TOG İşyeri Temsilcisi Ozan Karaçam: Sendika İş Güvencesini Arttırdı

Arkadaşımız Bahar Kılınç’ın Sivil Sayfalar’daki yazı dizisini paylaşmaya devam ediyoruz.

http://www.sivilsayfalar.org/2018/10/05/tog-isyeri-temsilcisi-ozan-karacam-sendika-is-guvencesini-arttirdi-2/

“Sivil alanda bir örgütlenme arayışı” diyerek başladığımız bu dosya çalışmasında bir sendikalaşma örneğini ele almak için Toplum Gönüllüleri Vakfı İşyeri Temsilcisi Ozan Karaçam’la sohbet ettik. Karaçam hem sendikayla gelen değişimi anlattı hem de sivil toplum çalışanlarının “beyaz yakalı” olma gerilimini anlattı.

Öncelikle kendinizden ve kurumunuzda çalıştığınız işten bahseder misiniz?

2015 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü mezun oldum. Halen İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası Ekonomi Politik Master Programı öğrencisiyim. Yaklaşık 1,5 yıldır Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda Sağlıklı Gençlik Hareketi projesinde koordinatör olarak çalışmaktayım.

Tüm bunlara ek olarak, 2018 Mart ayından beri, sendikalı işçiler olarak yaptığımız seçimler sonucunda, TOG çalışanları olarak örgütlü olduğumuz Sosyal – İş Sendikası’nda sendika temsilcisi olarak görev yapmaktayım.

Sendika öncesi TOG ile bir kıyaslama yapmak gerekirse, sizce sendika neler değiştirdi?

Çalışanların daha güvenceli bir ortamda çalışmasına katkı sağladı. İşten ayrılan bir arkadaşımız olduğunda işten ayrılma nedenlerinin önemsenmesi, bu nedenleri ortadan kaldırma ve çözüm üretilmesi için talepte bulunma zeminine kavuştuk. Ayrıca İşyeri Kurulu üzerinden, imzaladığımız toplu iş sözleşmesi maddelerinin vakıfta uygulanmasıyla ilgili bir denetim mekanizmamız oldu. Bu da iş güvencesini arttırdı. Yıllık izinlerin iyileştirilmesi, maaş zamlarının iyileştirilmesi, ücretlerin adaletli hesaplanması ve yan haklar konularında gelişmeler sağladık. Bu durum aynı zamanda vakfın verimli bir bütçe yönetimi sağlamasına katkıda bulunmaktadır. Yönetim kademeleriyle bütçe süreçlerinde iletişim kurulması ve çalışanların hak talepleri gözetilerek bütçe oluşturulması sağlandı. Görev tanımlarının daha net tanımlanmasına ve böylelikle iş ortamında hataların azalmasına yönelik taleplerde bulunduk. Yönetim kademelerinin de sendikayı sahiplenmesi sayesinde hak taleplerimizi, vakfın mali durumunu da gözeterek ortaya koyduk. Bu süre zarfında diğer sivil toplum emekçileri ve tüm emekçilerle dayanışma fırsatı bulduk. Sivil toplum alanına bir ilham verdi, başka STK’larda da sendikalaşma süreci yaşandı ve bizler diğer sivil toplum emekçilerinin mücadelelerinden de çok şey öğrendik. Sadece maddi talepler değil, hak temelli taleplerde bulunduk. Saha çalışanlarının yıpranmasına yönelik düzenlemeler, esnek çalışma ile ilgili ilave düzenlemeler ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmaya yönelik taleplerimiz oldu. Mesela, 2018 yılında imzaladığımız TİS’te kadın çalışanlara menstrüasyon iznini getirdik. Bu arada sadece sendikalı üyeler değil tüm vakıf çalışanlarının imzaladığımız toplu iş sözleşmesinin sağladığı olanaklardan , dayanışma aidatı vererek yararlanmasını sağladık. Tüm bunlara ek olarak, bütün sivil toplum alanının katılımcı demokrasi prensiplerini sahiplenmesi için çaba gösterdik.

Bu dosyayı hazırlama amaçlarımdan biri sivil toplum çalışanlarının çalışma koşullarını incelemek. Sizin bu koşullara dair deneyim ve gözlemleriniz nedir? Bu soruyu TOG özelinde değil genel olarak sivil toplum sektörünü baz alarak soruyorum.

STK çalışma koşullarının, insanlığın hak mücadelelerinin sonucunda birer kazanımı olarak gerek ulusal ve gerek uluslararası mevzuatlara getirdiği modern dünyadaki görece daha iyi ve rahat çalışma koşullarına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye özelinde, OECD ülkeleri içerisinde en fazla çalışma saatlerine en az ücrete tabi tutulan çalışma şartlarına sahip ülke olduğunu düşündüğümüzde, Türkiye’deki STK çalışanlarının kısmen daha rahat çalışma koşullarına sahip olduğunu ve sert hiyerarşik baskılara maruz kalmadığını söylemek mümkün. Ancak bu durum bir işçi – işveren ilişkisi ve yapılan işte hedef – zaman korelasyonunun olmadığı bir gerçekliği yok etmiyor. STK çalışanları, hedefi-zamanı-bütçesi belli projelerde çalışıyor. Bunda STK’ların şirketlerin sosyal sorumluluk bütçesi ya da çeşitli hibe fonlarıyla kaynak edilebilmesi ya da bağışlarla ayakta kalmaya çalışması gibi bütçesel meseleler de etkili. Özellikle saha çalışmalarını düşündüğümüzde, işin ölçümünün teknik olarak yapılmadığı/yapılamadığı bu durumlarda, STK çalışanları esnek çalışma koşullarına sahipler. Buna, proje bazlı yani belirli bir zamansallığı kapsayan çalışma süresine sahip olması eklendiğinde, ‘güvencesiz çalışma’ kavramını da eklemek de mümkün.

Bu çalışma koşullarını da ele alarak sizce sivil toplumda sendikalaşma oranı ne düzeyde?

Bunun veri olarak tam raporunu ve rakamını bilemesek de, sivil toplumdaki sendikalaşma oranının istenilen bir düzeyde olmadığını söylememiz mümkün. Sendikamız Sosyal-İş’in İstanbul Şubesindeki dostlarımızla konuştuğumuzda sivil toplum kuruluşlarındaki sendikalaşma sayısının iki elin parmağını geçmemekte olduğunu görmüştüm. Sosyal İş Sendikası’nda örgütlü çeşitli vakıf üniversiteleri akademisyenlerini ve çalışanlarını ya da çeşitli meslek odalarını dahil ettiğimizde rakam biraz daha yükseliyor.

Oranların istenilen düzeyde olmamasının sebeplerini açıklar mısınız? Sivil toplum çalışanları da beyaz yakalı. Diğer yandan hak temelli çalışmalar bu sektörde ağırlıkta. Sivil toplum çalışanlarındaki “sendika” algısı nedir?

Bunun nedenlerini , tarihsel toplumsal ve iktisadi bağlamlarına oturtarak, iç ve dış dinamiklerin birlikteliğiyle ve küresel iktisadi sistemde yeni bir paradigmanın -neoliberalizm- hakim olmasıyla açıklayabilirim. 1929 Ekonomik Buhranı’na çözüm olan Keynesian Ekonomi Modeli artık çalışmıyordu ve 1960’ler ve 70’ler dünyası, kapitalizmin yaşamış olduğu ‘kârlılık krizi’ne yeni bir alternatif üretmeye çalışmaktaydı. ABD Başkanı Richard Nixon, 1971 yılında ‘Bretton Woods’ para sisteminin terk edildiğini, uluslararası kamuoyuna deklare etmişti. Sonuç olarak Chicago Boys olarak bilinen Chicago Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden iktisatçıların ortaya alternatif olarak attığı bir yeni bir paradigma uygulanmaya başladı. Bunun siyasal, sosyal ve ekonomik yansımaları ABD’de Reagan, İngiltere’de Margeret Thatcher gibi iktidar dönemlerinde ve sonrasında görüldü. Ülkemizde ise bunun tecellisi, 1980 darbesi ve sonrasında eksiksiz şekilde uygulanan 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları’dır. 24 Ocak Kararları Türkiye’nin noliberal iktisadi sisteme entegrasyonunun ilk adımı. Sosyal ve ekonomik hakların törpülenmesi, maaşların düşürülmesi, sendikal hakların olabildiğince berhava edilmesi (Hatta, 1980 Darbesi DİSK’i kapatmıştı.), emeğin üzerinde esnekleştirme ve güvencesizleştirmenin domine edilmesi, sınırsız bir özelleştirme furyası, kamu harcamalarının kısılması… Tüm bunlar bir şok terapi ile değil, tedricen uygulanageldi ve uygulanıyor. Şu anda da sendikal haklar noktasında yetersiz olmamız, sadece bizim bulunduğumuz iş kolunda ve iş alanında değil, çok genel bir mesele.

Sivil toplum kuruluşları kavramının  -İngilizcesinden içeriği de karşılayacak şekilde-  tam çevirisi Devlet dışı/Hükümet dışı kuruluşlar/organizasyonlar. Devletin elinin yetmediği alanlara el uzatmak, hizmet götürmek ve açığı kapatmak gibi, en genel anlamıyla, görev alanlarına sahip. Türkiye’deki STK algısı ve pratiği, içeriğini karşılayan istisnai örnekler dışında, bu şekilde işlemeyen örneklere de çokça sahip. Bu nedenle ‘hak temelli’ çalışmalar STK’cılık yapmak isteyen örneklere mahsus olmakta kanımca.

Beyaz yakalı, başka ifadeyle orta sınıf gibi kavramlar akademide de tartışılan mefhumlardan birisi. Modern kentlerin kurulması ve teknolojik gelişmelerin ilerlemesi nedenleriyle (endüstriyel sanayinin gelişmesi) işçi sınıfının kafa ve kol emeğinin ağırlığında vasıf seviyeleri de sürekli bir değişime uğrar. Yani teknik gelişmeler bağlı olarak işçiler de gereklere ve değişime odaklı olarak dönüşüm yaşar. Ancak bu durum, emeğini satarak geçinen kesimin toplumsal iş bölümündeki konumunu, yani kapitalist toplumdaki yerini değiştirmiyor. Marx Kapital’de: “Ticari işçi doğrudan doğruya emek üretmez. Ama emeğinin fiyatı emek gücünün değeriyle şu halde bunun üretiminin giderleriyle belirlenir, oysa, bu emek gücünün uygulanması, kullanılması, enerji harcaması, aşınıp yıpranması, öteki bütün ücretli işçilerde olduğu gibi, hiçbir şekilde değeriyle sınırlı değildir… Sözcüğün gerçek anlamında ticarî işçi, emeği vasıflı emek olarak sınıflandırılan ve ortalama emeğin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli işçiler sınıfına girer. Gene de bu ücret, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, ortalama emeğe göre bile bir düşme eğilimi gösterir. … gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı dil vb. bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgide daha hızlı, kolay, yaygın ve ucuz bir biçimde yeniden üretildikçe, kapitalist üretim tarzı da öğretim yöntemlerini, vb. pratik amaçlara doğru yöneltmeye başlar…Üstelik bu, arzı artırdığı için rekabeti de artırır. Pek az istisna ile bu kimselerin emek-gücü, bu yüzden, kapitalist üretimdeki gelişmeyle değer kaybına uğrar. Emeğin kapasitesi arttığı halde bu işçilerin ücretleri düşer. Kapitalist, gerçekleştirilecek değer ve kârı arttıkça, bu işçilerin sayılarını çoğaltır.” diye belirtir. En temel tabiriyle, beyaz yakalı da, emek piyasasında sahip olduğu vasıflar ve teknik ya da düşünsel beceriden ötürü, mavi yakalı üretim işçilerinden fazla maaş ve daha rahat yaşam koşullarına sahip olsa dahi, yaşamını idare etmek için emeğini satmaktan başka çaresi olmayan bir kesim. Bir başka deyişle, beyaz yakalının sahip olduğu vasıf, onun emeğini piyasada alınıp satılan bir meta olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Kaldı ki beyaz yakalının sahip olduğu vasıf ve teknik bilgi, modern toplumda kolayca üretilmeye başlanınca, ne kadar yüksek maaş ve rahat çalışma koşullarına eriştiği de soru işareti olmakta. Üniversiteli işsizlik bunun en açık göstergelerinden. Bu nedenle beyaz yakalı kavramının, bir iş ilişkisi ve işçi olma durumunu değiştirmediğini düşünüyorum. Sonucunda, beyaz yakalı da olsa sendika algısını özellikle hak temelli ve katılımcı bir çalışma ve sivil toplum ortamının olmazsa olmazlarından görüyorum. Tüm bunlara ek olarak; LGBTİ bireylerin ve maden işçilerinin nasıl dayanıştıklarını anlatan ve 1980’ler İngilteresi’nde yaşanmış gerçek olayları anlatan ‘Pride’ filminin önemli gördüğüm bir pasajından bahsetmek isterim. 1984’te Galler’de madencilerin greve gittikleri haberini alan LGBTİ bireyler, mealen söylüyorum, ‘madenciler de bizim gibi itilmiş insanlar’ diyerek greve destek veriyorlar. Hükümet grev alanına yiyecek/içecek ikmallerini kesince grev sönümleniyor. Filmin sonu ise tüyleri diken diken edecek şekilde bitmekte. Grevdeki işçiler Onur Yürüyüşü’nde LGBTİ bireylere desteğe geliyorlar. Sınıfsal ve sosyal toplumun tüm ötekileştirilenleri ve itilmişleri bu şekilde bir araya gelebilirler.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir