İlhami Güler

1959 yılında Tortum’da dünyaya geldi. 1980 – 1985 yılları arasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans öğrenimini tamamladı. 1987 yılında AÜ ilahiyat Fakültesi’nde Kelam Ana Bilim Dalı araştırma görevlisi olarak göreve başladı. 1985 – 1991 yılları arasında AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Prof. Dr. Mustafa S. Yazıcıoğlu danışmanlığında “Kur’an’a Göre Allah ve Ahiret İnancının Ahlakla İlişkisi” konulu teziyle doktora öğrenimini tamamladı. 1992 – 1993 yılları arasında Mısır’da Kahire Üniversitesi’nde dil öğrenimini gördü ve doktora sonrası araştırmalarda bulundu. 1996 yılında yardımcı doçent, bir yıl sonra doçent ve 2004 yılında profesör oldu. 2007 yılında bir yıllığına Londra’da dil ve bilimsel araştırma maksadıyla bulundu. 1997’den 2009’a dek çıkan İslamiyat dergisini çıkaranlar arasında bulundu, 2005 yılında resmiyet kazanan Doğu Konferansı çalışması içinde yer aldı. Bu dönemden sonra doğudan dergisi ve fikirzamanı internet sitesinde yazılar yazdı. 2010’da kurulan Halkın Sesi Partisi kurucu üyelerinden biri oldu. Halen AÜ İlahiyat Fakültesinde görev yapmakta olan İlhami Güler, evli ve iki çocuk babasıdır.

 

Kitapları

  • Politik Teoloji Yazıları. Kitabiyat Yayınları, 2002. (yeniden basım, Ankara Okulu Yayınları, 2010)
  • Sabit Din Dinamik Şeriat. Ankara Okulu Yayınları 2002.
  • Özgürlükçü Teoloji Yazıları. Ankara Okulu Yayınları, 2004.
  • Allah’ın Ahlakiliği Sorunu. Ankara Okulu Yayınları, 2007.
  • Konularına Göre Kur’an: Sistematik Kur’an Fihristi (Ömer Özsoy ile beraber). Fecr Yayınevi, 2009.
  • İtikattan İmana. Ankara Okulu Yayınları, 2009.
  • İman Ahlak İlişkisi. Ankara Okulu Yayınları, 2010.
  • Direniş Teolojisi. Ankara Okulu Yayınları, 2010.
  • İlhamiyat: Dini – Teolojik Aforizmalar. Otto, 2010.

Güler’le Özgün Duruş dergisi tarafından yapılan röportaj:

http://www.ozgundurus.com/Haber/Soylesi/29042010/Guler-Cok-iman-cok-dusunce-gerekiyor.php

29.04.2010

 

Güler: Çok iman, çok düşünce gerekiyor!

Ben genellikle kitap tasarlayıp yazmıyorum. Makale tarzında çalışıyorum. Beni rahatsız eden konularda varoluşsal olarak hissettiklerimi yazıyorum. Kitapların adı da kendini bana bağırıyor. Adlandırmada zorluk çekmiyorum. Asım Öz`ün röportajı:

Asım Öz / Özgün Duruş

İlhami Güler yalnızca bir ilahiyatçı değil, şirketlerin yönlendirdiği “küreselleşmeye” karşı çıkan, dünyanın bugünkü durumuna sert eleştiriler yönelten ve bu konularda siyasi yazılar yazan, söyleşiler yapan, demeçler veren, eylemlere katılan bir antiemperyalist. Kısacası gerçek bir entelektüel eylemci. Dini algılama noktasında tartışmalı yaklaşımları olsa da siyasal yönüyle direnişten yana olmuş bir isim. “Zalimler, nasıl bir çöküşe uğrayacaklarını yakında görecekler?”(Kur’an – 26/227) ayetinden hareketle bir direniş teolojisi oluşturmanın zaruriliğine dikkat çekiyor İlhami Güler “Direniş Teolojisi” kitabında. Kitabın ithaf cümlesi üzerinde durulmaya değer doğrusu: “Kendini ‘tarihin sonu’ olarak insanlığa dayatan zalimliğe/israfa (kapitalizm) ve dünyamızı esir almaya çalışan tağuta (ABD) dünyanın her yerinde direnen herkese…” Kitap iki ana bölümden oluşuyor: Küresel Direniş ve Yerel Direniş. Ayrıca ilk bölümün sonunda ekler bulunuyor. Güler, bir direniş teolojisine duyulan ihtiyacı, “Bugün ihtiyacımız olan şey, egemen iktidarlara yamanmış olan dogmatik teolojilerin (tuzu kuruların) ve dinsel kurumların ve söylemlerin arasındaki “diyalog” değil; ezilen halklar arası ‘dayanışma’ ve ‘direniş’tir. Sadece texte (metne) dayanan dogmatik teolojiler değil; kontekse dayanan dayanışma ve direniş teolojileri üretmeliyiz” şeklinde gerekçelendiriyor. İnsan arzularının/hevasının yarattığı fesada ve bu fesattan çıkışı mümkün kılacak yola işaret etmesi bakımından oldukça önemli olan kitabı İlhami Güler’le konuştuk.

 

Direniş Teolojisi’nde yer alan yazıları nasıl yazmaya karar verdiğinizden ve kitabın yapısından ve ithafından bahsederek başlayalım mı söze?

Ben genellikle -iki kitabım hariç- kitap tasarlayıp yazmıyorum. Makale tarzında çalışıyorum. Beni rahatsız eden konularda varoluşsal olarak hissettiklerimi yazıyorum. Sonradan geri dönüp baktığımda, belli yerlerde/konularda birikimlerin, göllenmelerin olduğunu görüyorum. Kitapların adı da kendini bana bağırıyor. Adlandırmada zorluk çekmiyorum. İthaf da öyle. Birden ilham olarak geliyor.

 

Kitabınızı yerel ve küresel direniş olarak ikiye ayırma nedeninizden başlayarak küresel ve yerellik kavramlarını nasıl anlamlandırdığınızı merak ediyorum?

Kitaptaki yazılar üç iktidar odağına karşı direnişi öneriyor. Birincisi, Makyavelizm veya küresel emperyalizm. ABD, İngiltere ve İsrail’in İslam coğrafyası üzerine zorla tasallutuna karşı direniş. İkincisi ülkemizdeki militarizme karşı direniş. Üçüncüsü ise dinin ölümü olarak veya Tanrı’yı kandırma teşebbüsü olarak teşhis ettiğim ülkemizde cari muhafazakârlığa karşı direniş.

 

Bir direniş teolojisi tasarlamak ya da var olan direniş öğelerini hatırlamak bugün için ne ifade ediyor?

Nefs-i emmarenin kendini “uygarlık” olarak sistemleştirdiği, adını Batılı “pesimist” olarak yaftalanan düşünürlerin “Duyumcul” (Sorokin), “Kahraman” (Schubart) ve Promethauscu-Seküler (Danilevski) olarak koydukları bir ayartma çağında yaşıyoruz. Hâsılı “Asra yemin olsun ki insanlık hüsran içinde.” (103/1-2). Direnişi hatırlamak, “Sabrı ve hakkı tavsiye etmeyi” (103/3) hatırlamaktır. Asr suresi, biliyorsunuz Kur’an’ın özetidir.

 

Böyle bir direniş algısı nasıl donanmalı?

Kur’an okuyarak yeniden iman etmekle zuhurunun şiddetinden özünü gizleyen küfrü ve zulmü görme imkânını yakalayabilirsiniz. Aksi takdirde ‘Tarihin sonu’ masalına inanıp cennetinizi yeryüzünde kurma (refah devleti) iğvasına kapılırsınız.

 

Kitabınızı okurken, teorinin, kafamızın bir yerinde çınlayıp duran pratik karşılığını düşünmeden edemiyorum. Latin Amerika’daki kurtuluş teolojisinde olduğu gibi İslami direniş düşüncesinin bugününü, onu besleyen düşünürler ve pratikler üzerinden okuduğumuzda nasıl bir manzara ile karşılaşırız?

Dinin, insanlarda “sahte bilinç”e dönüşme kapasitesi hayli yüksektir. Marks’ın dediği gibi, kolayca kitleleri uyuşturan afyona dönüşebilir. Özellikle iktidarla birleşince çürüme adeta kaçınılmazdır. Latin Amerikalı papazlar bu durumu görerek, Hıristiyanlığı doğuş dönemindeki gibi ezilenlerin kurtuluş ideolojisi olarak yorumladılar. Bugün İslam dünyasında da egemen iktidar odakları İslam’ı kendi hegemonyalarını sürdürmek için bir enstrüman olarak kullanıyorlar. Merhum Ali Şeriati, bu durumu ‘Dine Karşı Din’ olarak kavramsallaştırmıştı. İstisna olarak Mısır’da Seyyid Kutup ve onun sol yorumcusu Hasan Hanefi, İslam’ı bir tür ezilenlerin kurtuluş ideolojisi olarak yorumladılar.

11 Eylül`den sonraki gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?

Amerika’nın İslam coğrafyasına tasallutunu artırdı. Bölge halkı ve yönetimleri de ikiye bölündü. 1-İşbirlikçiler. 2- Direniş cephesi. İşbirlikçilerin sayısı direnenlerden daha fazla. Bu da normal. “İnsan zayıf yaratılmıştır.” (4/28)

 

Bilincin sömürgeleştirilmesi olarak ılımlı İslam politikaları küresel iktidar için nasıl bir misyon icra ediyor?

İşini kolaylaştırıyor.

 

İslamcılığın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Yeni programı ve planı ne olmalı?

İtiraf edelim ki bazı bölgelerde iman, bazı bölgelerde de entelektüel zaafından, hatta iki zaafın birden olması nedeniyle kolayca şiddete veya egemen küresel güçlere eklemlendi. Çok iman, çok düşünce gerekiyor. Lafla peynir gemisi yürümüyor.

 

Tüm bunlara `toplum/lar nasıl baktı/bakıyor`u da mutlaka konuşmalıyız?

İslam coğrafyasında halkların -Suud ve Körfez Krallıkları hariç- günlük iaşe derdine mahkûmiyetlerinden dolayı, olup biteni ahlaki, dini, kültürel kaygılarla politik bir bilinç ile değerlendirme imkânını pek haiz olmadıkları kanaatindeyim. Yoğun kriz bölgeleri hariç tabi.

 

Heyecanlı olma, duygusal olma, tutkulu olma hakkı konusunda reel politiğe teslim olan siyasilerin olumsuz tavır almaları biraz da bu hakların potansiyelinden çekindiklerinden mi kaynaklanır?

Reel politiğin bütün dünyada Makyavelizm olduğu en azında Makyavelli’den beri müsellem bir gerçek. Sorun, reel politiğe teslim olduğunuzda, insan olmanın ve Müslüman olmanın imkânının kalıp kalmadığıdır. Bahsettiğiniz duygular, insanı insan yapan duygulardır. Sorun, insan ve Müslüman kalarak kaybı göze almak mı, yoksa bunların kaybı ihtimaline karşı “başarılı” olmayı tercih etmek midir? Muaviye birinciyi, Hz. Ali ikinciyi tercih etmişti. “Muaviye kazandı, Ali kaybetti” diyebilirsiniz. Bu, neyin peşinde olduğunuza bağlı.

 

“Peki, iktidar nerede” sorusunu sorunsallaştırmak ve ona sabit bir cevap vermeyi reddetmeyi içeren post yapısalcıların “iktidarın maskesini düşürmek” amacıyla yapıp ettikleri amaçlarına ters düşmüyor mu? İktidarı açıkça tanımlamadan direnişi nereye konumlandıracağız, yoksa direnişi konumlandırabileceğimiz her türlü etik zemini yok edip kendilerini çoktan eylemsizliğe mi itti bu ve benzeri akımlar?

İktidar, bir otorite mercii olarak kendiliğinden negatif bir kategori değildir. Önemli olan, otoritenizi hakka, haklılığa, yani meşru bir zemine, sürekli kritiğe/muhalefete açık olmaya mı dayandırıyorsunuz, yoksa salt güce, haksız şiddete mi? Direniş, meşruiyetini birinci tarz otorite ideasından alır. Post yapısalcıların iktidar analizi, gelip nihilizme dayanır. İktidar olmanın ahlaki anlamda çok zor, adeta avuçta ateş tutmak gibi bir şey olduğu doğrudur. Ancak bu zorluğu görerek görevden kaçmak da anlamsızdır.

 

Dünyanın bugünkü gidişatıyla nasıl mücadele edilmelidir, sorusu çerçevesinde gündeme gelen olgulardan biri de STK’lar. Özellikle son yıllarda çok fazla gündeme gelen sivil toplum kuruluşları (STK`lar) konusunda Arundhathi Roy, STK`ların hayranı olmadığını, bu örgütlerin çoğunun fonlarını Batılı kuruluşlardan sağladığını, sonunda bir düdüklü tenceredeki düdük görevini gören kuruluşlar haline geldiklerini belirtir. Siz ne düşünüyorsunuz?

Fiili durum bizim ülkemizde de böyle olabilir. Ancak bu, STK’ları, örgütlü güç kullanma tekeli olan devletten gelebilecek tehlikelere karşı bireyi koruyan bir siper, mevzi oldukları gerçeğini değiştirmez. Önemli olan, sivil toplumun kendini meşru menfaat ve Peygamberimizin de katıldığı “Hılfu’L-Fudul: Erdemliler topluluğu” gibi “emribilmaruf venehyi anilmünker” ilkesine dayanan gönüllü, organik yapılar olup olmadığıdır.

 

Kitabınızda yer alan ekonomi odaklı ölümler çok güncel ve hayli sarsıcı. ABD ekonomisi, dünya ekonomisi, o arada Avrupa ekonomisi ve Türkiye ekonomisi açısından son derece hareketli gelişmelere eşlik etti geçtiğimiz yıllar. Kitabınızdaki öngörü ve uyarıları büyük ölçüde doğrulamış olsa da bu söyleşinin verdiği olanaktan yararlanarak bu gelişmeleri değerlendirmek ister misiniz? Kapitalizmin sonu müjdeleri herhalde abartılı ama neo-liberalizmin sonunun geldiği, kapitalizmin yeni bir `birikim rejimi`ne geçişin eşiğinde olduğu yolundaki değerlendirmeler konusunda ne düşünüyorsunuz?

Yeni bir ekonomik yapıya geçmek, yeni bir üst-kültür sistemine, paradigmaya, ruh’a ve prototipe geçmeye veya evrilmeye bağlıdır. Şu anda çağdaş Prometausçu, Kahraman, Duyumcul, Seküler Paradigmanın gün batımını, akşam vaktini yaşıyoruz. Bu kültürün gezegenimizi ve insanlığı sürüklediği bazı problemleri, bunların semptomlarını yaşıyoruz. Biraz daha canımızın yanması gerekiyor. “İnsanlar kendilerinde olanı değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez.” (13/11)

 

Bu bağlamda gündeme gelen İslami sol tartışmalarının niteliği hakkındaki düşünceniz nedir? Bu tartışmaların 60’lı yıllardaki tartışmalardan farkı var mı? Varsa neler? Böyle bir algı direniş teolojisi perspektifinde neler sağlayabilir

Solun ve sosyalizmin kendisi, özünde Hıristiyanlığın devamı anlamında sekülerleştirilmiş bir ahlak ve tinsellik olsa da dayandığı metafizik bağlamında Duyumcul ve Kahraman kültürün altında çalıştı. Bu teoriye İslami bir aşı yapmak bana pek makul gelmiyor. Bu sistem de yeryüzünde ‘cennet’ kurma peşinde koşuyor. Mülkiyet, özgürlük ve insanın denenmesi gibi temel kavramlarda farklılıklar var. Ancak bu farklılıklar, zalimliğe ve israfa (kapitalizme) karşı durmada ortak cephe kuramayacakları anlamına gelmez.

 

Türk muhafazakârlığının 50’li yıllardan bu yana Amerika’ya duyduğu sevginin kaynaklarının değiştirilemez bir kültürel genetik olarak devam edişini değerlendirdiğimizde hangi durum daha baskındır?

Kitabımdaki makalede dediğim gibi, dünya hayatının insanı ayartmasını din ile örtme ve dindar “mış gibi” yapma, bağlamında Türk ve Amerikan muhafazakârlıkları birleşmektedirler. Bana göre Avrupa’da Amerika’dan farklı olarak -birçok şeyine katılmasam da- bir ciddiyet, derinlik ve asalet var. Amerika, Avrupa’nın taşrasıdır. Cumhuriyetin kültür devrimi ile Türkiye de asaletini kaybetti. Avrupa aşkı ile başlayan maceranın sıkıyı görünce Amerika muhipliğine evrilmesi boşuna değil.

 

Kitabınızın temel söylemi konusunda dile getirilen dinlerin birlikteliğini savunduğunuz ya da direniş teolojisinin yeniliğini sorgulayan eleştirilere nasıl bakıyorsunuz?

Dinlerin birliği diye bir şey savunmuyorum. Mağdurların ve namusluların dinleri, dilleri ne olursa olsun egemen küresel baskıya karşı birlikte direnmelerini savunuyorum.

 

Küresel iktidarın maskesini düşürmek, hem bariz olduğu hem tahmin etmediğimiz yerlerde onu su yüzüne çıkararak, hegemonyasını kırmak için neler yapılabilir?

İnsanın tek ayırt edici vasfının, onun iç bütünlüğü, yani vicdanı olduğuna inanıyorum. Kendi iç bütünlüğünü (dürüstlük, omurgası dik olmak, sütü temiz olmak vs.) gerçekleştiremeyen biri insan olamayacağı, kalamayacağı için, iş buradan başlıyor. Bizim dilimizde iman etmek de aslında böyle bir şeydir. Bunu başaranların birbirini bulmaları ve birlik oluşturmaları gerekiyor.

 

Şimdi önümüzdeki sürece, geleceğe nasıl bakmalı?

Denenmenin özü, inanmak ve umutla (Allah rızası ve cennet) içgüdülere, zulme ve nankörlüğe (küfre) karşı direnmektir. Tanrı, insanın elinin dolu olup olmadığına (başarı) bakmaz, temiz olup olmadığına bakar. Gerisi Allah Kerim.

 

Söyleşi için teşekkür ederim…

Rica ederim.

İlhami Güler, Direniş Teolojisi, Ankara Okulu Yayınları, 173 s.

 

 

Güler’in doğudan’ın 15. sayısında (2010 ocak-şubat) çıkan yazısı:

http://www.ilhamiguler.net/turkmuhafazakarlarinin.html

Türk Muhafazakârlarının Amerika Muhibliğinin Kültürel – Ahlâki Soykütüğü

Özet

Muhafazakârlığın saik ve sebepleri güven arayışı, tembellik, sorumsuzluk ve pragmatizmdir. Kur’an’da atalarından gördüklerinden vazgeçmemekte ısrar edenleri uyaran ayetlere rağmen birçok Müslüman aynı şekilde davranmaktadır. Türkiye’de muhafazakârlar ibadette kusur etmeyen, kul hakkını ve kamu hakkını gözetmeyen insanlardır. Muhafazakârların 1950’lerden beri ABD’ye yaklaşmasının sebebi bu toplumun iktisadî ahlâksızlığıdır. 1970’lerde İslamcılar ABD’den yüz çevirdi. 1980’den itibaren Amerikancılığa dönen muhafazakâr iktidarlar altında yolsuzluk toplumu iyice ahlâk dışına itti. Toplumun dine karşı tavrı ve ahlâkî duruşu, Amerikalılara benzemektedir. Servet biriktirme ve şaşaalı tüketme aşkı, dinî simgelerle gizlenmektedir.

Amerikan muhafazakârlığı

Kilise, Katoliklik, Rönesans; Reform, Aydınlanma, Aristokrasi, Krallık, Burjuvazi… kısaca beyaz insan için her türlü köklü değerin vatanı Avrupa’dan ipini kopararak kaçıp gelenlerin, yerli Kızılderilileri öldüre öldüre yok ettikleri; daha sonra da kendi aralarında uzun süre savaşarak, sonunda da uzlaşarak kurdukları şirketler (devletler) topluluğu United States: göçmenlerden, sonradan görmelerden oluşan, asaletsiz, tarihsiz pür gaspla kurulmuş bir “Çiftlik”. Ünlü filozofları olan John Dewey bu yeni çiftliğin ahlâkını ve dinini de kurucularının ruhuna uygun olarak şekillendirmiş: Pragmatizm; dünyada cennet veya nam-ı diğer: “Amerikan Rüyası”. Tanrı, bu cennetin “Body-Guard’ı” dır: “We trust ın God.” Doların üzerine kazınan bu ifade, Tanrı’ya halis bir “iman’ı” ifade etmekten ziyade gasp edilen ülkeyi ve zenginlikle ilgili bir “Güven=Trust” kaygısını ifade ediyor. Katolik Kilisesinde merhameti, sevgiyi, şefkati sembolize eden anaerkil ilkenin (Meryem’in) Protestanlık tarafından elimine edilmesinden sonra, ataerkil ilke tekrar Avrupa’nın Hıristiyanlık öncesi, Nietzsche’nin “Sarışın Yabanıl” dediği ruhla temasa geçişi: ‘Amerika günahı’ başta olmak üzere, Avrupa’nın son üç yüz yılda işlediği bütün günahların kaynağı işte burasıdır. Bu durumda hâlâ kendisini insanlar için feda eden Tanrı’nın oğlu ve sevgi dolu bir “İsa” sembolüne inananlar, “İsa sevilmesi gereken her şeyi bizim için seviyor; biz, o zorba Yunan kahramanları gibi davranmaya devam edelim” (Fromm 1990: 203) demektedirler. Türk muhafazakârlarının öve öve bitiremedikleri Amerikan muhafazakârlığının (dindarlığının) ruhu işte budur. Bu dindarlık, salt Tanrısallık ve Uhrevilik olarak tahrif edilmiş Hıristiyanlığın (Katolik Kilisesinin) yeniden, bu sefer tam karşıtı olarak tahrif edilmesi, dünyevîleştirilmesidir: Protestanlık.

Türk muhafazakârlarının “Küçük Amerika” hayali veya muhafazakârlığın ortak ruhu

1950’lere kadar yeni rejim tarafından yasaklama ve baskı altında tutulan din, yer altına çekilerek kendini korumaya çalıştı. Fransız Jakobenlerine özenen Türk asker-sivil bürokrasisi (siyasetçileri denemez; zira siyaset yoktu), en az onlar kadar samimî idi. Safça, halkı kolayca değiştirebileceklerine inanıyorlardı. Halk ise inançlarını (yanlış-doğru) korudu. Ta ki 1950’lerde Egeli bir toprak ağası çıkıp (A. Menderes) muhafazakâr bir parti kurup, halka ülkeyi “Küçük Amerika” yapacağı vaad edene kadar. Yoksulluktan ve baskıdan yılmış olan halk, refah umudu ve ezan’ın Türkçeleştirilmesinde sembolize edilen itikadını ve ibadetini (imanını ve ahlâkını değil) koruyarak 1924’te ilga edilen dinin siyaset ve hukukunu (Hilâfeti ve Şeriatı) talep etmekten (irticadan) politik bağlamda zaten vazgeçtiğini ve muhafazakâr kalmak istediğini ilân etti. Devrimcilerin “Fransa” örneğine karşın, muhafazakârların “Amerika’yı” koymalarının biri iç, diğeri dış olmak üzere  iki nedeni vardı: İç nedeni, merkeze (Avrupa, Ankara) karşı ikisi de periferiyi, taşrayı (Amerika, Anadolu) temsil etmesi; aristokrasi, burjuvazi, asalet vs. gerektirmemesi. Dış neden ise, merkezin hiyerarşi ve disiplinine karşı eşitlik, hürriyet ve hepsinden önemlisi, kolay zengin olma arzusu. Başka bir deyişle, zengin ve uygar olmanın yolu Avrupa’daki gibi felsefe, bilim, teknoloji, endüstri ve finansın yaratılmasından geçmek zorunda değildir. Ayrıca Amerikan savaş örgütü/mekanizması “Pentagon’un” devletteki “politik” misyonu ile bizdeki darbe alışkanlığı ve bütün “darbe’lerin” Amerika’dan onaylı olması da bir “gen” benzerliği değil midir?

Kültürel ve politik muhafazakârlığın “din” ile ilişkisi

Sıradan insanın günlük inanış ve davranış kalıpları olarak kültürün kendisi muhafazakârlıktır. Olaylar ve ilişkiler karşısında düşünce, kasıt, şuur, niyet ve kendini odaklama yerine itiyad, alışkanlık, adet, örf ve geleneğin otomatik devreye girişidir. Yeni nesillerin atalarına “yakınlıklarından” dolayı duydukları güvenin sonucu olarak onların izinden gitmeleri, onları taklit etmeleridir. Toplumda hazır bulunanın sürdürülmesinin üç kaynağı olabilir. (1) Güven kaygısı. (2) Tembellik, sorumsuzluk, alışkanlık. (3) İşe yararlık, fonksiyonellik, pratiklik, pragmatiklik. Ekzistansiyel ve antropolijik bir gerçeklik olan bu durumun tehlikelerinden ancak insan, gerektiğinde gereken şeyleri unutma; gerektiğinde uyanık olma, uykusuzluk ve tetikte olma şeklinde donmuş ve kalıplaşmış olmayan  plastik bir şuur haliyle korunabilir: geleneğin organik, yaratıcı yenilenmesi.

Dinî bağlamda muhafazakârlık, kasdî ve kalbî (şuurlu) bir fiil olan imanın, ölü ve hafızaya kodlanmış akidelere (Amentü), niyete dayanan salih amelin (ahlâk ve ibadet) alışkanlığa, itiyada dönüşmesidir. Her iki durumda da duygu ve düşünce canlı olmadığı için, “doğruluk-yanlışlık” kaygısı kaybolmuştur. Yapılan her şey kendiliğinden doğrudur. Sonuç olarak dinî bağlamda muhafazakârlık, tarihten, atalardan devralınan dinselliğin sabitlenerek (dogmatizm) mevcut durumla uyumlu olarak pragmatik saiklerle sürdürülmesidir. Muhafazakârlık, tevekkülün Allah’tan devlete, tarihe ve geleneğe kaymasıdır. Aynı zamanda genel olarak vurgu ve önemsemenin ahlâktan ibadete/ritüele kayması da muhafazakârlığın göstergesidir: Tanrı’ya ibadetler yoluyla yaltaklanarak, daha zor olan kullarına karşı sorumluluktan  kaçış. Bu hâlet-i ruhiye genel olarak, yükte hafif pahada ağır olanı çalmaya yönelik bir tür Tanrı’yı kandırma girişimidir. Spinoza’nın dediği gibi: “Kitleler, Tanrıyı kandırma peşindedir.”

Kur’an’ın nazil olduğu dönemde, mevcut dinsel gurupların (Müşriklerin ve Kitap Ehli olan Yahudilerin ve Hıristiyanların) dinsel pozisyonları tipik olarak muhafazakârdı: “Onlara Allah’ın indirdiğine ve elçisine gelin” dendiğinde, “Atalarımızdan gördüğümüz inançlar ve fiiller/ibadetler bizim için kafidir” diye cevap verirler. “Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yoldan uzak kimseler idiyseler?” (5/104. Ayrıca bkz: 7/28, 10/78, 26/74, 43/22-23). İşte bu soru, muhafazakârlığın onulmaz ahlâkî zaafını gözler önüne serer: Ahlâkî doğrunun ne olduğunu bulmada bireysel sorumluluktan kaçarak tarihe, atalara ve egemen kültüre sığınma ya da kaçış. Kur’an, sıradan insanın her zaman içine düşebileceği bu ahlâkî zaafa karşı müminleri uyarmıştır: “Müminlerin Allah’ı anmak ve O’nun tarafından gönderilen mesaja karşı huşu ile dikkat kesilmeleri gerekmez mi? Onlar, vaktiyle kendilerine vahiy gönderilen ve zamanla [‘tarihle’ İ. G.] kalpleri katılaşan kimseler [Yahudiler, Hıristiyanlar] gibi olmasınlar. Onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir” (57/16). Aradan 1400 sene geçtikten sonra, bugün Müslümanların kahir ekseriyeti Ehl-i Kitap ile aynı kaderi paylaşmaktadırlar.

Politik bir ideolojik tutum olarak muhafazakârlık “emr-i bi-l-ma’ruf ve nahye ani-l-munker” yani “sürekli ahlâkî olanı desteklemek ve kötülüğü kösteklemek” ve “takvanın” karşıtı olarak, konformist bir kayıtsızlıkla status quo anteye (devam edegelen mevcut duruma) kendini eklemlemektir. Mevcut düzen/nizam tarafından dinin asli değerlerinin dışta tutularak soğrulmasıdır. Tabir caiz ise, ata binmiş gelin kızın giderken “ağlamasıdır”. Sekülerleşen dünyada aktif bir karşı aksiyon olmaktan ziyade bir tür “içerlemedir”. Din, varoluşsal bir iman, sorumluluk, şükran tecrübesi iken; muhafazakârlık, kaide, kurum, ezber ve borç mantığıdır. Din, günaha ve baskılara karşı direniş; muhafazakârlık ise, bunlara boyun eğme ve katlanma anlamında “sabırdır”. Din (iman-ahlâk), güneşin aydınlığında yürümek iken; muhafazakârlık, körün rehberliğinde yürümek, gece karanlığında ateş böceğiyle veya gece feneriyle yol bulmaktır. Panteizm, nasıl ki ateizmin veya materyalizmin dinsel bir dil ile tersinden ifadelendirilmesi ise; -bu arada “Vahdet-i Vücud” da varlığın ve insanın Tanrı’da gark olmasıdır (boğulmasıdır)- muhafazakârlık da, dinsizliğin (iman ve salih amelsizliğin) din (yani hafıza olarak “itikad” ve alışkanlık ve borç ödeme olarak “ibadet”) şeklinde tezahürüdür. Din, insanın saygı ve huşu ile kendini Tanrı huzurunda hissetmesi ve O’nunla daimi bir ahlâkî misillemeler “beraberliği” yani “me’iyyet” ve insanlara karşı derin ve daimî bir merhamet ve ahlâkî sorumluluk iken; muhafazakârlık, paketlenmiş, kurumlanmış, kurallaşmış part-time ezberlenmiş-alışılmış davranışlar setidir. Din, Allah’ın kendisi ile bir “dostluk” (velâyet) ve ahitleşme/misak ilişkisi iken; muhafazakârlık, O’nun totaliter olarak çizilmiş bir “düşünce resmine” körü körüne boyun eğmektir (Paganizm). Dinsel fanatizm, gaddarlık, bağnazlık, şiddet buradan doğar. Dindarlık, şuurun aktif ve gayeli olarak olaylara ve ilişkilere odaklanması, onların kavranması ve sonuca bağlanması iken; muhafazakârlık, otomatik kontrolsüz bir duygusal-algısal mekanizmanın işbaşında olduğu dinsel hareketliliktir. Muhafazakârlık, “Norm’alite” ve “Moral’itenin” olmadığı bir “Form’alitedir”. Esasında sıradan insanın nefs-i emmaresini tatmin ederken, Tanrı’yı da unutmama çabasıdır. Dünyada kaybetmeden, meşakkate girmeden Ahiret’i de garantileme pragmatizmidir: burada da yaşayalım, orada da yaşayalım. Bura da bizim, ora da bizim. Ne şiş yansın, ne de kebap. Hem Tanrı’ya ibadet edelim hem de Mammon’a.

Türk muhafazakârlığının ahlâkî tabansızlığı

Yukarıdaki tahlilden muhafazakârlığı dinî bağlamda, imansızlık ve ahlâksızlığa mukabil, itikadı olma ve ibadetlere alışkanlıkla sarılma olarak niteleyebilecek isek Türk muhafazakârlığının sicil defteri nasıldır acaba?

Kurtuluş Savaşının bir “iman” artması sonucu kazanıldığı; ellili yıllara kadar da devletin bütün baskılarına rağmen, bilinçsiz de olsa, var olan dinî hamiyetin devam ettiği, ellilerden sonra ise genetiğinin politik muhafazakârlığa doğru evrildiğini söyleyebiliriz. Altmışta politik muhafazakârlığın lideri idama mahkum edildiğinde kimsenin gıkının çıkmaması, politik muhafazakârlığın ahlâkî karakterini elevermesi açısından önemli bir göstergedir. Bu tutumun kaynağını, otoriter yönetimlerle yüzyıllar boyu geçinmek zorunda kalan Anadolu insanının, hayatta kalmak için geliştirdiği ve “Gelene ağam, gidene paşam” özdeyişinde ifadesini bulan bir hayatta kalma pratiğinde de aramak mümkün. Siyasal olarak “devlet korkusu”, dinî olarak Allah ve Cehennem korkusu ile birlikte şeriatın “yasalarına” göre davranışları kodlanmış Anadolu insanında, ellilerden sonra bu korkuların azalmasına, zail olmasına paralel olarak -yerine başka bir değer de konamayınca- ahlâkî değerlerden tedricî olarak bir “boşanma” olduğunu söyleyebiliriz. Ekonomik anlamda endüstriyel bir değer üretememenin yanısıra, nüfusun da hızla artması, devletin elindeki zenginliği “rantiyecilik” ile ele geçirmenin adı “siyaset” ve “ekonomi” oldu: diğer adıyla “mafya” ve “çete” organizasyonları, filmleştirilmiş adıyla “organize işler.” “Allah Hakkı” olan ibadetlerine (oruç, hac, namaz, kurban, zekât) bağlılığını yüksek oranlarda yerine getiren Anadolu insanının, dürüstlük, hakkaniyet, adalet gibi “Kul Hakkı” veya “Kamu Hakkı” söz konusu olduğunda oralı olmaması, bu topraklardaki muhafazakârlığın genetiğidir. Muhafazakâr partilere oyunu “gecekondu” karşılığı veren fakir Anadolu halkı, daha sonra da onu müteahhite ve TOKİ’ye vererek bedavadan, devletten, kamu malından birkaç daire sahibi oldu. Beş vakit namazını aksatmayan ve aynı zamanda da ‘hacı’ olan ünlü  muhafazakâr zenginimiz, fabrikalarında 11 ay işçileri sigortasız, sendikasız, asgari ücretle çalıştırıp 12. ayda kapı önüne koyup yenilerini alabiliyor. Kısacası “helâl-haram” konusunda bu halkın vicdan ayarı bozuk.

Esas sorumuza geliyoruz. Menderes’in, devrimcilerin kıblesi olan Fransa’dan ülkenin dümenini Amerika’ya çevirmesinin ve o tarihten itibaren de Amerika ile kuzu ciğer sarması oluşumuzun ve son olarak da uzun süre “İslamcılık” yapmış politik bir ekibin “gömleklerini” alelacele çıkararak Amerika’yla kolayca içli-dışlı oluşlarının kültürel genetiği nedir? sorusunun peşindeyiz.

Bizi Amerika’ya çeken ruhun içinde iktisat ahlâkı ile ilgili bir şeylerin olduğu kanaatindeyim. Kabaca Amerikan zenginliğinin, Weber’in geniş sosyolojik izahlarını yaptığı gibi Avrupa’da ortaya çıkan kapitalizmin “vahşi” bir versiyonuyla yaratıldığını söyleyebiliriz. Avrupa’daki kapitalizm,  bir kartalın “avlanma” içgüdüsü ile kendi avını emek harcayarak yaratması ise; Amerikan tarzı “vahşi” kapitalizm, bir “sırtlan” fırsatçılığına benzetebiliriz: başkasının artı değerine konma. Ülkenin mülkiyetinin gaspından tutun da, zencilerin köleleştirilmesine, Kuzey-Güney iç savaşına ve kıtanın dışında dış politikanın ayrılmaz bir parçası olan “operasyonlara” kadar bunu uzatabiliriz. Benzer bir ahlâksızlığı Sabri Ülgener, Osmanlı’nın çöküş döneminde iktisat ahlâk(sızlığ)ı olarak tesbit eder: “İnkâr edilmez ki, konak ve malikâne hayatında yahut yüksek payeli devlet memurlarının elinde biriken servet, sabırlı ve devamlı bir tasarruf sonunda üretilmiş, yoktan var edilmiş değil; bilakis mevcut bir servet yığınının başkası sırtından alınması, yani sadece el değiştirmesi suretiyle meydana çıkmıştır. Mal ve servet ile içtimaî paye ve mevki öyle görünüyor ki, yan yana yürüyen, biri diğerini tamamlayan iki faktör vaziyetindedir. Refah seviyesi, emek ve istihsal ölçüsü ile değil, belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üst üste tabakalandıkları içtimaî ehramın (piramit) kaide (taban) veya zirvesine yakın bir noktada yer almak suretiyle tayin edilir. Muazzam servet yığınlarının uzun zaman tüccar ve müteşebbisten ziyade, siyasî nüfuz ve iktidar sahiplerinin elinde toplanmış olması, bunun en açık delilidir. Kudret [ve de Devlet İ.G.] tabirinin lugatça (sözlükte) hem zenginlik, hem de zor ve kuvvet manasına geldiğini hatırlayalım… Özetle, servet, her şeyden evvel politik bir kategori olduğuna göre, gelir dağılımında gündelik maişette (geçim) haddini aşan bir pay sahibi olabilmenin en emin ve kestirme yolu, üst kademelerden birine çıkmak; yahut, daha kolayı oradakilere intisab etmektir” (Ülgener 1981: 177-178) Çöküş döneminde darb-ı mesel haline gelmiş şu söz bu gerçeği desteklemektedir: “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’de terfi-i temayüz ilim ve emek ile olmaz; ya olacak maden-i has [para, altın], ya olacak kuvvetli iltimas, ya da olacak dalik ile temas [damatlık].”

Bu zihniyetin olduğu gibi Cumhuriyet dönemine yansıdığı tarihî bir realitedir. Ellilere kadar devlet, başta kendisi ve birilerinin elinden tutarak bir zenginlik yaratmaya çalıştı. Ellilerden sonra devletin iktisadî yönetimi muhafazakârların eline geçti (DP, AP, ANAP, AKP). Ana kategoriler olarak İstanbul Dükalığı (TÜSİAD) ve Anadolu Kaplanları-Yeşil Sermaye olarak (MÜSİAD) şeklinde ayrışan Türk burjuvazisi, ahlâkî karakter olarak Avrupa burjuvazisine mi, yoksa Amerikan şirketlerine mi daha yakın durmaktadırlar? Özal’ın 1980’lerden sonra Anadolu sermayesinin elinden tutarak, onlara dünyayı tanıtması ve bu sayede onların palazlanması, dünyayı tanımaları ve dünyaya satabilecek mal üretmeleri ve bunları satmaları -naylon fatura sahtekarlığına rağmen- olumlu karşılanabilir. Ancak, devlet ile göbek bağını koparamama ve onu bir rant kapısı olarak görme, Türk burjuvazisinin genel karakteridir.

Amerikancı muhafazakârlığın içinden 1970’lerde “İslamcı” ve “Almancı” bir dönüş ve kırılma yaşandı (N. Erbakan ve Ağır Sanayi Hamlesi). 1970-80 arası Ecevit ve Erbakan figürleri, anti-Amerikan bir çizgi takip ederken; Demirel – ordu kanadı Amerikancı bir cephe idi. Amerika onaylı 1980 ihtilalinden sonra Özallı yıllar, muhafazakârlığın Amerikayla tekrar balayına girmesidir. Yetmişli yıllarda şehirlere göç etmeye başlayan, seçmen olmanın ötesinde devlette ancak memur ve müstahdem olabilen muhafazakâr kitleler, Erbakan ve Özal sayesinde devleti ve ekonomiyi tanıdı. Menderes’in 1950-60 arasında tahayyül edip gerçekleştiremediği “Küçük Amerika” rüyasını Özal gerçekleştirmeye çalıştı. Dünyaya açılma politikasıyla beraber, tüketim kalıplarının değiştirilmesi ve hızlı şehirleşme atbaşı gidiyordu. Seksenlerden sonra hep iktidarda olan muhafazakârların (ANAP – AKP), bir iki kalemde üretimi teşvikin dışında esas ilgilendikleri, devlet ile imar – rant ilişkisi şöyleydi: “Bu yeni şehircilik anlayışı, Türk toplumunu en yaygın şekilde ahlâkî değerlerin dışına iten rüşveti, her türlü suistimali en ücra köşelere kadar götürdü. İnsanların birine 2 kat yapı hakkı verirken, diğerine 8, ötekine 10 kat vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek, şehirlerde toplanan vergi ile vücuda getirilen alt yapıdan kimisine 2 kat ölçeğinde, kimisine 30 kat ölçeğinde imkân vermek, hasedin doğmasına; hasedin arkasından “Ben de aynı şeyi neden yapmayayım?” diye düşünerek şeytanla kolkola giren bir toplumun ortaya çıkmasına sebep olacağı açıktır. Ticaret sektöründe 2,5 milyon insan çalışırken, yaklaşık 15 milyon insan, inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvetle karşı karşıya geldi. İnsanlar şeytanla yaşamaya mahkum edildi” (Cansever 2002: 140). İşte muhafazakârları şeytan ile kol kola sokan süreç, seksenlerden itibaren önce belediyelerde sonra da merkezî hükümette iktidarda ihale yolsuzlukları, yüzdeleri ve şehirlerin kenarındaki tarlaların “arsaya”, havanın da “irtifa hakkına” dönüştüğü “imar – rant” sürecidir. “Yüzde onlarla”, arsa, emlak ve borsa spekülasyonlarıyla hiçbir şey üretmeden binlerce muhafazakâr zengin yaratıldı.

Sonuç

Almanya’nın eski başbakanı Schröder’in kardeşinin devletten aldığı sosyal yardımla geçindiği bilinmektedir. Bizde devletin en tepesinden en alttaki bir genel müdüre kadar, Ülgener’in tesbit ettiği gibi, kim devlete yanaşıyorsa, bırakın kendini, yedi sülâlesini abad ediyor. Bunun dinlisi, dinsizi yok. Artık bal tutan parmağını yalamıyor; bal yiyor. Kamu malını yiyor. Gözünü kırpmadan, vicdanı sızlamadan yiyor. Çünkü vicdanı yok, vicdanı kör. İtikadı var, ibadeti var, ama imanı yok; imanı olmadığı için de ahlâkı yok. İtikadı ve ibadeti, imansızlığını ve ahlâksızlığını örtüyor. Tıpkı Amerikan halkı gibi. Hz. İsa’ya olan yabancılaşmış inançlarının her şeyi örttüğü gibi. Örtünme muhafazakârlığın “göstergesi” ise, kendini “moda” olarak ifade etmesi, hafıza/kültür ile modernliği egemenlerin dili olan “İngilizce” üzerinden mezcediyor: “Setrms” ve “Stare”; iki giyim – markası ismi. Yani “tesettür” kökünden alınma, ama bildiğiniz gibi değil, modern. “Tekbir” ama, “Allahu ekber” değil; moda, gösteriş, manken, para: pragmatizmin Turkish versiyonları. Alış-verişte, eğlencede ve yeme-içmede “Center”, binekte “Cip”, binada “Tower” Amerikan ve Anadolu’nun sonradan görme, içi boş, ihtişam-şaşaa-debdebe aşkının ifadesi olan muhafazakârlığı birleştiriyor. Türk muhafazakârlığının iş adamı/rol modeli, örneği Erol Yarar, Ebu Hanife’nin Emevi zulmüne karşı direnişini ve hapiste ölümünü atlayarak, ancak Bağdat’taki evini örnek alabiliyor. Sonuç olarak Amerikalılar “dinlerini oyun ve eğlenceye (pragmatizm) dönüştürmekle” (6/70); Türkler de “inandık” deyip, denenmeden (dinden) kurtulduklarını sanmaları (29/2) ile, “dünya hayatı ile aldatılma” (6/70) ortak paydasında, “muhafazakârlıkta” birleşmektedirler.

Kaynakça

Fromm, Erich. 1990. Sahip Olmak Ya da Olmak. Çev. A. Arıtan. İstanbul: Arıtan Yayınvevi.

Cansever, Turgut. 2002. Kubbeyi Yere Koymamak. İstanbul: İz Yayıncılık.

Ülgener, F. Sabri. 1981. İktisadi Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası. İstanbul: Der Yayınları.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Güler’in “timeturk” internet sitesine yazdığı bir yazı.

http://www.timeturk.com/tr/2009/02/18/direnis-teolojisi-ne-duyulan-ihtiyac.html

 

‘Direniş teolojisi’ne duyulan ihtiyaç

İslam dünyasının epeyce bir bölümünün işgal altında olduğu bugünlerde, zalimlere karşı yükseltilmesi gereken değer “hoşgörü” değil; hor-görü-dür.

18.02.2009

 

Günümüzde bir ‘direniş teolojisi’ne duyulan ihtiyaç

‘Zalimler, nasıl bir çöküşe uğrayacaklarını yakında görecekler’(Kur’an – 26/227).

İnsanlığın siyasal örgütlenmesi, erken dönemlerde kabileler halinde, daha sonraları da Şehir devletleri, Derebeylikler, İmparatorluklar ve son olarak da Ulus devletler şeklinde olmuştur. Siyaseti belirleyen ana unsur ise; ırk, dil, din, kültür, coğrafya ve çıkar birlikteliğine dayanan toplulukların yaptığı dost-düşman ayrımıdır. İbrahimi Monoteist dinin son halkası olan İslam’da (Kur’an’da) siyasetin temel belirleyeni olan dost-düşman ayrımı ahlak (adalet- zulüm) temeline dayandırılmıştır: ‘İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerinde değil.’(5/2) ‘ Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.’(2/193) İman-kardeşliğine dayanan müminler topluluğu, gerektiğinde gayrimüslimlerle birlikte aynı siyasal örgütlenme içinde, adalet ve hakkaniyetle birlikte yaşayabilirler: ‘Allah sizi din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmaya kalkışmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara karşı adaletli davranmaktan men etmez.’(60/8) Hz. Muhammed’in Medine Ovası’nda (Cevf) Müslüman ve Yahudi kabilelerle birlikte oluşturduğu ilk siyasal toplum (Ümmet), kendilerine yapılabilecek saldırıya (düşmanlık) birlikte karşı koyacaklardır. Bu uygulama, bahsettiğimiz teorinin ilk pratiğidir..Yahudilerin anlaşmanın kurallarını ihlal etmesiyle bu toplum sözleşmesi daha sonra bozulmuştur. M. Hamidullah’ın dediği gibi: ‘Bu ümmet, diğer bütün insanlardan ayrı bir mahiyettedir. (Medine vesikası, madde 2) Ve bilhassa bir harp hali ortaya çıktığında kendisini meydana getiren bütün insan kümeleri (kabileler) haklarda eşitlik esasına bağlıdırlar.(madde 15/18/19)’ (M. Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. S. Tuğ. İstanbul 1980 cilt:1 s.207) Bu espiri, daha sonra bütün İslam imparatorluklarında nisbi olarak korunmuştur. İslam, her türlü insanlık durumunda hangi ilkelerle hareket edileceğinin bir toplamı ise; iktidar durumundaki ilke, adaletin ikame edilmesi; işgal, tecavüz ve saldırı durumunda ise, zulme karşı direniştir. İşte Kuran’da var olan ‘Cihad’ ve ‘Kital’ olayı, Mekkeli Müşriklerin Medine’deki Müslümanlara karşı yarattıkları ‘düşmanlık’ ve ‘savaş hali’ne karşı Müslümanların direnişini ifade eder. Yoksa, normal durumlarda esas olan barıştır: ‘..karşılıklı anlaşma(sulh, barış) en iyi yoldur’(4/128)

Barış, adalet ve hakkaniyet, yaşamın esaslı değerleri olarak tavsiye edilmiş olmasına rağmen, Kur’an, son derece gerçekçi davranarak, insan-özellikle-oğlunun içgüdülerinin kontrolünde hemcinsine karşı saldırganlığa, hakkını tecavüz etmeye, gasp’a ve haddi aşmaya müheyya olduğunu da defaetle çeşitli şekillerde vurgulamaktadır. ‘İnsanların çoğu’ diye başlayan ifadeler, bütünüyle olumsuz (ahlaksız) sıfatlarla neticelenmektedir. Bu bağlamda, Kuran’da sık sık geçen ‘Sabır’ kavramı, Kur’an lügatı yazarı R. İsfahani’nin tanımladığı gibi, genel olarak kişinin kendini aklın ve dinin sınırları içinde tutması ile birlikte; savaş durumunda cesaret (şecaat) anlamına gelir. (İsfahani, Müfredat. İstanbul 1986. 404) Dolayısıyla sabır, zorluk (meşakkat), zorlama, tehdit, baskı, tecavüz, aşağılama, hakaret durumlarında boyun eğme, katlanma, tahammül etme değil; tersine, başkaldırma, karşı koyma ve direniştir. Sabır, ancak aksiyon halindeki bir insanın erdemi olabilir; oturan, duran, ihmalkâr, korkak, çekingen insanın maruz kaldığı acıyı yudumlaması sabır değildir. Kur’an, tarihte vuku bulan zalimler ile mazlumlar arasındaki mücadelede peygamberlerin safının mazlumlardan yana olduğunu Tanrının, Hz. Musa’yı Firavun tarafından ezilen İbranileri kurtarması için görevlendirmesinde ortaya koyar: ‘Biz istiyorduk ki, ülkede zayıf ve güçsüz bırakılanlara destek çıkalım ve onları öncüler yapalım ve kendilerini ülkeye varis kılalım.’(28/5) Hz. Muhammed’in misyonuna ilişkin bir örneklik ise şöyledir: ‘Size ne oldu ki, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi egemenleri zalim olan şu yerden (örneğin, Bosna, Grozni, Gazze ve zulme uğrayan her yer) kurtar; bize bir koruyucu veya yardımcı gönder.’ diyen güçsüz erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?’(4/75)

Ancak, bütün dinlere tarih boyu musallat olan kötü bir kader vardır. Daha doğrusu bu kader, dinin kabahati değil; insanın trajedisidir. Bu talihsizlik, Ali Şeriati’nin ‘Dine Karşı Din’ adlı kitabında gösterdiği gibi, iktidarların dini ‘afyon’ olarak kullanıp iktidarlarını sürdürmeleridir. ‘Metafizik inançlar aracılığı ile, Tanrı ve tanrılara inanç, ahiret hayatına inanç, mukaddesata inanç, gaybi güçlere inanç aracılığı ile statükoyu meşru göstermek ve ona gerekçe hazırlamak bu şirk dinin amacıdır. Bu din, gerçek din adına şunu yapar: Halk olup bitenin, toplumsal durumun zorunlu olduğuna, bunun ilahi irade gereği olduğuna inanmalıdır. Bu yazgıdır, takdirdir.’ (Şeriati, Dine Karşı Din, çev: H. Hatemi. İstanbul.1987. 34) Dolayısıyla dini ‘kimin’ anladığı ve ‘ne için’ yorumladığı, dinin ‘ne’ olduğundan daha önemlidir. Kur’an’ın kendisi, dini bir Tevhid davası olduğu kadar, aynı zamanda ahlaki ve siyasal bir ‘adalet davası’nın doğuş sürecine eşlik ettiği gibi, bir ‘Direniş Teolojisi’ de işgal durumlarında direniş eylemi sürecinden doğmalı. F. İshak’ın dediği gibi: ‘Dogma praxisi önceleyebilir; fakat özgürlük/kurtuluş sürecinde oluşan teolojiyi önceleyemez. Baskı altındaki toplumlar için teoloji, özgürlük praxisini takip eden refleksiyondan doğar. ‘Bizim yolumuzda mücadele edenlere (doğru)yollarımızı gösteririz.’ (29/69) ayeti, bize teoloji ‘yapma’nın doğru yolunu gösterir. İslamdaki teolojik düşüncenin bütün formlarının tarihi ve başka teolojilerin tarihi de F. Hegel’in ‘Felsefe’ hakkında söylediği şu sözü doğrulamaktadır: ‘O (felsefe), sadece gün batımında yükselir.’ (F. Esack, Qur’an, Liberation and Pluralizm. Wsoy. 1997.85) Yani iş işten geçtikten sonra. Bugün ihtiyacımız olan şey, egemen iktidarlara yamanmış dogmatik teolojilerin(tuzu kuruların) ve dinsel kurumların ve söylemlerin arasındaki ‘Diyalog’ değil; G.Afrika ve İsrail ırkçı rejimlerine, karşı ezilen Müslümanların ve Hıristiyanların, Güney Afrika ve Lübnanda ortaya koyduğu örnekliklerdeki gibi, Dünya Sosyal Konseyi örgütlenmelerinde olduğu gibi, dinler arası ve halklar arası ‘Dayanışma’ ve ‘Direniş’dır. Diyalog çağrılarını, egemen sistemin bekçileri mevcut tahakkümlerini devam ettirmek için yapmaktadırlar. Bugün ihtiyacımız olan şey, sadece text’e (metne) dayanan dogmatik teolojiler değil; aynı zamanda kontekse dayanan dayanışma ve direniş teolojileri üretmektir. Kimin ‘mümin’ kimin ‘kâfir’ olduğunu, dolaysıyla kimin uhrevi-ebedi kurtuluşa erişeceği, kimin kaybedeceğini tayin etmek ve bilmek-Hırıstiyanlığın iddiasının aksine- bizim işimiz ve haddimiz değildir; bunu, Kur’an’ın yüzler kere tekrarladığı gibi: ‘en iyi Allah bilir.’ Kur’an’ın dinler üstü evrensel dini çağrısı şöyledir: ‘Herkesin yöneldiği(dini, teolojik, mezhebi) bir yön vardır; (o halde)siz, birbirinizle hayırlarda yarışın(dayanışın).’(2/148) Dünya halklarının bugün acilen ihtiyacını duyduğu şey, Küresel Kapitalizme, sömürüye karşı mazlumların ve mağdurların küresel bir dinler ve hatta dürüst dinsizler ile dayanışmasıdır. Çünkü mazlumun dini sorulmaz ve dünya küfürle devam eder; fakat, zulümle devam edemez; etmemeli.

Latin Amerika’da bazı Katolik Kiliselerinin Marksizm ile eklemlenerek yarattıkları ‘Kurtuluş Teolojisi’ni hariç tutarsak, günümüzde Hrıstiyanlığın gerçeklikten kopuk, işlevsiz, kitlelerin zihin açıklığını kapatmakta kullanılan, insanların batıl itikad ihtiyacını karşılayan, ahlaki duyarlılıklarını iğdiş eden bir tür iyi duygular özeti olduğu ortadadır. İslam ise, bir taraftan Ortadoğu’da Arap-otoriter yönetimleri tarafından iktidarlarını korumak için bir enstürman (afyon) olarak kullanılmaya çalışılırken; diğer taraftan da, ABD nin İslam dünyası üzerine tasallutundan, sarkıntılığından sonra, Müslüman halklarda yeniden kimlik kurucu bir dinamiğe ve direnişi tutuşturan bir ateşe dönüştü. ABD ve Avrupa bu direnişi Siyasal İslam, Fundamentalizm ve Terörizm olarak yaftalamaktadır. Bu hareketin terörle ilişkisi ve teolojisi bazı yönlerden ‘bana göre-problemli olmasına rağmen, totalinde emperyalizme ve Siyonizme karşı bir direniş ve başkaldırıdır. Iraktaki haliyle dinsel bağnazlık ve fanatizmden kaynaklanan terörü hariç tutarak, ABD ve İsrail’in iptidaen şiddete başvurmasını ‘savaş’ veya ‘operasyon’ kavramlarıyla atlayarak, buna tepki olarak ortaya çıkan intihar saldırılarını ‘terör’ olarak nitelemek ne kadar tutarlıdır?.

Türkiye’ye gelecek olursak, Uzun bir süreden beri Amerika ve İsrail Siyonizmi ile ‘stratejik’ işbirliğine boğazına kadar gömülmüş olması, Göthe’nin ünlü tiyatro oyununda olduğu gibi, özü (halkı) itibariyle dürüst olan birinin (Doktor Faust) içgüdülerine uyarak, çıkar saiki ile Mefisto ile koalisyonunu andırıyor. Arap rejimlerinin petrolü ABD şirketlerine peşkeş çekerek ayakta kalmalarına benzer şekilde, Türkiye de, topraklarını ABD ve İsrail’in askeri amaçlarına kiralayarak para kazanıyor. Altarnatifi, ekonomik anlamda kayıp olsa bile, bu yolla para kazanmanın (sofistike bir dille ‘Politika yürütmenin’), karın doyurmanın ahlakiliğini sizin vicdanınıza bırakıyorum. Ne var ki, Politika, çağımızda Hobbes’un ‘İnsan insanın kurdudur.’ anlayışına dayandığı için, ahlaktan, hakkaniyetten ve adaletten bahsetmek artık naiflik, zayıflık ve hayalcilik olarak algılanıyor. Bu arada ‘Kalplerinde hastalık bulunduğundan dolayı ‘Başımıza bir felaket gelmesinden korkuyoruz.’ diyerek zalimlerin yanına koşuştuğunu gördüğümüz’ (5/52) bir sürü işbirlikçi aydın, din adamı, siyasetci ve diplomatın, Kur’an’ın adalet ve direniş davasından iktibaslar yapmayı veya örneklikler göstermeyi ‘mehcur (terk edilmiş)’ bırakarak(25/30), Ortaçağ’da Anadolu’nun iç barış ihtiyacından doğmuş olan hoşgörü guruları olan Mevlana ve Yunus Emre’nin şiirlerinden ABD’nin politik hedeflerine hizmet edecek bir ‘Ilımlı İslam’ veya ‘Hoşgörü Dini’ icat etmeye çalışıyorlar.

Uzaklık ve mesafe pathos’unun yok olduğu bu insanlar, dağ ile vadi, kurt ile kuzu, adalet ile zulüm, onur ile onursuzluk arasındaki uçurumu gözlerimizin içine bakarak yok etmeye çalışıyorlar. Kimi, ne zaman ve hangi gerekçeyle ‘hoş’ görmemiz gerektiğini atlayarak. Oysa İslam dünyasının epeyce bir bölümünün işgal altında olduğu, her türlü işkence, zulüm, tecavüz ve baskıya maruz kaldığı bugünlerde, zalimlere karşı yükseltilmesi gereken değer ‘hoşgörü’ değil; tersine hor-görü, öfke, gad(z)ap …vs dir. Tabii ki hedefini, zamanını, muhattabını doğru koyarak: ‘Kahrolsun insanları çukurlara doldurup katledenler.’ (85/4), ‘Kahrolsun Ebu Leheb..’(111/1), ‘(Fiili düşmanlarınız olan) Müşrikler pisliktir (necis); bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar.’ (9/28), ‘Allah’ın lanet ettiği, kızdığı, kendilerini maymun ve domuz yerine koyduğu, tağuta (güce) tapınanlardan daha kötü kim olabilir?’(5/60) örneklerinde olduğu gibi.

 

 

 

 

yarın dergisinde (yıl 2, sayı 19) yazdığı daha sonra Özgürlükçü Teoloji Yazıları isimli kitabında da yer alan yazısı

http://medeniyetmektebi.org/mm/index.php?option=com_content&task=view&id=40717

 

Beş İslâm’ın Şartı (İbadetler) + Altı da İnancın Şartı (Amentü) / Ahlâk-sız Türk Müslümanlığı

Hacca giden vatandaşlarımızın Mescid-i Haram’da namaz kılan Arapların namaz esnasında ta’dîl-i erkâna dikkat etmediklerini, namazda rahat davrandıklarını, Mushaf’ı başlarının altına koyarak camide yattıklarını görünce, döndükten sonra Türklerin Araplardan daha iyi Müslüman olduklarını iddia ettiklerine hepimiz şahid olmuşuzdur. Son yirmi yıldır ‘siyasal veya fundamental İslâm’ çıktıktan sonra bizdeki halk İslâmı’nın ‘Türk Müslümanlığı’ şeklinde yeniden değerinin keşfedildiğini söylemek mümkün. Bazılarının, bu Türk Müslümanlığının merkezine ‘Alevî’ yorumunu koyarak yeniden inşâ etmeye çalıştıklarına şahit olmaktayız. Türk Müslümanlığının bir yönetici-bürokrat sanatçı ve zengin katı; bir de halk katı vardır. Birinci tabakanın dindarlığı söylem düzeyinde ‘Benim dedem de hacıydı’, ‘Ninemin de başı örtülüydü’, ‘şekil önemli değil (ibadetler kastediliyor), önemli olan kalp temizliğidir’, ‘Benim kalbim temiz’… vs. şeklinde aktüelleşir. Eylem düzeyinde ise genellikle mübarek gecelerde içki içmemek, kandil simidi yemek, yakınlarının cenazesine yarım başörtüsü ve siyah gözlükle katılmak ve Ramazanda oruç tutmak şeklindedir. Halk katında ise, beş vakit (% 45) veya Cuma (% 84) namazı kılma, hacca gitme (% 17), oruç tutma (% 91) şeklinde ibadetlerin ağırlıkta olduğu bir dindarlık tarzı yaygındır. Biz aşağıda bir bütün olarak ‘Türk Müslümanlığı’nın bazı karakteristik özelliklerini fenomenolojik yöntemle gözlemlemeye çalışacağız.

Kur’an okuyan bir kimse Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar yüzlerce peygamber tarafından tekrar tebliğ edilen İslâm dininin (hak dinin) özünün Allah ve ahirete iman etmek ve ahlâklı olmak olduğunu görür. Kur’an’da bu öz “iman edenler ve salih amel işleyenler” şeklinde yüzlerce tekerrür eder.

Yalnız Kur’an’da söz konusu edilen iman, Allah ve ahireti kesin tasdik etmekle başlayan ve bu iman Allah’a ise, O’na saygı duyma, O’nu sevme, O’nun bilincinde olma, O’na hamd ve şükretme, rahmetini umma, azabından korkma ve O’nu sık sık anma şeklinde artan ve eksilen, bir şuur ve kalp fiilleri şeklinde tezahür eder. Ahirete iman ise, cennet nimetlerini, ödüllendirmeyi arzu etme; cehennemde cezalandırılmaktan da korkma şeklinde ortaya çıkar. Zorunlu olarak ahlâkı doğuran bu bilinç hali ‘takva’ olarak isimlendirilir. Ancak, Türklerin itikadî mezhebi olan Maturidîliğin iman anlayışı böyle değildir. Türklerin iman anlayışı, fıkıhta mezhepleri olan Hanefîliğin kurucusu olan Ebû Hanife’nin Mûrcie’ye yakın iman anlayışına dayanır. Maturidî, Ebû Hanife’nin itikad alanındaki görüşlerini alarak geliştirmiştir. Bu görüşe göre iman, salt zihinsel kesin tasdik (kesin hüküm, kanaat, karar,inanç)dan ibarettir. Bu inanç anlayışı zamanla işlenerek itikad (akaid) kitaplarında “Amentü” şeklinde özetlenmiştir: Amentü’de imanın temel iki unsuru bulunduğu gibi; melekler, önceki peygamberler ve onlara verilen kitaplarla birlikte bir de yorumlayana göre içeriği değişebilen ‘kader’ eklenerek sayı altıya tamamlanmıştır. Elbetteki Allah’ın haber verdiği varlıkları (melekler, cinler) ve geçmiş haberleri (peygamberleri ve kitaplarını) tasdik etmek zorunludur. Ancak, dinin ve dindarlığın özünü oluşturan iman, Allah’a ve ahiret hayatına olan imandır.

İman (faith) ve inanç (belief) birbirinden ayrı şeylerdir. İman inanca dayanır. İman canlı, sıcak, tutkulu, dinamik ve sahibini mutlaka eyleme (amele, ahlâka) zorlayan bir şey olduğu halde; inanç, ölü, kuru, zihinsel, pasif, durağan bir itikaddır. İman artar-eksilir; inanç ise değişmez (artmaz-eksilmez). İmanın karşıtı küfür, inancın karşıtı reddetme, kabul etmeme, yalanlamadır. İmanı olanın ameli mutlaka olur; ancak inancı olanın ameli olmayabilir. İnanç, imanın ölmüş halidir.

Hanefiliğin Türk versiyonunda ahlâk ve salih amel söylem düzeyinde dinin emri ve önemli bir unsuru olarak kabul edilse de, pratikte dinin salih amel boyutu ibadetlere indirgenmiştir. Bu da “İslâm’ın şartı beştir” formülü ile yapılmıştır. Yani İslâm dini, beş unsurda özetlenmiş, daha doğrusu beş unsura indirgenmiştir. Bunlardan birincisi, “Amentü”nün de özeti olan “Kelime-i şehadet”tir. Yani “iman” önce ‘Amentü’ şeklinde altı “inanç” ilkesine indirgenmiş, daha sonra bu da özetlenerek “Kelime-i şehadet” şeklinde söze indirgenmiştir. Diğer İslâm’ın dört “şart”ı da dört ibadettir: Oruç, namaz, hac ve zekât.

Kur’an’da Allah’a imanı desteklemek, canlı tutmak ve ahlâka yardımcı olması amacıyla konulan ibadetler, bağlamlarından, amaçlarından koparılarak kendileri bizatihî amaç ve dinin en önemli ve neredeyse dinin tamamını ifade eden unsurlar haline getirilmiştir. Zamanla tekrar edile edile alışkanlık haline gelerek rutine binen bu ibadetler, amaçlarını büyük ölçüde yitirmişlerdir. Bu ibadetler Allah’a “borç ödeme” mantığı ve ahirette “sevap” kazanma amacına indirgenmiştir. Kur’an’da inanç, imanın temeli; ibadetler de iman ve ahlâkın yardımcısı konumunda iken; aradan iman ve ahlâk kaybolmuş, inanç ve ibadetler bunların yerini almıştır.

Osmanlı-Türk Müslümanlığı “ilmihal” Müslümanlığıdır. İlmihallerin içeriğinin yüzde doksanı ise itikad ve ibadetten oluşur. Buna “32 farz” Müslümanlığı da denir: “Beş İslâm’ın şartı, altı da imanın şartı, etti 11; üç de guslün farzı, etti 14; dört de abdestin farzı, etti 18; 12 de namazın farzı (altısı içeride, altısı dışarıda; içeridekilere ‘rukun’; dışarıdakilere ‘şart’ derler), etti 30; iki de teyemmümün farzı, etti 32.” Otuz iki farzı sayma, sayabilme Anadolu’da vasat Müslüman olmanın kriteridir. Oruç ve hac ibadetinin farzlarıyla sayı 54’e tamamlanarak bir Müslüman’ın “din bilgisi” tamamlanmış olur.

Kur’an kursları olayı Türk Müslümanlığını özetleyen başka bir gerçektir. Önemli olan ilâhî kelâmın mânâsını kavramak değildir. Önemli olan, ilâhî kelâmı Arapça okuyabilmeyi öğrenmektir. Ramazanlarda ‘hatim’ indirme ve ölülere bağışlama; ölülerin arkasından ‘mevlid’ okutma ve kandil gecelerinde (dualar kabul edildiği için) ibadet ve dua ile hem dünyalık beklentilerimizi karşılama hem de ahiret için bol sevap kazanma Türk insanının tipik dindarlık tezahürleridir.

Alevî dindarlığı ve din anlayışı (Türk Müslümanlığının önemli bir tezahürü olarak), sosyolojik olarak kırsal kökenli ve Şamanizmle birlikte birçok İslâm öncesi kadîm inançların karışımı bir sentezdir. Türk Müslümanlığının bu versiyonu, İslâm’ın beş şartından dördünü de atarak din ve dindarlığı “Kelime-i şehadet”e indirgemiştir. Alevîliğin, Kur’an ve sünnet etrafında dönen bir söylem olma yerine, Hz. Ali’nin mitleştirilmiş kişiliği etrafında oluşan bir söylem olduğu bilinmektedir. Alevîlikteki “Ali”nin tarihsel Ali değil, mitleştirilmiş Ali olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Tıpkı Hıristiyanlığın tarihsel İsa yerine, tanrılaştırılmış İsa etrafında oluşturulduğu gibi.

Türk toplumunun ideal dindar tipi ‘abdestli-namazlı’, ‘namazında-niyazında’, ‘namazında-orucunda’, sarıklı-sakallı’,  hacı, örtülü-tesettürlü (örtünün ‘irtica’ alâmeti olduğu icadı yeni çıktı, topu topu yirmi yıllık hikaye) insanlardır. Hacca gitmek isteyenler genellikle ömr-i ahirinde bu ibadeti ifâ eder. Çünkü ‘hacı’lığı ‘taşıması’ gerekir. O da dünya işleri ile uğraşırken olmayacak bir şeydir. Ancak, hacca gidenlerin çocukları da ‘hacı’lık statüsünün güvenilirliğini ranta dönüştürmesini bilir. “Hacıoğulları” işyeri tabelalarına yansır. İman Türklerde inanç olarak algılandığı için, dışarıya taşan bir sonucu olmadığı için ‘iman ile paranın kimde olduğu bilinmez’. İman, son nefes verilirken lazım olduğu için ‘dünyada mekân-ahirette iman’ gerekir.

Türk dindarlığı, domuz etinin haram olduğu ve yenmemesi gerektiğinde çok hassastır. Ama aynı titizliği rakı içme, şarap içme konusunda göstermez. Rakı, Türklerin ‘millî’ içkisi haline gelmiştir. Atalarımızın ‘kımız’ içmesi gibi. Erkekleri bekareti önemser, oysa kendisi zinadan kaçınmaz ve bunu meşrulaştırır (çapkın, hovarda). ‘Namus’ uğruna kolayca cinayet işler. Namusunu temizler.

Toplumsal ahlâka gelecek olursak; Türkler, Kur’an’da sadaka, infak ve zekât olarak ifade edilen ‘yardımseverliği’ hakkıyla yerine getirirler. Misafirperverdirler. Ancak, haksız kazanç ve hırsızlık alabildiğine yaygındır. Hele kamu malı, devlet malı olunca ‘Devlet malı deniz, yemeyen domuz’ kuralı geçerlidir. Kendinden olmayanları sömürme kabiliyeti yoktur; ancak, kendinden olanlara karşı aynı hassasiyeti göstermez. Yaptığı işi hakkıyla ve dürüst olarak yapmaz. İşin hilesine kaçar, tembellik eder. İdeal olan ‘salla başını, al maaşını’dır. ‘İşini bilir’ sözü Türkçe’de lafzî anlama gelmez, işin hilesini bilir anlamına gelir. Kısa yoldan ‘köşe dönme’ ile zengin olma, işi ‘beleşe getirme’ idealidir. Türkler zora gelmez, ‘işin kolayını tutmak’ daha doğrudur. Terlemez, üretmez. Rant yoluyla, faizden, piyangodan, totodan, lotodan, defineden kısa yoldan zengin olmayı düşler. Yalan söylemekte bir beis görmez. ‘Yalandan kim ölmüş’ ki. Araplar kadar olmasa da sözünde fazla durmaz. ‘Sözün sened’ olduğu dönemler geride kalmış; çek-senet mafyası türemiştir. Kur’an’daki ‘cahiliyye’ kavramının anlam içeriğine yakın bir şekilde çok kötü bir ‘gurur’ anlayışı vardır. Gururuna dokunanı çekip vurur. ‘Burnundan kıl aldırmaz’. Erkeklik gururuna dokundurtmaz. Gösterişe çok düşkündür. Yaptığı birçok şeyi “görsünler diye” yapar. İşimiz, gücümüz: ‘el-alem ne der’, “Acem peh peh’i, Türk poh poh’u sever.” Yani israfa gömülmüş durumdayız. ‘Yerli malı’ kullanmak ve tutumluluk otuzlu yıllarda kalmış bir masaldır.

Özetle, bu söylenenler bir öz-eleştiridir. Diğer Müslüman milletlerle mukayese edilerek söylenmiş şeyler değildir. ‘Onların bizden neresi iyi’ denebilir. Ancak, ‘Türk Müslümanlılğı’ denen olguya Kur’an’ın ortaya koyduğu “iman ve salih amel” ilkeleri açısından baktığımız da, hiç de iyi bir yerde olduğumuz söylenemez. Ev taşımasında olduğu gibi, bir din, doğduğu, yurt, millet ve dilden başka bir yurt, millet ve dile taşınırken bazı zaiyatlar olur. Yeni kimliğin üzerinden bir de bin senelik bir zaman geçince, bazı inhirafların olması kaçınılmazdır. Türkler kimliklerinin ontolojik kurucu bir unsuru olarak İslâmiyeti kabul ediyorlarsa, onu biraz daha ciddiye almak zorundadırlar.

1 Response

  1. 2 Haziran 2015

    […] Ilhami Güler: Çok iman, çok düşünce gerekiyor! (Asim Öz – 29.04.2010) […]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir