Terapi Odası Eril Tahakküm İlişkilerinden Azade Midir?

14 Ocak tarihli failin isminin geçmediği ama tacize uğrayan danışanın süreci anlattığı ifadelerin yer aldığı yazı Melis Alphan tarafından yayınlandı. Ardından ifşa kararı ile sosyal medyada #SessizliğiBozuyoruz dendi ve feministler tarafından 17 Ocak tarihli karar duruşmasına çağrı yapıldı.  Psikoterapist Murat Paker hakkında “hizmet ilişkisinin sağladığı nüfuzu kötüye kullanmak suretiyle nitelikli cinsel saldırı” iddiası ile açılan davada, 56. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından danışanına karşı cinsel saldırı suçunun işlendiğine kanaat getirildi ve 4 yıl 2 ay hapis cezası verildi. 

Tacize sessiz kalarak taraf olmak sadece mevcut tacizin cezasız kalmasının nedenlerinden biri değildir. Aynı zamanda tacizcinin cezasız kalacağını bilen ve tacize uğrayan olarak suçlanacağından emin olduğundan şikayette bulunmayan, adalet ve  temel güven duygusu yaralı bir şekilde hayata tutunmaya çalışan bir çok kadının ruhsal travmasına da ortak olmaktır.

Bazı şeyleri anlamakta zorlanıyorum. Aslında anlamaya direniyorum, çünkü kabul edeceğim gerçekleri yok saymanın konforlu alanından uzaklaşmam da gerekiyor. Anladığımda ise tedirgin bir şekilde hayatıma devam etmeyi de getiriyor. Anlamaya çalıştığım şey, nasıl olur da bir terapistin danışanına taciz vakasında  ruh sağlığı çalışanları da sessiz kalarak bu suça ortak olabilir? Nasıl olur da Türk Psikologlar Derneği kadının beyanının esas olduğu bir zeminde tacize uğrayandan hiç bahsetmeyen, failin cezasının hükmüyle ilgili hala üst mahkemeye başvuru hakkı olmasından sebep itidale çağırmaktan ibaret bir açıklama yapar? Tacize, tecavüze, kadına yönelik şiddete ve istismara karşı olmayan kimse yok zaten. Ancak bunlara karşıyız demekle oluşturulan ‘‘tarafsızlık’’ zemini politik bir tavır alma gereğini ortadan mı  kaldırıyor? Tabiki de bir terapistin danışanına tacizine karşı olacaksınız, kim karşı değil ki?  

Travma bulaşıcıdır ve kabul edilmesi zordur, çok yakınından geldiğini kabul etmek çok daha zordur. Çünkü bu yakınlık her an başına gelebileceği tedirginliği ile yaşamak, çatışmayla yaşamak, temel güven duygusundan uzak yaşamak gibi anlamlara da gelir.  Tamam, peki meslektaşının yaptığı bu büyük hataya -hadi suç demeyeyim ne de olsa üst mahkemeye başvuru kapısı açık! – hata demek için beklerken tacize uğrayan kadın nerede? Zarar vermeme temel ilkesi nerede? Kim tacizin açıklanmasının bu kadar zor olduğu bir zeminde üstelik  terapi odası gibi bir yandan mahrem olan bir yandan güven içermesi beklenen bir ortamda terapisti tarafından tacize uğradığını iddia eder? Nasıl bir motivasyon ile yapar? Melis Alphan’ın yazısında geçtiği şekilde danışan ilk seferinde bunun bir terapi tekniği olduğunu, şefkat gösterme şekli olduğunu düşünüyor. Peki Türk Psikologlar Derneği kendi üyesi de olan, aynı zamanda akademisyen de olan bir terapist için itidale çağırırken danışanın hakkını savunmak da biz feministlere düşüyorsa, Türkiye’deki psikologların örgütlendiği bir derneğin yapıp ettiklerine nasıl güveneceğiz?

Bu mesele konuşulmaya başlandığından beri iki boyutlu tartışılıyor. Bir, terapist-danışan ilişkisi içerisindeki güç ilişkisinin istismara açıklığı, ikincisi ise failin akademisyen kimliği sebebiyle akademi camiasında yaşanan tacizler. Akademideki hiyerarşinin ve kendi içindeki güç ilişkilerinin tacize uğrayanın yaşadıklarını taciz olarak adlandırmakta zorlanmasının yanı sıra şikayetçi olduğunda sonuç alamayacağını –çünkü kadınlar çok iyi bilir ki bu konu açıldığında herkesin anlatacağı cezasız kalmış tacizciler vardır çok yakınında- bildiği, gördüğü, deneyimlediği tahakküm ilişkileri her zaman diridir. Çevresinde gördüğü erkek dayanışması ile tacizler genelde görünmez olmakta ve cezasız kalmaktadır. Sonrasında bir şekilde hayatlarına devam eden kadınların terapi odalarında anlattıkları konuların büyük kısmını yaşadıkları tacizlerin sebep olduğu travmatik yaşantıların etkileri oluşturur.   

Ruh sağlığı alanında çalışan erkekler terapist olduklarında ataerkil düşünce biçimlerinden sıyrılmış olmuyorlar. Ya da alışık oldukları  güç ilişkisi dinamiklerinden azade olarak bulunmuyorlar/bulunamıyorlar. Erkeklik kendini her zeminde üretebildiği gibi terapi odasında da pekala üretebiliyor. Bundan sebep zaten meslek etiği standartları geliştirilmiş. İki kişilik mahrem bir alan olan ve danışan için sağaltıcı olması beklenen terapi odası içerisinde yaşanıyor her şey. Kadın ya da erkek terapistin danışanla olabilecek ilişkisinin sınırları bir takım normlarla çizilmişken bunun dışına çıkan her türlü söz ve eylem tacize girer. Davayı takip edenlerin bildiği gibi danışanın tacize uğradığına ilişkin yazılan bilirkişi raporları sabit… Buna rağmen kurumlar (Türk Psikologlar Derneği, Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü) failin yanında olma tutumunu devam ettiriyor. Bu durum bir açıdan bakınca pek de şaşırtıcı değil, söz konusu olayda taraflar büyük kurumlar ve nüfuzlu insanlar olunca ev içi rollerdeki iktidar alanını kaybetmekten çok daha büyük şeyler risk altına giriyor. Böyle durumlarda kaybedilecek eril iktidar alanının büyüklüğü tacize taciz demeyi zorlaştırıyor. İster istemez faile komplo kurulduğunu ve tacize uğrayanın hasta olduğunu söylemek kolaylıkla yaygınlaşabiliyor. 

Ama benim burda dikkat çekmek istediğim diğer nokta şu: Judith Herman, travmanın diyalektiğinin sürekli olarak terapistin duygusal dengesine meydan okuduğunu söyler. Gerçek bir travmanın olup olmadığı, tacizin olup olmadığı terapistin/lerin aldıkları tutumlarda karşılık bulur. Meslektaş ile kurulan özdeşim yaygınlık kazanır. Bu özdeşimle birlikte travmatik olay karşısında  donakalarak, inkar ederek ve yok sayarak bununla baş etme yolu seçiliyor. Ama şu an Türk Psikologlar Derneği donakaldı. Bu donakalma öncelikle mesleki özdeşimle, sonrasında ise terapiste yüklenen tümgüçlü konumla ilişkili. Çünkü idealde bir terapist içinde bulunduğu toplumdaki tüm güç ilişkilerinden bağımsız düşünebilmelidir. Evet ama böyle düşünemediği de oluyor ve buna suç demek bu kadar zor olmamalı. Çünkü terapi odası eril tahakküm ilişkilerinden azade değildir. Bu özdeşimin görmeyi engellediği tacizin kabulü sonrası artık bu taciz durumunda ruh sağlığı çalışanlarına ve meslek örgütüne düşen görev öncelikle tacize uğrayan danışanın yanında olmak ve onunla dayanışmaktır. Ardından ise terapi odasında olabilecek olası tacizler ve sınır ihlallerinin tanınmasına ilişkin kamuya açık bir şekilde terapist–danışan ilişkisinin çerçevesine dair bilgi verilmesidir.

Öfkeli ve endişeliyim. Çünkü temelinde güvenin olduğu iki kişilik bir ortamda, danışan düşüncelerini ve duygularını terapisti ile gizlemeden paylaşır ve tacize uğrama ihtimalini ise düşünmez. Böyle bir güven içerisinde olduğu varsayımı ile tüm ruhsal dünyasını paylaştığı bir ortamda tacize uğrama ihtimalinin olduğunu düşünmesi neredeyse imkansız. İmkansız olması bu gerçekliğin farkında olarak güven ilişkisinin kurulamayacağı ile elbette ilişkili. Ama ruh sağlığı alanında çalışan bir kadınsanız şunu çok iyi bilirsiniz, kadınlar gelirler yaşadıkları tacizleri, istismarları, tecavüzleri ilk defa sizle paylaşırlar. Bu bir yüktür ama bireysel olmasının yanı sıra büyük oranda toplumsal ağırlığı da vardır. Her alanda üzerimize yük oluşturan erkek şiddetine sessiz kalmama ve toplum yaralarını sağaltma sorumluluğunu alması gereken ruh sağlığı çalışanları arasında bunların yaşanmasına tepkiliyim. Ve görüyorum ki bu yükü kişisel olanın politik olmasından hareketle feminist mücadele içerisinde örgütlü olma dışında hafifleten, dayanışmayla katlanılır hale getiren başka bir şey yok. Çünkü kadın dayanışması yaşatıyor! Kadın dayanışması güçlendiriyor!

Kaynak: http://recel-blog.com/terapi-odasi-eril-tahakkum-iliskilerinden-azade-midir/?fbclid=IwAR0B9qsElw51VSRg15sic9mdTkkUG33Wz5i1wsF6Rpoma_4vZNvVP7LHNrM

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir