Özgürlük Teolojisinin İmkanları Üzerine (15) – İslam Fıkhına Genel Bir Bakış (2)

İslam’da Ruhban Sınıf Var mıdır?

Şimdi bu soruyu sıradan bir Müslümana sorduğumuzda alacağımız cevap haliyle “hiç öyle şey olur mu?” olacaktır. İslam’da ruhban sınıfı yoktur. Yani İslam dininde din adamlarının oluşturduğu bir sınıf yoktur. Peki kazın ayağı öyle midir?

Geçen yazımızda fıkha genel bir bakış atmış, İmam Şafii’nin akılcı kabul edilen İmam Azam ile nakilci kabul edilen İmam Ahmet bin Hanbel arasında bir zımni anlaşma yaptığını görmüştük. Ortaya koyduğu hukuk sistemine göre ana İslam gövdesinde dört ana mezhebin hak olarak kabul edildiğini ve diğerlerinin batıl olduğuna karar verilmiştir demiştik. Peki bu nasıl olmuştur? Ayrıca altı hadis kitabının meşru kabul edildiğini görmekteyiz. Peki İmam Azam ile onu din dışı ilan eden Buhari nasıl aynı kefede değerlendirilebilir?

Öncelikle Halife Mütevekkil döneminde Mutezile’nin din dışı ilan edilmesi ve Eşariliğin zaferi ile sonuçlanan dönem itibarı ile içtihadın kapısı kapanmıştır. Bugün Sünni alimlere sorduğunuzda size içtihadın kapısının kapanmadığını ama maalesef müctehid çıkmadığı için içtihad yapılamadığını söylerler. Peki müctehid olabilmek için ne gereklidir?

Müctehid olabilmenin yolu istinbat sahibi olmaktan geçiyor. İstinbat, kelime manası olarak kuyu kazarak su bulmak ve çıkarmak anlamına gelirken, Fıkıhta naslardan hüküm çıkarmak anlamına gelmektedir. Peki istinbat sahibi olabilmek için ne gerekiyor?

  • Kuran’ı anlamıyla birlikte ezbere bilmek gerekiyor.
  • Çok iyi seviyede Arapça, (7. Yüzyıl Mekke Arapçası, akademik düzeyde Arapça etimoloji ve gramer, Arap dili tarihi bilgisi yani nahiv ilmi) bilmek gerekmektedir.
  • Kuran ayetlerinin iniş sırasını, hangi olay üzerine indiğini, iniş sebebini, iniş tarihini tek tek bilmek şarttır.
  • Fıkıh, tefsir, akide gibi ilim dallarını bilmek gerekmektedir. Ayetlerde nasih/mensuh yapabilmek yani hangi ayet sonra gelerek önceki ayetin hükmünü kaldırmış bunu bilmek gerekmektedir.
  • Başta Kütüb-ü sitte olmak üzere 2. ve 3. derece hadis kaynaklarını da okumak ve tüm hadisleri, yaklaşık bir milyon hadisi ezbere bilmek şarttır.
  • Öğrendiği bütün hadislerin ravilerini yani Hz Muhammed’den itibaren kimler in rivayet ettiğini, kimler aracılığı ile Buhari’ye, Tirmizi’ye, Müslüm’e geldiğini bilmek gerekmektedir.
  • Bu ravilerin, yani hadisleri nesilden nesile iletenlerin kimler olduğunu ve bütün hayat hikayelerini bilmek gerekmektedir.
  • Hadislerde de hangisinin diğer bir hadisi nesh ettiğini, yani sonradan vuku bulup önceki hadisin hükmünü kaldırdığını öğrenmek şarttır.

Şimdi bu şartlara baktığımızda hadi hepsini bir tarafa bırakalım, bir milyon hadisi ravileriyle ve ravilerinin hayat hikayelerinin en ince teferruatına kadar bilmek denen şey mümkün müdür? Mantıklı her insan bunun mümkün olamayacağını görür. O zaman müctehid olmanın önü zaten kapanmış durumdadır. İctihad yapamayınca da ne olacaktır. Mesela günlük yaşantıda meydana gelen ihtilaflar mesela zekat konusundaki kişinin günlük ihtiyacından fazlasını dağıtması mı gerektiği yoksa malın kırkta biri (o da ana maldan değil kazançtan verilecektir) şeklindeki uygulama mı doğrudur? Bütün bunlara bakınca günümüz şartlarında faiz konusuna daha akılcı bir çözüm bulmak veya emperyalizm konusunda fıkıh üretmek mümkün olamamaktadır. O zamanda fıkıh dairesinin içinde sadece günlük ritüellerle ilgili eski hükümleri tekrar etmekten başka bir şey yapılamamaktadır.

Peki, bugün kabul edilen müctehidler kimlerdir. Birincisi Hz. Peygamberi gören sahabilerin ya da halifelerin dışında ki müctehidler; birincisi mezhep imamları, ikincisi mezhep müctehidleri ve sonuncu olarak da mesele müçtehitleridir. Bu sonuncular bazı olaylarla ilgili olarak yaptıkları içtihatlarla ilgili olarak tanınırlar. Bütün bu saydığımız kişiler İslam’ın ilk iki üç asrında yaşamış olan kişilerdir. Bunların içinde 4 kişinin adı ön plana çıkmış ve bunların dışında herhangi bir mezhep kabul edilmemiştir. Yani aslında öyle bir ruhban sınıfı ortaya çıkarılmıştır ki bu ruhban sınıfının değiştirilmesi mümkün değildir. Çünkü hepsi ölmüştür. Bu şu demektir, içtihat kapısı bir daha açılmamak üzere kapanmıştır. İşin ilginç yanı bu mezhep imamlarının hepsi zamanının hükümdarları ile ayrılığa düşmüş ve hepsi zulüm kapısından geçmişlerdir. Kendileri herhangi bir mezhep kurma konusundan uzak durmuşlar ve iktidarın sağladığı imkânlardan kaçınmışlardır. Bütün bunlara rağmen, bugün bütün Sünni İslam dünyası, 7. Yüzyıl ile 10. Yüzyıl arasında yaşamış kişilerin ictihadları dışında herhangi bir konuda fikir yürütme hakkına sahip değildir. Yani biz Müslümanlar önümüzde ki birkaç yıl içinde ilk kuvvetli emarelerini göreceğimiz bir sanayi devriminin öncesinde gelenle ilgili hiçbir fikrimizin olmaması ile karşı karşıya bulunmaktayız. Peki, bugün dünya üzerindeki bu yoğun eşitsizlik, hayatımızın her yerini sarmış olan kapitalizm ya da sömürgecilik konusunda biz bir ictihad geliştiremeyecek miyiz? Bizler sadece dünya sistemine entegre olmuş ve onun boyunduruğu altındaki devletlerimizin ve onları yönetenlerin söylediklerini kabul etmekle mi yükümlüyüz yani illa da ulül emre itaat etmemiz şart mı? Bugün klasik devlet anlayışı yıkılmak üzereyken bizim hiçbir vizyonumuz olmayacak mı? Bütün bu soruları şimdilik bir kenara koyup tekrar o günlere dönelim.

Bu ictihad kapısını lehimleyenler nasıl bu işleri yapmışlar ona bakalım. Öncelikle İmam Gazali’den bir örnek verelim. İmam Gazali İhya-u Ulumi’d-Din’de şöyle diyor:

“Hiçbir müctehid, başka bir müctehidin sözü ile amel edemiyeceği gibi, hiçbir mukallid, taklid ettiği, uyduğu mezheb imamının sözünün dışına çıkamaz! Çıkar diyen kimse yoktur. Alimlerin en faziletlisi sayarak imam diye tanıdığı mezheb kurucusuna bağlandıktan sonra, hoşuna gidenleri başka taraflardan alamaz. Her yönden ona uyması lazımdır. Uyduğu imama muhalefeti münker bir harekettir ve bu muhalefeti sebebiyle günahkar olacaktır.”

Yani mesele o kadar açık ortaya konulmuştur ki eğer müctehid değilsen, mukallit olmak zorundasın yani taklit eden olmak zorundasın. Sen eğer taklit eden isen ve bir imama yani bir mezhebe bağlandın ise bütün ictihadları o imamdan almak zorundasın onun dışına çıkarsan günahkar olacaksın yani yerin cehennem olacaktır. Gazali bundan sonra da şöyle devam ediyor.

“İctihad mevkiine yükselemeyenler, kendilerine sorulan soruya ancak bağlı bulundukları mezhep imamından naklederek cevap verebilirler. Eğer imamının ictihadını zayıf buluyorsa, onu terk etmesi caiz değildir.”

Yani başkasının ictihadıyla cevap veremeyeceğine, mezhebi de bilinmiş olduğuna göre, daha mücadele etmesinde hiçbir anlam yoktur. Eğer bir meselede şüphe ediyorsa uygun olan şey,  ben bu konuyu anlayamadım, belki bağlı bulunduğum mezheb imamının bu konuda bir cevabı vardır, fakat ben maalesef bilemiyorum; çünkü ben bir müctehid değilim demesi lazımdır. İşte hal böyle olunca biz televizyonlarda ve camilerde asırlardır hep aynı şeyi konuşmaya devam etmek zorunda kalıyoruz.

İmam-ı Rabbani’den de bir alıntı paylaşayım.

“Kuran’a ve sünnete, yani hadîs-i şeriflere uygun itikâd lâzım olduğu gibi, müctehidlerin kitap ve sünnetten çıkardıkları ahkâma (İslâmiyet’e uygun işlere) uymak lâzımdır. Bu ahkâm, helâl, haram, farz, vâcip, sünnet, müstehab, mekrûh ve şüpheli olan işler demektir. Bu ahkâmı öğrenmek de lâzımdır. [Müslüman’lar iki kısımdır: Ya müctehid’dir veya mukallid’dir. Müctehid olmayan her müslümâna mukallid denir. Mukallidlerin, kitaptan ve sünnetten, müctehidlerin çıkarmış olduğu hükümlere uymayan hüküm çıkarmaları câiz değildir. Kendi çıkardığı hükümlere göre yapacağı işleri kabul olmaz. Her mukallidin bir müctehide uyması, yani bir mezhebe girmesi lâzımdır. Girdiği mezhebin muhtar olan, yani âlimlerin çoğunun uyduğu hükümlerine uymalıdır.” [1]

O zaman genel olarak bir bakış atacaksak öncelikle İmam Şafi;

“Arap aklını yatay olarak parçayı parçayla birleştirmeye, yani fer’i asla bağlamaya (Kıyas) yönlendirmiştir. Dikey olarak ise bir lafzı birden çok anlama, bir anlamı fıkhi araştırmalarda birden fazla lafza birleştirmeye yönlendirmiştir. Bu, dil ve kelamla ilgili yapılanın aynısıydı. Bu şekilde Arap aklı Şafii’nin bu girişimi sayesinde kendini besleyecek enerjiyi bu iki mihver arasında hareket etmekte bulmuş ve onu fıkhi bir akla; yani bütün becerisi, fer’lere asıl aramakla, dolayısıyla her yeni meseleye, bu meselenin kıyas edilebileceği geçmiş bir asıl aramakla sınırlı kalan bir akla dönüştürmüştür. Bunu yaparken de sürekli nasları temel aldığı için, naslar Arap aklının ve onun etkinliğinin kaynak otoritesini oluşturmaya başlamıştır. Böyle bir statüsü olan aklı tabii ki ancak başkasının ürettiği vasıtasıyla üretilebilen bir akıldır.

Fıkh’ın görevi, toplum için yasa koymak ise fıkıh usulünün görevi de akıl için yasa koymaktır.” [2]

Yukarıdan itibaren yazdıklarımıza bakarak diyebiliriz ki, İmam Şafi ortada var olan dağınıklığı toparlayalım derken akla sınır getirmiş, akılı ancak nakil ile kullanılabilir hale getirmiştir. İmam Gazali ve diğerleri ise tabiri caizse aklın üzerine beton dökerek dini sadece nakilciliğin eline emanet etmişlerdir. Bir de üstelik içtihadı kapısını öyle bir kapatmışlardır ki, sadece ölülerden oluşan bir ruhban sınıfı yaratmışlardır.


[1] İmam- Rabbani, Mektubat, 1. Cilt, 286. Mektub  

[2] Arap İslam Aklının Oluşumu, Muhammed Abid Cabiri, s.121

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir