyor. Yolunuz düşer ziyaret ederseniz oradaki eserlere bir bakın. Sayıları giderek artan ve bir kısmı epey pahalı baskılarla, zengin görsellerle hazırlanmış olan kentin farklı dönemlerini, semtlerini konu alan kitaplarda rastlanan öncelikle büyük ölçüde bir binalar tarihidir. Çoğunda insansız, sosyal tarih boyutu olmayan eserlerdir karşımızdaki. Eserlerde toplum ve insan yer aldığında ise öne çıkanlar çoğu kez kentin elitleri, muktedirleridir. Yüzyılı aşkındır bir işçi havzası olmuş Beykoz’u, Paşabahçe’yi ya da kentin köklü gecekondu bölgelerinden olan Zeytinburnu’nu, Okmeydanı’nı fabrika düdükleriyle uyanan emekçiler olmadan, gecekondu duvarı örenleri görmeden, işçi yürüyüşlerini hatırlamadan; salt Fatih’lerle, paşalarla, mimarlarla, sandal sefalarıyla anlatan nice metin görebilirsiniz o kitapçının raflarında. Kuşkusuz bu anlatılanlar kentin öyküsüne dahildir ve elbet gayet de renkli kısımlarıdır öykülerin ama ya onlar kadar renkli olmayanlar, şaşaa ile yaşamamış olanlar. Son zamanlarda bizde de rağbet görmeye başlayan, batıda ise epey zaman önce güçlü birer akım olarak yükselen aşağıdan tarih, emek tarihi, sosyal tarih gibi yaklaşımlar İstanbul tarihine bakanların pek uzağında kalmış gibidir. Ders kitapları, müzeler, sergiler de farklı değildir elbet. Sorun sözlü tanıklığın, yazılı kaynağın, görsel arşivin yokluğu mudur? Hiç de değil. Mesele aşağıdakileri, emekleriyle bu kenti var etmiş olanları görebilecek, görünür kılabilecek bir bakışın zayıflığıdır kuşkusuz.

Emek örgütlerimizin, solda yer alan siyasi yapı ve kurumların, yerel yönetimlerin kentsel mekânların işçi sınıfının kolektif hafızası, tarih bilinci için taşıdığı önemi kavradıkları, değerlendirdikleri söylenebilir mi acaba bizde? Taksim’in 1 Mayıs meydanı olması için (olduğunu anlatmak için) verilen ve sonunda kazanılan mücadeleye rağmen bu yönde güçlü bir bilincin varlığından söz etmek zor görünüyor. (Bu arada tarihi 1 Mayıs kutlamasının ardından Taksim Meydanı’nın adının 1 Mayıs Meydanı olması için girişilen resmi çabaları ve getirilen referandum önerisini verili konjektürde problemli bulduğumuzu da belirtelim bu noktada. İşçi hareketinin tarihsel mücadelesinin meşruiyetiyle sağlanan bir fiili kazanımı poplaştırılması neredeyse kaçınılmaz görünen bir medyatik kampanyayla; apolitikleşmiş, fazlaca kirlenmiş kamusal algıların saldırgan tercihleriyle kaybetmiş görünmek gereksiz bir risk gibi geliyor bize. Belki de şimdilerde zaferin tadını çıkarmak, işçi hareketini 1 Mayısların zirvelerini oluşturduğu çıkışlarla yeniden yükseltip sonra bu meseleye başka bir kamusal bilinç düzeyinde yeniden dönmek gerekiyor.)  İçinde nice işçi mücadelelerinin yürütüldüğü fabrikalar için, sendikaların mesken tuttuğu binalar için, işçilerin dev kalabalıklarla yürüdükleri caddeler, meydanlar için, emekçilerin yaşam savaşına tanıklık etmiş semtler, o semtlerdeki köşeler için bir şeyler yapmak; onları görünür, bilinir kılmak, sembollerle, anıtlarla, sergilerle emeğin sesini ölümsüzleştirmek için saydıklarımızın pek az çabası olduğu belli olur kentin sokaklarını gezerken. Çubuklu’dan Paşabahçe’ye çıkan yokuşun duvarlarında ismi anılan, sureti görünen Beykoz ünlüleri arasında örneğin, çok partili dönemin ilk işçi milletvekillerinden cam işçisi Ahmet Topçu’yu bulamazsınız. Yıllarca Türkiye’nin en önemli grevlerine tanıklık etmiş Paşabahçe’nin meydanında sizi bir işçi anıtının karşılamasını da boşa beklersiniz keza. Türkali’nin dizelerinde yer bulmuş Ortaköy’ün, Cibali’nin çileli, militan tütün işçileri o semtlerin sokaklarında iz bırakamamış gibidir. 15-16 Haziran yürüyüşlerinin kana bulandığı, her yıldönümünde önünde basın açıklamaları da yapılan Kadıköy Yoğurtçu Parkı’na, orada yaşamını yitiren işçileri hatırlatacak bir kitabe/tabela konmasının akıl edilmemesi ne büyük eksiktir “solcu” belediyeler için. Osmanlıdan Cumhuriyete işçi sınıfı mücadelesine mekânlık etmiş Feshane fabrikasında bir sergi mi açılmış, bir kitapçık mı hazırlanmıştır bunları aktarmak için.

İSYANIN TANIKLIĞI

Şimdilerde bırakın iz bırakmayı, emeği, emekçileri görünür, anımsanır kılmayı; emeğin öyküleriyle dolu mekânlar elden gitmekte. Tek partili yılların kahramanca işçi mücadelelerinin geçtiği, Zehra Kosova’nın tütün işçisi yoldaşlarıyla birlikte ilk sendikal ve partili faaliyetlerini yürüttüğü Beşiktaş’taki eski Austro Tütün Fabrikası, en göz önündeki yıkımlardan biri. “Ben İşçiyim” isimli biyografisinde, bu fabrikada kadınlı erkekli tütüncülerin, arkadaşlarını tokatlayan müdür yüzünden çıkardıkları isyanı anlatarak tanıklık eder Kosova mekânın tarihine. (“Ben İşçiyim”, İletişim Yayınları, 1996). Beşiktaş’taki geçtiğimiz günlerde “birdenbire” bir yangınla kül oluveren Kadıköy vapur iskelesinin hemen karşısındaki dev inşaattan bahsediyoruz elbette. Birkaç yıldır bir yandan Başbakan’ın özel ofisinin varlığının yarattığı güvenlik histerisi, bir yandan “Nişantaşı’nın denize inme” kapsamında Akaret’lerle başlayan doymak bilmez “sosyetikleştirme” operasyonunun yarattığı çirkinlik ve bencillik tarafından halkının elinden alınan Beşiktaş’taki son büyük operasyonlardan birisi tütün fabrikasının bilmem kaç yıldızlı bir otele dönüştürülmesi inşaatı. Yıllarca örneğin bölgenin köklü eğitim kurumu Mimar Sinan Üniversitesi’ne ya da bir kültür merkezi olmak üzere belediyeye vs verilmeyen bu müthiş bina şimdi işçi Zehra’nın, tütüncülerin ve nice semt sakininin anıları, tanıklıklarıyla birlikte yok edilmiş, zengin turistler için hazırlanmakta. Kadıköy iskelesine inen o sokak sanki AKP zihniyetinin ve kentin sermaye tarafından talan edilmesinin; AKP ile sermaye arasındaki dostluğun ve işbirliğinin; her ikisinin kente dair, İstanbul’a dair ideallerinin, görgüsüzlüklerinin, tarih bilmezliklerinin bir fotoğrafı gibi bakıyor şimdilerde hüzünle denize doğru, kül olmuş iskelesinin üzerinden.

MEKÂNDA YENİ ‘KONSEPT’LER

Tüm mekânlar yok olmuş değil tabii. Bir yolunu bulup, sembolik de olsa kendilerini hatırlanır, bilinir kılacak bir şeyler yapılmasını bekleyen birçok mekân var. Yine Beşiktaş’tan örnek verelim: Çarşı içinde, Köprübaşı sokaktaki Verem Savaş Dispanseri binası. 40’lı, yıllardan 60’lara İstanbul işçi hareketinin merkezi olmuştu burası. İşçi hareketinin mücadeleci odağı İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin yanısıra pek çok sendikaya da ev sahipliği yaptı uzun yıllar. Mesela tarihi Saraçhane Mitingi’nin kararı orada alındı, hazırlıkları oradan yürütüldü. Bir başkası Barbaros Bulvarı’nın başlarındaki, şimdilerde dershanelerin kullandığı; yetmişli yılların Maden-İş Genel Merkezi. Kemal Türkler’lere, Süleyman Üstün’lere tanıklık etmiş, 77 1 Mayıs’ında Taksim’e doğru akan kortejlere coşkuyla seslenilmiş o bina. Bir de yeniden düzenlenerek yeni bir “konsept” edinen mekânlar var. Feshane’den söz ettik. Cibali’deki ünlü tütün fabrikası, şimdinin Kadir Has Üniversitesi binası; son günlerdeki sendika karşıtı tutumuyla dikkatleri çeken Bilgi Üniversite’sinin Silahtarağa Elektrik Santralı’nı dönüştürerek yaptığı Haliç’teki Santralistanbul’unu da ekleyebiliriz örneğin. Yıkılmaktan kurtulmuş, içlerinde öğrencilerle birer eğitim kurumuna dönüşmüş olmaları, diğer örneklere bakınca bir avuntu yaratıyor tabii ama ya oralardaki emeğin tarihi? Duvarlardaki birkaç işçi fotoğrafı, sembolik olarak çağrılan eski birkaç işçi değil söylemek istediğimiz. Her biri Osmanlıdan Cumhuriyete binlerce işçinin çalıştığı, yaşadığı, mücadele ettiği bu mekânlarda birer emek tarihi müzesi, buralarda yürütülen sözlü tarih projeleri gibi kurumsal etkinlikleri görmek, duymak arzu edilen. Ama tabii sendikaya bugün tahammülü olmayanın, işçilerin dününe sahip çıkmasını beklemek de saflık olur herhalde.

GELECEĞİ YARATIRKEN…

Hem yazılı tarihte görünmezleşmiş hem de izlerini bıraktığı mekânları kimliksizleşen, yok edilen emeğin tarihine sahip çıkma çağrısı var bu yazıda. Bu 1 Mayıs’ta hep birlikte, bir kez daha çok canlı biçimde gördük ki kentin mekânları geleneğimiz kadar ve onun sayesinde geleceğimiz için de önemli. Belleksiz bir sosyal hareket inşa etmek, sürdürmek mümkün değil. Bunun için İstanbul’un emeğin gözüyle, sesiyle de yazılmış tarihlere ihtiyacı var. Üniversitelerde, bağımsız kurumlarda yapılacak sözlü tarih projelerine, görsel malzeme koleksiyonlarına, arşivlere, yayın taramalarına, derlemelere ihtiyaç var. Üstelik bu alanda malzeme hiç de sanıldığı kadar az değil. Emeğe ve emekten yana bakışa sahip istekli araştırmacıların sayılarının artması gerekiyor ve yukarıda saydığımız kurumlarımızın bu alana yönelik ciddi desteğine. Emeğin renkleriyle oluşturulmuş bir tarihi kent kılavuzumuzun hâlâ olmaması ne büyük eksiklik değil mi “Avrupa Başkenti” olacağımız şu günlerde. Tarihimize göstereceğimiz ilgi geleceğe yönelik mücadelemiz için girişeceğimiz çabadan kesinlikle bağımsız değil. Kentin sınıf mücadelesinin mekânı olduğunu unutmak istesek de mümkün değil. Sermayenin kentte her gün sürdürdüğü mevzi savaşları karşısında bizim mekanlarımızı savunmanın birçok yolu, kanalı var elbette. Ama konut alanlarımızı, kamusal mekânlarımızı, sosyalleşme alanlarımızı, eğitim kurumlarımızı, sinemalarımızı, üretim mekânlarımızı sahiplendiğimiz gibi (ve sahiplenirken/ya da sahiplenebilmek için de elbet) kentin her yerine yazılmış tarihimize de sahip çıkmamız gerektiğini de hatırlamalıyız. Şöyle sesleniyordu geçenlerde duyarlı bir akademisyenimiz bizlere: “Bu kentin emekçileri, sanatçıları, gecekonducuları, öğretmenleri, doktorları  kaybetmektedir! Bazıları işini, bazıları ise evini, okulunu, hastanesini kaybetmektedir. Farklı toplumsal kesimlerin dayanışmasını  başlatmak açısından, kayıplarımızın büyüklüğünü tartmaya başlamadan önce, bütün ‘kaybetme’ biçimlerini yaratan mantığı sorgulamak gerekiyor” (Bianet. 28.04.2010). Evet, geçmişi ve geleceğiyle bu sorgulamayı emek üzerinden yapmayı öneriyoruz biz de. Emeğin İstanbul’u; İstanbul’un emeği kaybolmasın diye. Boşuna çekilmesin bu acılar, İstanbul bize; biz de ona layık olalım diye.
 
Kaynak: http://www.birgun.net/city_index.php?news_code=1274433241&day=21&month=05&year=2010

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir