Akademide Müşterekler Mümkün Mü?

Müştereklerimiz Atölyeleri 12 Ekim’de gerçekleşen Aslı Odman ve Emre Kovankaya’nın katıldığı “Akademide Müşterekler Mümkün Mü?” dersiyle başladı.

 

Aslı Odman “Akademide müşterekler olur mu?” sorusuna cevaplarının, ilk ders vermeye başladığından bu yana geçen yirmi üç yıla ve farklı iniş çıkışlara yayılan akademik hayat deneyimiyle, bu süreçte bekledikleri, yapabildikleri ve yaşadığı hayal kırıklıklarıyla beslendiğini söyledi. Anlatımına “Akademi” kelimesinin kökenini tartışarak başladı. Eflatun ve etrafındaki öğrencilerin bir araya geldikleri Atina’nın çeperlerindeki yerin bir Attikalı  ‘askeri kahraman’ olan mülk sahibi Akademos’un bahçesi, korusu olduğu, bunun da bizi sık sık görünmez kılınan akademi ve mülk sahipleri ilişkisini öncelikle sorgulayarak işe başlamaya davet ettiğini belirtti:

 “Bizim Akademosumuz kim, kimler, hangi koruda hangi şartlarla bulunuyoruz, bilimsel üretimin materyalist koşulları ve buradaki dönüşümü öncelikli olarak anlamaya çalışmalıyız.”

Konuşmasının devamında birbirinden ayrışmış gibi görünen devlet ve sermayenin diyalektik bir sistem oluşturduğundan bahsetti. Üniversitelerin ve akademi işkolunun inşaat, enerji, sağlık  gibi son yıllarda hızla büyüyen sektörlerden biri olduğundan bahisle üniversitelerin sermaye grupları arasındaki rekabet ile devletle ve ideolojik alan içindeki konumundan bahsederek mütevelli heyetleri üzerinden nasıl iktidardaki kurumlara bağlandıklarını, 2013’de yapılmış bir ağ çalışması üzerinden gösterdi.* Bülent Şık davası üzerinden kamu kaynakları yoluyla finanse edilen araştırmaların kamu yararına kullanılmasının engellenmesine örnek verdi. “Yakıcı ihtiyacı erdeme dönüştürmemiz” gerektiğini söyleyip bu bağlamdaki girişimlere dair örnekler verdi.**:

Devlet “Kamu” değil büyük bir Şirket, bir Dev-Şirket. Artık devlet analizlerimizde, kamu arkasından yaktığımız nostaljik ağıtları bırakmamız gerekiyor. Halk sağlığı, ekoloji meseleleri, insan hakları, yaşam hakkının korunması gibi aslı kamusal meseleleri düşünelim. Devletin bir şirket gibi işletmecilik ideoloji ile yönetildiğini göreceksiniz. Faydayı kendi yönetici sınıfına, toplumsal risk ve atıkları dışa aktarıyor. Gelecekteki sağlık, can ve esenliğe de ket vuran kitlesel suçlar işliyor, cezasız kalıyor. Gıda mühendisi Bülent Şık’a Sağlık Bakanlığı’nın açtığı davayı örnek vereyim. Beş seneye yakın devasa bir halk sağlığı projesi yürütülüyor, en az doğrudan 7 milyon, dolaylı olarak bunun kat be kat insanı, ve çok daha geniş bir ekosistemi ilgilendiren. Araştırma biteli 4 sene olmuş, fakat onlarca araştırmacıya imzalatılan gizlilik sözleşmesi de kullanılarak, sonuçları sessiz bir oydaşı ile gömülüyor. Bülent Şık, Barış Bildirisindeki imzası öne sürülerek khk ile üniversiteden ihraç  edildikten sonra Bianet ve Cumhuriyet’te yayınlıyor araştırmanın kısmi, kendinde olan sonuçlarını. Devlet sırrını ifşa etmek ve memuriyet dahilinde kendine tevdi edilen gizli bilgileri sızdırmaktan dava açıldı. İkinci suç isnadından 15 ay hapis cezası verildi. Soru: Akademi ne işe yarar? Kamu sağlığını bu kadar doğrudan ilgilendiren bir araştırmanın sonuçları gizlenebilir mi? Devletin pozitif eylem yükümlülüğünü, kamu sağlık ve güvenliğini korumak için önlem alma yükümlüğünü bu araştırma sonuçları olmadan nasıl ele alabiliriz? Gerçekten böyle bir araştırmanın sonuçlarının açıklanması yasaklandığında, o soru gelip tüm gündelik akademik pratiklerimizin ortasına kuruluyor: Akademi ne işe yarar? Aynı Brecht’in dediği gibi ‘Önce ekmek gelir, sonra ahlak!’. Akademinin ekmeği nedir diye sormadan, ahlakını sorgulayamayız. Diğer araştırmacılara baktığınızda büyük bir ihtimalle ilgili araştırma cv’lerde güzel güzel durmaya ve akademik teşvik puanı getirmeye devam ediyor.”  

“Akademisyen kelimesi, şekli bir kelime. İçeriğimiz ‘araştırma faaliyeti’. Kolektif keşif ve sonuçların yayılması anlamında pedagoji, yani eğitim de bunun olmazsa olmazı. Bizim bu araştırmacılık birikimimiz ve pratiğimiz kamu tarafından finanse edildi, metot, kuram, dil, pedagoji bilgisi edinmemiz, literatürü takip etmemiz, saha, laboratuar çalışmasına vakit ayırmamız, okumamız, yazmamız, iş çıkaracak gözlerle toplumu ve ekosistemi gözleyerek yürümemiz, bir yerden bir yere ekmek derdi peşinde koşmak kısıtıyla boğulmadan, zamansal ve mekansal olarak kendi doğrudan hayat kaygılarımızdan daha geniş dönemleri kapsayan sorunsallarla uğraşabilmemiz bununla mümkün oldu. Ne kadar iyi, kötü yaptığımızdan bağımsız olarak bu basit teknik bir gerçeklik. Ama tarafından var edilen araştırmacı pratiğimiz ile kamunun faydasını gözettiğiniz zaman Akademos’un bahçesinde barınamıyorsunuz. Organik bir ilişki, bir zıtlık ilişkisine dönüşmüş. Cismi gitmiş ismi kalmış işler yapıyoruz. Akademi işkolunda yaklaşık 200bin akademisyen, bir o kadar da idari ve teknik kadro çalışıyor. Sektörün nasıl büyüdüğünü dizi sektörüyle, inşaat sektörüyle karşılaştırın ki ele gelir olsun. 2002’den bugüne 66’dan 206’ya çıktı üniversite sayısı. Öğrenci sayısı aynı dönemde 1. 5 milyondan 7 milyon “öğrenci-müşteriye-seçmene” çıktı. Anası babası ‘çocuğunu okutmak için’ borca harca giren yüz binlerce genç insandan bahsediyoruz. Alım garantili bir üründen, bir ‘marka değer’den bahsediyoruz, çünkü ‘eğitim şart! ve her şeyin başı eğitim!”

“Özetle işkolumuzun, araştırma alanının üretim araçlarının gelişimine baktığınızda müthiş bir sıçrama dönemi yaşıyoruz. Dijital imkanların da genişlemesi ile, üretim araçlarımıza bakın, dünyanın kitapları, arşivleri, haritaları, sahalarından görsel, işitsel veriler, veriler, veriler, elimizin altında. Cep telefonumuzdan milyonlarca kitaba, ansiklopediye veya cari veriye ulaşabiliyoruz, gene bilgisayarın imkanları ile daha önce hayalini kuramayacağımız çeşitlilik ve çetrefillikte veriyi işleyebiliyor, temsil edebiliyoruz, esasında istersen kamusallaştırabiliyoruz da. Kağıt üzerinde çok daha isabetli, faydalı sorunsallar, araştırma gündemleri geliştirebilir, müthiş ekipler kurabiliriz değil mi, teknolojinin bu seviyesinde. Ama hayır tam tersi, akademide üretim ilişkileri, biatıyla, bireysel performansı öne sürmesi ile körüklediği erilliği, dedikodu, taciz ve ayak oyunları üreten içe kapalı akmayan arkaik kodları ile, antidemokratik, katılımcılık ve yataylığın kağıt üstünde varsa da  sözde kaldığı, neredeyse ekmek kıtlığı çekilen, paylaşım ilişkilerinin savaşlarla aşıldığı feodal çağlarda kaldı. En azından son beş seneyi alın. Rektör atamalarında göstermelik seçim bile kaldırıldı, binlerce akademisyen açıkça masumiyet karinesi ihlali anlamına gelen khk’larla üniversiteden atıldılar. Ne oldu, çok genel konuşursak, hiç yer falan sarsılmadı, ‘business as usual’ ilerliyor gibi gözüküyor, otosansür ile uyumsallaşıyor işkolu”.  

“Tüm bu çelişkinin bende yirmi üç yıl sonra bıraktığı, su içinde oksijenin yavaş yavaş azalması hissi, son kalan oksijen keselerine sığınan yaratıklar gibiyiz,  fakat burası şırıl şırıl akan bir nehirmiş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Su nasıl bataklık olmaz: akarsa. Nasıl akan pratikler geliştirebiliriz. Emek ile yatay ilişkiler ile, gündem ve sorunsalları geliştirme sorumluluğunu kolektif olarak alırsak. Eleştirinin olması lazım, onun içi de eşit olmak lazım. Bir özerklik olması, kişi, mevki, form tartışmasının iş, gündem, metot tartışmasını ikame etmemesi lazım. Tüm bunlar olmayınca bataklık oluyoruz. Su alıp veremediğin zaman, temizlenemiyor, akamıyorsun, bataklık oluyor, ancak o bataklıklarda yaşayabilecek ve onların ortadan kalkmasına diş geçirip, cansiperane ayak direyen lordlar ve kontesler oluyor tabi ki orada.”

“Modern toplumu oluşturduğu kabul görmüş bazı kurumlar var; aile, sendika, üniversite, devlet gibi. Bu kurumların dördü de artık vaatlerini yerine getiremiyorlar kanımca. Aile şefkat ve karşılıksız sevgi, sendika üretenlerin yönettiği bir ahlakı, devlet kamuyu, üniversitede özgür, kamusal bilimi vaadini yerine getirmiyor. Bu gerçekleşmeyen vaatlerin ortasında, acı veren bir fantazmagorya ile baş başayız. Ezici hayaletler ile. Teoriyi nereden alacağız? Teoriye vitrin, değişim değeri olarak bakıyoruz. Kullanım değeri olarak, kendi yaşadığımız mekanın sorunsallarına nasıl faydası olur diye bakmıyor, o yüzden de yaşanan tekil gerçekliklere uygun teorik faaliyetlerde bulunmuyor, metodu da son model cep telefonu gibi ithal ediyoruz. Teori ve metoda yapılan işe dışsalmış muamelesi yapıyoruz.”***

“Monologlar yerine taş üstüne taş koyduğumuz çalıştığımız, iş odaklı örgütlenmeler kurmamız gerekiyor. Panel, seminer, monolog dersler, sempozyum, kongre değil, belirli bir ürünü hangi adımlarla çıkarsak sorusunu bir masa etrafında sorduğumuz çalıştaylar. Sınırlarını tartıştığı bir toplumsal meseleyi kendine dert eden, çalışma tarzını ekibini, kolektifini, iş bölüm ve hiyerarşisini de kendi belirleyen, metot, kuram ve bilginin kamusallaştırması konularını sonraya veya önceye atmayan. Belki buradaki müşterekler çalıştaylarını, çok uzun olmayan bir zaman zarfında  iş çıkaran atölyelere, yaparak öğrenilen kolektif işlere dönüşmesi amacını da düşünmeliyiz. Başkalarının bize anlatacakları yok, ortak belirlenecek bir araştırma gündemi, bir iş bölümü, bir mesai, yaparken ortak öğrenilecek somut iş adımları var. Ve emin olun hangi akut toplumsal meseleye elinizi atsanız, bilgi, araştırma vakumu var. İhtiyaç büyük…Bilgi müdahil olmayınca, toplumsal müdahaleler de bilgili olmuyor. İkisi de birbirine muhtaç ve başka bir zaman ve mekanda başlamayacak ‘başka türlü bir akademi. “

 

Emre Kovankaya ise üniversitede öğrenci ve akademisyen olarak bulunduğu yıllarda üniversitede edindiği bilgiyi hayatında nereye koyması gerektiğine dair kendi yaşadığı çelişkileri ve bulduğu çıkış yollarını anlattı:

“Şehir ve bölge okuyordum, belirli bir yerden sonra yapacağı somut önerilerin ve işlerin imar mevzuatı çerçevesinde kalabileceğini anlıyorsun, sana buradan soruyorlar. Ben bu noktada okuduğum bölüme yabancılaşmıştım. Ancak bir yerde akademikleşmeye başlayan bilginin bir mücadele aracı olabileceğini fark ettim. Birisi bir üniversiteden mezun olduğunda piyasa dışında bir alternatifi de olmalı diye düşünmeye başladım. Sadece şehir planlama için geçerli değil, tüm meseleler için de geçerli bu durum. Daha sonrasında Mahalleler Birliği ile tanışıp şehir planlama bilgilerimi halk için kullanabildim. Üniversite üzerinden gitmeye gerek yok, marangozluğa filan da uygulanabilir bu. Halkın yararına, yani kendi yararımıza nasıl kullanacağız bu bilgileri?”

“Reaktiften proaktife geçme, başkalarının söylediklerine cevap vermeden muhalefet üretmeye geçişi Mahaleler Birliği ile yaşadım. Müştereklerimiz Atölyelerini de arkadaşlarla bu bağlamda beraber düşündük. Bu sıkışmış ortamda bizim bu mekanizmaları yaratabiliyor olmamız lazım. Hangi bilgiyle donatılıyorsan bunu bir şekilde bir hak mücadelesinin parçası haline getirebilecek mekanizmaları çoğaltabilmek önemli. Bizim hedeflerimizden birisi de bu.”



*https://burak-arikan.com/tr/higher-education-industrial-complex/
** https://www.mesopotamia.gr/en/who-are/: Atina/Moschato Mahallesi Mesopotamia Dayanışma Okulu 

https://www.off-university.com/: Almanya online açık erişimli üniversite girişimi, bir grup Barış Akademisyeni girişimi

 http://www.fondation-copernic.org/, Fransa ‘Halkın Think-Tankı’ tabir edilen Copernic Vakfı..


***Aslı Odman’ın konuşmasında referans verdiği yazı dizisi: https://birartibir.org/siyaset/46-dayanisma-akademileri-yakici-ihtiyaci-erdeme-donusturmek; https://www.birartibir.org/component/tags/tag/asli-odman

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir