Yeni bir dönemin şafağında Emek Siyaseti

İkep Sakarya Temsilcisi Kadrican Mendi’nin “Birleşik İşçi Zemini’nin (BİZ) Birleşik Çoğulcu Demokratik İşçi Siyaseti Arayışı Forumu”na katkı için kaleme aldığı, Kara Budun Mescidi‘nde yayımlanan yazısını iktibas ettik.
İlginize sunuyoruz.


Kadrican Mendi

Cumhuriyet’in 100. Yılı yaklaşırken Emek güçlerinin bağımsız, kitlesel ve politik bir mevziyi görünür hale getirememeleri meselesi tüm Türkiye siyaseti açısından hayati derecede önemli.

Cumhuriyetin ulus devlet projesinin 50’lere kadar memur/eşraf/sermaye mihverinde şekillenmesi emek güçlerinin, sınıfsız bir kitle olarak tasavvur edilen ulus bünyesinde, sınıfsal bir bilinç (class for itself) edinmesini neredeyse imkansız kıldı!

60 sonrası şehirlerde biriken toplumsal yığılmayla birlikte, “zamanın ruhu”nun da yardımıyla ortaya çıkan politik hareketlenme de, TİP’in çok kısa süren etkin rolünü yitirmesiyle, önce fraksiyonlara 70’lerin sonlarına doğru da Türk –Kürt “ulusal” parçalarına bölünmeye başladı.

Kitlesel karşılığı olmayan küçük örgütlerdeki bir avuç gencin fedakarane çıkışları ile yine bazı bölgesel ve mevzi alanlarda, legal siyaset üzerinden edinilmiş kazanımlar dışında, toplumsal muhalefet emekçi sınıflarla zaten zayıf olan irtibatını büyük oranda yitirdi.

Bu kopuşta sol retoriğin topluma bakışındaki “ilerici-gerici” tasnifinin cumhuriyet elitleriyle örtüşür niteliği de belirleyici oldu. Otoriter rejimle sorun yaşayan milyonlar karşısında sol siyaseti “işbirlikçi” bir konuma düşüren bu söylem aynı zamanda geniş kitleleri “din ve devlet düşmanı komünistlere karşı savaşan” sağ iktidarlarının politikaları arkasında yedekledi.

Aynı dönemde Ecevit’in “orta’nın solu”, kendi dinamikleri içinde düşe kalka hareketlenmeye başlayan emek güçlerine – komünist olmayan, bilakis yerli ve milli, hem de Kemalist bir sol’u işaret ediyordu. Yani; sınıfsal çelişkilerin “Kemalist ulus” içinde görünmez kılındığı, devletin bir ”baba” figürü olarak kurgulandığı, içinde emekçilerin bizatihi olmadığı, fakat burjuva partileri tarafından temsil edildikleri bir siyaset kurgusuydu bu!

Tüm bu, sistemi reforme etme çabalarına rağmen burjuva siyasetinin başarısızlığı üzerine “zinde güçlerin” kotardığı 12 Eylül darbesi ,yukarıdan aşağı dizayn ettiği otoriterlik ve toplumsal mühendislik çalışmalarıyla ortalama emekçiyi “ortalama vatandaş”a dönüştürerek terbiye etmeyi , böylece yeniden sınıfsız, sorunsuz yekpare bir “Türk toplumu” oluşturmayı amaçlıyordu.

Apolitizasyon , kapitalizmin kurumsallaştırılmasını hedefleyen siyasal ve hukuki düzenlemeler, siyasetin sterilize edilmesi, medya ve eğitim yoluyla yürütülen kitlesel endoktrinasyon, işkence ve yargısız infazlar dahil en pervasız yöntemlerle uygulandı.

Dünya genelinde esen neoliberal söylemlere Sovyetler Birliği’nin kendini feshetmesi de eklenince 12 Eylül restorasyonu karşısında varlık gösteremeyen legal sol, emek siyasetinden tamamen uzaklaşarak kendini burjuva siyasetinin kimlik poltikaları içine hapsetti. Aynı dönemde yükselen politik islam karşısında ise kendini devletin laiklik politikalarının arkasında konumlandırarak, şehirli orta sınıfların “hassasiyetleri”ni esas alan bir politik güzergaha yerleşti!

Bu dönemde “sistemin mağduru” iddiasındaki islami çevreler ise ideolojik olarak devlet/statüko yanında durma şeklindeki geleneksel tutumları sonucu tüm “sistem karşıtı” tezlerini kimlik siyaseti içinde tüketerek sonunda sermaye/siyaset bloğunun toplumsal zemini haline dönüştüler.

*

Tam da bu noktada sınıf siyasetini göğüsleyecek, “zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayan” işçi sınıfı söylemine daha yakından bakma zarureti var; Emek siyasetinin “100 yıllık Cumhuriyet tecrübesi” ne rağmen hala örgütsüz, siyasallaşamamış, mütereddid tutumunu tarihsel ve toplumsal arka planı üzerinden değerlendirmek zorundayız.

Öncelikle “100 yıllık Cumhuriyet” hikayesinin hem sakladığı hem de itiraf ettiği bir gerçek üzerinde durmamız lazım; aslında coğrafyamızdaki emek sınıfı ve mücadelesinin köklerinin 100 yıldan daha eskiye uzandığı gerçeği …

Bu toprakların hikayesini Cumhuriyetle başlattığımızda, Osmanlı’nın Kapitalist dünya sistemine eklemlendiği son asrında Selanik, İstanbul, İzmir, Bursa, Trabzon, Van, Beyrut, İskenderiye gibi özellikle dünya ticaret ağına dahil liman kentlerinde birikmiş, toprakla ilişkisini büyük oranda yitirmiş, emeğini satarak geçinen emekçi kitlelerin olduğunu, bunların geleneksel lonca yapılarından işçi birliklerine hatta sosyalist fırkalara kadar çok farklı biçimlerde örgütlülüklere ve sermaye karşısında mücadele tecrübesine sahip oldukları gerçeğini bir kalemde ıskalamış oluyoruz.

Farklı din, mezhep ve etnik grupları barındıran emek örgütlenmelerinin, dernek ve partilerin, sendika ve grevlerin bu dönemde ortaya çıktığının gözardı edilmesinin, bugünün emek siyasetini imal edilmiş bir “ulus” içine hapsetmeyi, emeğin enternasyonel ufkunu karartmayı amaçlayan bilinçli bir tercih olduğu açıktır.

Ermeni, Rum, Türk, Kürt, Bulgar, Arap, Yahudi, Ortodoks, Sünni, Alevi, Ezidi, Dürzi’lerden oluşan bu emekçi kitlelerinin imparatorluk bünyesinde bir araya getiren ortaklaşmanın “emek mücadelesi” üzerinden gerçekleşmesi, din, mezhep ve etnik aidiyetleri dikine kesen bir “sınıf bilici”nin varlığının da en açık ifadesidir.

Osmanlı bürokrat aydın sınıfının devleti kurtarma sadedinde giriştiği reform çabalarının “Türkçü silahlı bürokrasi”nin emrine girmesiyle birlikte imparatorluktaki değişimin dinamiği olan emekçi sınıflar, bir ulus inşaası projesinin itici gücü haline dönüştürülmek üzere manipüle edildi.

Abdülhamid’in başlattığı; sermayenin Türkleştirilmesi/İslamlaştırılması projesi İttihatçılar tarafından “mantıki” sonuçlarına kadar sürdürüldü! Müslümanlara dönük teşvikler ve alternatif örgütlenmelerle başlayan süreç, İttihatçılarla birlikte boykotlarla, gayr-ı Müslim işçi, esnaf ve zanaatkarlara dönük şiddet kullanımıyla, “Müslüman” esnaf teşkilatlarının paramiliter unsurlara dönüştürülmesiyle devam etti ve finalde kitlesel gayr-ı Müslim soykırımı ile taçlandırıldı!

Halkların emek üzerinden oluşturdukları enternasyonel sınıf bilinci Türkçü/ulusçu kadroların etnisite mühendisliği sonucu bir daha ayağa kalkamayacak şekilde kirletildi ve sonuçta tasfiye edildi

Cumhuriyet/İnkılap tarihçilerinin, bu topraklardaki toplumsal değişimin özünü ısrarla gizleyerek, değişimin dinamiği ve öncüleri olarak küçük burjuva aydınlarını işaret etmesi, Cumhuriyet’in de bu küçük burjuva aydın sınıfının “aydınlanma” yolundaki nihai zaferi olarak tarif edilmesi, bugün hâlâ siyasetin tartışılmaz hakim paradigması olarak kutsallığını koruyor.

İçinde emekçilerin ve emek siyasetinin görünmez kılındığı bir “Cumhuriyet” ve “Aydınlanma” hikayesi!

Gayr-ı Müslim, gayr-ı Türk “unsurlar”ın tasfiyesi, coğrafyadaki nitelikli, örgütlü emekçi sınıfların, dolayısıyla emek güçlerinin birikiminin de ortadan kaldırılması anlamına geliyordu.

Bunların ikamesi olarak Anadolu’ya taşınan “muhacir” kitleler ise ağırlıklı olarak köylü ve esnaftan ve az sayıda küçük zanaatkardan oluşmaktaydı. Ülkedeki emek piyasasının tamamen altüst edildiği bu sürecin sonunda Cumhuriyet, “amele kesimi”ni, sıfırdan kurduğu ulus içinde “ulusal iş bölümünün bir parçası” olarak tarif ederek, emeğin bağımsız, siyasal bir aktör olabilmesinin önüne bugün dahi varolan ideolojik bariyerler yerleştirdi!

Cumhuriyetin sınırlarını çizdiği topraklara dışarıdan taşınan milyonlarca “muhacir”in, varolmak için devlet hamiliğine muhtaç pozisyonları, ve yine cumhuriyetin “modern vatandaş” yaratma iddiasına rağmen, bu sosyolojinin kendisini etnik köken ve hemşehrilik üzerinden örgütlemesine, toplumsal mobilizasyonu kontrol edebilmek adına siyaseten teşne olması çarpıcıdr. Bu grupların sadakatlerinin gayr-ı Müslimlerden gaspedilen emval ve emlakın yağmasına ortak edilmeleriyle de güçlendirildiğini de eklemekte gerek var!

Dolayısıyla “10 yılda 15 milyon genç yaratan “ Cumhuriyet, tüm uluslaşma süreçlerinde olduğu gibi toplumsal sınıfları yok sayan bir siyasetin gereklerini yerine getirdi ve bunun için “sıfırdan” yaratılan bir memur/aydın sınıfına yaslandı.

Toplumsal bir dinamik olarak kendinde öncülük misyonu gören bu memur/aydın sınıfı içinden bir kesimin zamanla sahiplendikleri “solculuk” ve bunun siyasetini yaptıkları iddialarına rağmen aslında ait oldukları “burjuva sınıfı”nın siyasal sözcüleri olmaları, bugün emek siyasetinin karşı karşıya olduğu açmazlardan biridir!

Emek sınıfının kendini bu toplumsal ve siyasal hegemonyanın içinde var etmesini güçleştiren bir diğer neden ise ; Aile, aşiret, hemşehrilik gibi dayanışma temelli geleneksel yapıların tek tek emekçilere sistem karşısında bireysel korunma olanağı sağlarken aynı zamanda “zircirlerinden başka kaybedecek şeyler”e sahip oldukları yanılsamasına yol açmasıdır!

2000’li yıllara kadar sınıfın içinde emeğiyle geçinen önemli bir kesiminin, aslında salt emeği ile değil, aynı zamanda bir ayağının hala köyde/taşrada olması sayesinde, “ücret” dışında da, ayni ve hatta nakdi ek imkanlara sahip olması ve hemşehrilik, etnik-mezhebi köken aidiyetleri üzerinden orta sınıf karakteri göstermesi realitesiyle de yüzleşilmesi gerekmektedir.

Son 20 yıllık akp iktidarında bu sosyolojik zeminin nasıl kendi sonunu hazırlayan kapitalistleşme sürecinin taşıyıcıları haline dönüştüklerini unutmamak lazım.

Dolayısıyla toplumsal dönüşümün en dinamik unsuru olan emek güçlerinin hem Cumhuriyet elitleri hem de sağ iktidarlar tarafından “orta sınıf” içine hapsedilerek görünmez kılınmaya çalışılmasına karşı, teyakkuzda bulunması gereken emek siyaseti aktörlerinin, ortaya şehirli /orta sınıf hassasiyetlerinin sözcülüğü dışında, bizzat sınıfın çıkarlarının arkasında duran bir hat oluşturması önemlidir.

Bugün, özellikle pandemi süreciyle birlikte ortaya çıkan gerçek, hem kapitalizmin son 20 senede ülkede ne derece kurumsallaştığını hem de bunun karşında emekçilerin ise, aile dahil geleneksel himaye/dayanışma ağlarının çözülmeye başlaması ile birlikte, örgütlü sömürü karşısında nasıl çırılçıplak kaldıklarını gösteriyor!

Bugün emekçi sınıflar açısından kaybetmekten korktukları “orta sınıf imtiyazları” kalmamıştır. Siyasal düzen kendini kapitalist biçimde yeniden inşa etmişken emekçi sınıfların “Cumhuriyet, aydınlanma, laiklik, Atatürk” sloganları dışında, hayatlarına dokunan, somut ekonomik, siyasal ve toplumsal kazanımları hedefleyen adımlara ve bunu örgütleyebilecek, sınıfın içinden gelişecek gerçek bir siyasal liderliğe ve yapılanmaya ihtiyacı olduğu gerçeğinin daha fazla izaha ihtiyacı yoktur.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir