Mehmet Ali Başaran – Bir Garip Deneme

MEHMET ALİ BAŞARAN

Bazı dönemlere ait simge fotoğraf ve görüntüler vardır. On yıldan, yirmi yıldan geriye o birkaç fotoğraf karesi veya görüntü kalır. Bunlar o yılları ve yaşananları tamı tanıma özetler ve hafızalara kaydeder.

Mesela 28 Şubat dönemine ait böyle bir karede kadın polisi, bir kadının başörtüsüne asılmış çekiyorken görürüz. Aynı dine mensup, aynı ülkenin vatandaşı iki kadından biri devletin üniformasını kuşanmış halde diğerinin “şahsiyet”ine saldırırken çekilmiştir fotoğraf.

Kenan Evren döneminin bariz fotoğrafı mesela, “gözaltı ve işkence”dir.

Yıllar geçtikçe, önce hayal kırıklığına, ardından hukuksuzluğa evrilen, derken zulme ve basbayağı zorbalığa dönüşen AKP döneminden geriye hangi simgeler kalacağını hiç düşündünüz mü?

İlk 10’da yer alacak kareler arasında 15 Temmuz gecesine ait olanı herhalde başta gelir.

Roboski Katliamı’nın yürekleri dağlayan o karlı, battaniyeli fotoğrafını unutmak mümkün mü?

Failleri Ankara’nın derin dehlizlerinde kaybolmuş Hrant Dink cinayeti de listede kendine yer bulacaktır sanırım.

Muhakkak bir şantiye fotoğrafı veya sözümona ‘Yeni Türkiye’nin beton ormanlarından bir kare.

Birikim Dergisi’nin 270. sayısının efsane kapağı da olabilir: “İnşaat Ya Resulullah”

Listeye girebilecek bir fotoğraf ile bir görüntü birkaç gün önce Konya ve Adana’dan geldi. Öyle zannediyorum ki hafızalardan kolay kolay silinmeyecek.

KHK ile kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği’nin Başkanı, muhalif avukat ve hukukçu Selçuk Kozağaçlı’yı babasının mezarı başında bileğinden kelepçelenmiş vaziyette toprağa dokunurken gösteren bir fotoğraf…

Türkiye’deki “düşmanlığın”, her türlü hukuk ilkesini ezip geçtiğini, İnsan’ın insan oluşuna, acısına, onuruna, izzetine, örf-adet-gelenek ve göreneklere, insanın kutsalına, en temel hakkına saygı duyma gereğini dahi yerle bir ettiğini gösteren saygısızlığın fotoğrafı…

Kozağaçlı mahkeme için başka bir ülkeden ve üstelik savaş bölgelerinden güçlükle geçerek Türkiye’ye gelmiş ve “kaçma şüphesine binaen” tutuklanmış biri de değil. Böyle birinin babasının cenazesinde, mezarı başında kaçma ihtimali yüzde bir bile olsa, kelepçe takmadan da güvenlik sağlanabilirdi herhalde. Mesele kaçma şüphesi veya güvenlik olsa…

Bu utanç fotoğrafını çeken kim, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yakasına yapıştıran kim? Siz kime itibar sağlıyor, kimin itibarını sarsıyorsunuz?

Talimat verenlerin veya uygulayanların yüzleri hiç mi kızarmadı, merak ediyorum. “Yahu, ayıptır, bu kadar da olmaz” diyen bir iç ses de mi duymadılar?

Bu fotoğraf ne şimdi? Devletin güç gösterisi mi yoksa acziyet belgesi mi? Elbette ikincisi. Herkes kendine yakışanı yapar, öyle değil mi? Birilerinin içinin yağı eriyor gibi görünüyor. Esasen bu milleti utandırmaktan, seviyeyi iyice ama iyice düşürmekten başka bir şey yapmıyorlar.

Alparslan Kuytul’a Adana’da, evinin balkonunda konuşurken yapılan da ibretlikti. Devlet’i yöneten “ölümlülerin” zulmünün ve kibrinin seviye tespit sınavı gibiydi yaşananlar. Öte yandan zulme dilsiz, kör ve sağır kesilen kesimler için de yine acıklı bir performanstı sergilenen.

Allah için adil şahitler olma mesuliyetini Allah biz Müslümanlara değil de evcil hayvanlara mı yükledi acaba diye sormadan geçmeyelim.

Devlet, hiçbir surette şiddete başvurmamış, ısrarla ve sabırla yasalara bağlı kalan insanlara karşı tahrik edici tavrını polisler eliyle sürdürüyordu. Nihayet en yüksek seviyeye çıkarttı.

Kuytul’un evi sanki terör örgütüne ait bir hücreymiş de içerde teröristler varmış gibi polis otoları ve onlarca polisle üç gün boyunca abluka altına alındı.

Sebep?

İftiralardan müteşekkil bir iddianame ve hukuk dışı kararlarla bir yıl boyunca haksız biçimde tutuklu kalan bir hoca nihayet serbest kaldı da evine dönüyor diye.

Dahası?

Dahası, kendine gönül veren vatandaşlar onu karşılayacak, bir “geçmiş olsun, hoş geldin- hoş bulduk” merasimi yapılacak.  

Ne oldu?

Bolu’dan çıkıp Adana’ya gelene kadar asker ve polislerce sürdürülen takip, taciz ve engellemelerden sonra evine varan, vakfı haksız yere kapatılan, vakıf mallarına el konulan başkan, balkondan misafirlerine, takipçilerine seslendi.

Devlet’in zorbalığının ve acziyetinin resmi işte o esnada çekildi. Alparslan Kuytul konuşurken sokağa yığılan polis otoları, hep birlikte siren sesleri çalarak “hakkı” söyleyen adamın sesini bastırmaya çalıştılar.

Yetkili memurlarda veya onlara talimat verenlerde kaybolan sadece hak hukuk bilinci değil. “Basiret” de kayıplara karışmış görünüyor çoktandır.

Alparslan Kuytul üç gün boyunca avukatlarıyla savunma yaptıktan sonra tahliye olmuştu. Doğru bildiklerini söylemeye, zulmü ve zulmedenleri eleştirmeye devam ettiği için derhal gözaltına alındı ve tutuklanıp geldiği yere, Bolu F Tipi Cezaevine gönderildi. Düğmeye basılması ve tutuklanması 24 dört saatten değil 12 saatten kısa sürdü.

Hak söz konusuyken kaplumbağa hızı, haksızlık söz konusuyken ışık hızı!

Bu arada eşi Semra Kuytul da yine, yeniden gözaltına alındı. Artık “eşidir” diye değil “sünnettir” diye haftada bir rutin olarak gözaltına alırlarsa şaşırmayız.  

Tüm bu garabetler seçkisinden geriye devletin “deneme” çalışması kaldı. Adana Emniyeti şöyle bir “deneme” yaptı:

“Acaba biz bir insanın evinin önüne polis otoları ve onlarca polis yığsak, uzun namlulu silahlarla gece gündüz nöbet tutan polisler olsa, mahalleliye eziyet etsek, çoluğu çocuğu korkutsak, ortamı gersek, üstelik bu “olay yeri” sahnesini üç günden fazla süre sahnelesek, siren sesleri ile ortalığı inletsek, itiş kakış yaşatsak, elde telsizlerle birileri yüksek sesle sağa sola talimatlar verse, gövde gösterisi yapsak, işgal topraklarında devriye geziyor edaları da eşlik etse, buradan bir “terör örgütü” algısı oluşturabilir miyiz?”

Olur, A Haber’e ağızları sulandıracak bir malzeme olur!

Boşa bir deneme. Milletin vergilerini böyle boş işlere, gereksiz mesailere harcıyorlar. Bu hukuka uygun mu, helal olur mu? Soran yok nasıl olsa.

Bosna’nın bilge lideri Aliya İzzetbegoviç “Düşmanlarımıza karşı tek bir borcumuz var: Adalet” demişti.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin düşman bellediği kişi ve kesimlere adalet borçlu olmadığını gördük, görüyoruz. Bu ülkede Hukuk’un halen daha içselleştirilmediğini, sadece “düşman” pataklamaya yarar bir sopa olarak kullanıldığını gördük, görüyoruz.

Kendini bu yolda kullandıranlara yazık oluyor. Hem bu dünyalarını hem de ahiretlerini ziyan ediyorlar. Yarın bu ülkenin evlatlarının yüzüne bakamayacaklar.    

İzzet ve şerefi doğru yerde aramak lazım… Devletler değil, mevkiler makamlar değil insanlar Allah’a hesap verecek.

Hak mücadele verenler kazanır, Allah şahittir, tarih onları yazar. Zulmedenler, zulme taşeronluk edenler ve bu kuru gürültüye eşik edenler elbette silinip giderler.

Kaynak: https://mehmetalibasaran.com/2019/01/31/bir-garip-deneme/

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir