Sokak Mektebi: Göçmen Emeği

Sokak Mektebi’nin ikinci haftasında, Polat Alpman ve Fatmanur Delioğlu göçmen emeği konusunu tartışmaya açtı.

Polat Alpman, konuşmasına emek sömürüsünü ve bu sömürünün diğer ayrımcılıklarla ilişkisini anlatarak başladı. İçinde yaşadığımız dünyanın emeğe sahip olanlar ve bu emeğe el koyanlar diye ikiye ayrıldığını ve sermaye dediğimiz şeyin de bu emek sömürüsünün yoğunlaşmış hali olduğunu ifade etti. Alpman’a göre tarihin ilk zamanlarından beri farklı şekillerde ortaya çıkan emek sömürüsünün ve bu sömürünün beraberinde getirdiği eşitsizliklerin devamı için belli kategorik ayrımlar yapılıyor.

“Bu eşitsizliği sürdürmek için aramıza bazı ayrımlar çizmemiz ve Türk, Kürt; kadın, erkek; eğitimli, eğitimsiz; yaşlı, genç gibi kategoriler üretip bunlara belli bir  değer atfetmemiz gerekir. Mesela kadınların kadın oldukları için erkeklerden daha az ücret almasını normal karşılamak bunun bir örneği.”

Polat Alpman, emek meselesine kısa bir giriş yaptıktan sonra, sınırlar üzerinden şekillenen göçmenlik algımıza değindi. Sınırların son 200 yıllık süreçte doğanın bir parçası gibi algılanmaya başlandığını ve bu sınırların bugün bu kadar önemli olmasının hızla artan küreselleşmeyle ilgili olduğunu belirtti. Sermaye ve ürünlerin küresel çapta bir hareket alanı varken, insanların özgürce hareket etmesine engel olunmasından bahseden Alpman, ayrıca sınırların geçirgenliğine yani ülkelerin sınırlardan kendi çıkarlarını gözeterek insanları kabul etmesine de dikkat çekti.

Küreselleşemeyen, sınırlara sıkışan yoksulluk

“İnsanlar çeşitli nedenlerle yaşadıkları yeri terk etmeye çalıştığında burada göçmenlik krizi ortaya çıkıyor. Bu bir refah meselesi aslında. Yoksul olan yerlerden zengin olan yerlere bir akın var. Zenginler bundan endişeli. Bunlar gelirse biz ne yapacağız diye düşünüyorlar. Göçmen tipi sanki başka bir gezegenden gelmiş gibi algılanıyor. Zenginliklerinin kaynağının o yoksul yerler olduğunu düşünmüyorlar.”

“Göçmen deyince aklınıza zengin geliyor mu mesela? Akla gelen standartlaşmış bir tip var. Zenginler göçmen olabilir mi diye tartışmıştık önceden, onlar zaten küreselleşmiş bir yapıya sahipler. Küreselleşemeyen, sınırlara sıkışan ise yoksulluk. Servete sahip olup olmamak bu göç hikayesini belirliyor aslında.”

İnsan olarak var olduğumuzdan beri yaşamak için emek vermek zorunda olduğumuzu ama başkaları için üretip emeğimizin karşılığını eşit bir şekilde alamadığımızda sömürünün bir parçası haline geldiğimizi belirten konuşmacı en kolay sömürülen emeğin ise göçmen emeği olduğunu vurguladı. Bunun sebebinin göçmenlerin sahip olamadığı vatandaşlık, çalışma hakkı, güvenceli iş gibi imtiyazlar olduğunu belirtti.

“Emek zaten sömürülüyor, bu yetmiyor bir de buna göçmenlik ekleniyor. Göçmenlerin sadece yaşamak için çalışmaya başladığı bir döngü başlıyor. Çünkü onlar emeklerinden başka gerçekten hiçbir şeye sahip olmayan kişiler. Dahil olabilecekleri seçkinlik hissedebilecekleri hiçbir bağları yok.”

“Göçmenlerin haklarını talep etmek aslında kendi haklarımızı talep etmektir.”

Alpman, göçmenleri homojen ve sabit bir kategori olarak değerlendirmenin yanlış bir tutum olduğunu ve cinsiyet, inanç, etnik köken gibi farklılıkların göçmenlik deneyimini çeşitlendirdiğini belirtti. Ve son olarak aslında göçmenlerin yaşadıkları toplumda maruz kaldığı ayrımcılık ve eşitsizliklerin, o toplumdaki diğer insanların yaşadığı ya da potansiyel olarak yaşaması mümkün olan eşitsizliklerin bir göstergesi olduğunun bilincinde olmamız gerektiğinin altını çizerek konuşmasını bitirdi.

“Bir toplumda göçmenler iş hayatında ayrımcılığa eşitsizliğe uğruyorsa, oradaki vatandaşlar da bir süre sonra benzer koşullarda benzer ücretlerle çalışmaya başlar. Mesela, göçmenlere yüksek kiralarla ev kiralanıyorsa, kısa bir süre sonra diğer insanlar da aynı kiralarla karşılaşır. Toplumun herhangi bir kesimine ayrımcılık yapıyorsanız, bütün kesimlere aynı ayrımcılığı yapabilirsiniz. Göçmene göçmen olduğu için ayrımcılık uygulandığında, kadına kadın, yaşlıya yaşlıya, aleviye alevi olduğu için ayrımcılık yapmaya başlanıyor. Göçmenlerin haklarını talep etmek aslında kendi haklarımızı talep etmektir.”

Fatmanur Delioğlu ise, göçmen kadınların deneyimlerinden, iş hayatına katılım süreçlerinden ve karşılaştıkları sorunlardan bahsetti.

Öncelikle, göç araştırmalarının genelde erkekler üzerinde yapılmasının, göçmenlik anlatısının da bu yüzden sadece erkek deneyimi üzerinden tek yönlü olarak şekillendiğini belirtti. 1970’lerden itibaren ise göçmen kadınların anlatılarına da yer veren araştırmalarla, kadın ve erkeğin göç sürecini farklı deneyimlediklerinin ortaya konduğunu vurguladı. Delioğlu’na göre, kadınlar olarak homojen bir gruptan da söz edilemez, örneğin bir anne ile bir bekar annenin göç deneyimi birbirinden çok farklı olabilir.

Daha sonra, göçmen kadınların, hem göçmen hem de ataerkil bir toplumda kadın oldukları için, erkeklere göre daha dezavantajlı bir konumda olduklarının altını çizdi. “Göçmenler hayatta kalabilmek için çalışma hayatına katılmak zorundalar ve dil biliyor olmak bu süreçte çok önemli, ama kadınlar büyük oranda ev içi emekten ve çocuk bakımından sorumlu olduğundan dil eğitimi almaları çok mümkün olmuyor.”

Dil meselesinin ötesinde, göçmen kadınları kırılgan ya da güçlü kılan etkenlerin sistemsel olduğunu vurgulayan Delioğlu, ataerkil bir toplumda göçmen bir kadın olarak yaşanılan zorluklardan bahsetti.

“Mesela yaptığım bir mülakatta Suriyeli çalışan bir kadın işyerinde işvereni tarafından sürekli olarak tacize uğradığını belirtmişti. Yine aynı şekilde göçmen kadınlar neden makyaj yapıyor tarzında tartışmalar yapılıyordu birkaç yıl öncesinde. Aslında toplumdaki böyle baskıların ve ataerkil tepkilerin sonuçları çok ağır olabilir. Konuştuğum bir kadın imkanım olursa botla Avrupa’ya geçmek istiyorum demişti, bu onun hayati tehlikeyi de göze alması demek.”

Fatmanur Delioğlu, konuşmasının bu bölümünden sonra, göçmen kadınların hayata geçirilen mülteci mutfakları projeleri çerçevesinde nasıl bir dayanışma ağı kurduklarından bahsetti. Özel olarak, İzmit’teki al-Shami ve Okmeydanı’ndaki Kadın Kadına Mülteci Mutfağı’nın kuruluş süreçlerini anlatan Delioğlu, kadınların maruz kaldıkları bütün hiyerarşik ayrımcılıklara rağmen bu mutfaklarda eşitler arası bir dayanışma inşa etmeyi başardıklarını söyledi.

Özellikle, Okmeydanı’ndaki Mülteci Mutfağı’nın mahallelinin de kullanımına açık olması, onları ortak bir dayanışma ağının parçası haline getirmiş. Delioğlu’na göre bu nefret söylemini engelleyen ve toplumsal barışa katkı sağlayan bir süreç.

Son olarak, Delioğlu, mülteci mutfaklarına destek olmanın, buralarda çalışan göçmen kadınlarla tanışmanın ve ürettiklerini ürünleri satın almanın önemli olduğunu, ve beraberce dayanışmayı büyütebileceğimizi söyleyerek konuşmasını bitirdi.

Türkiye’de ve diğer birçok ülkede göçmenlerin ucuz işgücü olarak görülüp, insani olmayan şartlarda çalıştırıldığı bir dönemde göçmen emeğini konuşmak ve anlamaya çalışmak önemliydi. Göçmenler hem yaşadıkları toplumlarda her türlü ırkçılık ve ayrımcılığa maruz kalıyor hem de sermaye sahipleri tarafından en ağır şekilde sömürülüyorlar. Bu yüzden göçmenlerle eşit bir düzlemde dayanışma ağını kurmaya çalışmamız gerek. Çizilen sınırların ve üretilen hayali hiyerarşilerin ötesinde, hepimiz göçmeniz ve birlikte daha adil bir dünyada yaşamak istiyoruz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir