Bir Hal Olarak Halkçılık
“Sendikalar üye yazmak için işçiye, köylü kökenli işçiye Marks’ı anlattı. Bunları yapacağına Hz. Muhammed’in iki birden, üç ikiden ve dört üçten iyidir sözünü söylese, inanacak ve gelip üye olacak adam… Kimsenin aklına gelmiyor.” Ömer Lütfü Akad
Halkçılık deyince özellikle bizim kuşak ve öncesinin aklına genellikle CHP’nin altı oku ve onun içindeki Halkçılık ilkesi gelir. Kısaca tanımı şudur: “Halkçılık yönetimin halklaşmasıdır.” Böyle büyük bir ironi olabilir mi, halktan uzaklaşan bir halkçılık, halka rağmen halkçılık yapılabilir mi?
İki sene kadar önce Via Campesina’nın Avrupa ayağının Avusturya’da organize ettiği “Gıda Egemenliği” konulu bir haftalık bir çalıştaya gitmiştim. Avrupa’nın her yerinden katılım olduğu gibi, dünyanın da değişik yerlerinden katılım gerçekleşmişti. Çalıştayın amacı, dünyanın değişik yerlerinde çok uluslu şirketlerin dünyaya dayattığı gıda güvenliği konusunu tersine çevirip üretimin ve tüketimin daha yerelde yapılmasına yönelik adımlar atmaktı. Hem karbon salınımını azaltmak için çalışmalar yapmak hem de küçük çiftçiyi büyük şirketlere karşı korumak ve bu arada kendi yerel tohum ağını kurmak geliştirmek gibi hedefleri vardı. Bir hafta boyunca “nasıl mücadele edilebilir”in arayışında olunan bir toplantıydı. İnsanlar hiçbir şeyi çöp haline getirmemeye çalışıyorlardı. Kesinlikle en ufak bir israf yoktu ve müthiş bir işbirliği halinde çalışıyorlardı. Oradaki insanları çok sevmiştim ama öte yandan kendimi çok yabancı hissetmiştim. Oradaki insanlara ben hiç benzemiyordum. Aslında çeper ülkelerden gelen insanlar da pek benzemiyorlardı ama onlar benzemeye gayret gösteriyorlardı. Bu duyguyu ben Gezi Parkı protestolarında da hissettim. Oradaki gençlerin çoğunu sevmiştim ama o insanlar bana benzemiyorlardı. Muhtemelen televizyonlardan o çocukları izleyen halkın büyük bir çoğunluğu da daha şiddetli bir biçimde bunu hissetmişlerdir. Ama orada gördüğüm gençler, Avusturya’da gördüğüm insanlara benziyorlardı.
Bir zamandır Platform olarak biz halkçı mıyız, işçici miyiz, gibi bir sürü tartışma yürütüyoruz. Bizim için önemli olan işçi ve emek meseleleriyle ilgilenelim, diğerlerine mümkün olduğunca girmeyelim gibi şeyler konuşuyoruz. Önemli bir kısmımızın “halkçı” olmak gibi bir iyi niyeti ve beyanı var.
İyi de “ben halkçıyım” demekle halkçı olunmuyor ki, mesela herkes şöyle bir düşünsün etrafınızda nasıl bir arkadaş örgünüz var? Mesela anne, baba akrabalarınızın ekonomik ve sosyal sınıfı nedir? Halk deyince aklınıza ne geliyor ve hakikaten o halkla ilişki kurabileceğinize inanıyor musunuz?
Ya da anne, babalarınızla veya akrabalarınızla ilişkiniz nasıl? Normal bir iletişim içinde misiniz, yoksa çatışma halinde misiniz? Bunları sormamın amacı şu, bizim en yakın akrabalarımız da o halk dediğimiz kalabalıkların içinde ve biz eğer onlarla sağlıklı bir ilişki kuramıyorsak ve onları kendi söylediklerimize inandırmaktan vazgeçtim ama en azından kendimizi dinletemiyorsak, halkla nasıl iletişim kuracağız?
Yaşım 52. Kendimi bildim bileli siyaset, hak hukuk vs. bir sürü işle ilgilendim, hep okuyup öğrenmeye çalıştım, hep şüphe ettim ve hala şüphelenmeye devam ediyorum. Galiba o yüzden herhangi bir evin içinde kendime ait bir alan kuramadım.
Hâlbuki 17-18 yaşımdayken düşünüyordum ki ben her şeyi öğrenmiştim, biliyordum, ama babam hiçbir şey bilmiyordu. Ben devamlı ona parmak sallayarak öğretmeye çalışıyordum ama o beni hiç dinlemiyordu ve bütün tartışmalarımız kavgayla bitiyordu. Sonra aradan yıllar geçti ve bugünlerde artık babama o günlere göre çok daha aykırı, çok daha kabul edemeyeceği şeyler söylememe rağmen artık hiç kavga etmiyoruz. Şimdi evladım bana parmak sallıyor ve ben biliyorum ki şu anda o benden daha bilgili ve akıllı ama bana o öğreten tavrından dolayı çatışıyoruz. Peki, babamla niye kavga etmiyorum? Çünkü babamla arama koyduğum seviye farkından ve ben çok biliyorum halinden onunla aynı düzleme geldim. Yani insanlaşmaya başladım, yani ona dokunmaya başladım, yani derdine derman olamazsam bile en azından onu dinlemeye başladım. İşte o günden beri iletişim kuruyoruz. Artık çok sert sözler söylesem bile belki gönlü kırılır ama benimle konuşmaktan vazgeçmez.
Lesley Hazelton Hz. Peygamber’in Cebrail Aleyhisselam’dan aldığı risalet sonrası evine giderken ve sonrasındaki ruh halini ve şüphe halini o kadar güzel anlatmış ki ben onu dinleyince dedim ki işte benim anlamadığım ama hissetmiş olduğum şey bu. Evet, benim inandığım dinin Peygamberi bir “İnsan” yani Adem.
Kuran’ın ifadesiyle “yemek yiyen, oturan kalkan, çarşı pazar dolaşan” bir insan, istese kendisine saraylar, kaşhaneler yapabilecek, kendisine düşmanlık eden herkesi öldürebilecek kudrette ve kuvvette bir kişi olmasına rağmen, amcasının ciğerini parçalayanı bile affedebilen bir insan. İşte, o yüzden Arabistan’ın küçücük bir parçasından çıkan bir söz, bir ışık, hiç bir devlet, muktedir koruması olmadan bütün dünyayı sardı. Benim inandığım Peygamberin başında ışıklı haleler yoktu, ayakları toprağa basıyordu ve Medine’ye dışarıdan gelen bir kişi onu kılık kıyafetine baktığında diğerlerinden ayıramıyordu. Hanginiz Muhammed diye soruyordu, yani Hz. Peygamber, ümmeti ile sahabe ile aynı hizada yaşıyordu.
Şimdi, halkçılık veya işçicilik yapan arkadaşlara bir soru sorarak devam edeyim, bir dönem platforma değişik yerlerden gelen işçi, esnaf arkadaşlar vardı, şu anda neredeler ve ne iş yaparlar bileniniz var mı? Şahsen ben bilmiyorum ama içimizden bir iki arkadaşın arada bir aradığından haberim var. Mesela Teksim çalışanlarının çocuklarına verilen ders meselesi ne oldu, bu konu ile ne kadar ilgileniyoruz. Bana göre platformun Teksim direnişi sırasında işçilerle ve aileleriyle birlikte yaptığı kermesler gerçekten çok güzel ve hakiki bir işti ve tam da işçilere dokunan, yan yana duran bir işti.
Belki daha önce de anlatmışımdır. 70’lerde kavga ettiğim bir solcu arkadaşım var. Şu anda fikirlerine en değer verdiğim dostlarımdan biri, onun anlattığı bir şeyi paylaşmak istiyorum. “12 Eylülden sonra polis tarafından aranıyorum, bir gün polis mahalleye baskın yaptı, komşumuz bir teyze vardı, bir de baktım ki eliyle bizim evi polislere tarif ediyor. Bu teyzenin ben çok hatırını sayardım ve severdim, çok zoruma gitti. Sonra gittik yargılandık, bir müddet yatıp çıktıktan sonra ilk işim teyzeye gitmek oldu. Kapısını çaldım açtı, dedim ki teyze bak seninle kaç yılık komşuyuz, ben seni çok severim ve kaldı ki biz hep sizin için mücadele ettik, sen niye beni polise ispiyonluyorsun anlayamadım. Teyzenin cevabı şu oldu: ‘Oğlum benim için mücadele ederken bana sordun mu?’”
Şimdi bu hikayeye bakınca bir çok kişi diyebilir ki, teyze de ne insafsız bir kadınmış ama bana göre teyze sonuna kadar haklı. Niye? Çünkü halka rağmen halkçılık yapamazsın. Halk yapısı itibarı ile devamlı devlete bakan ve iktidarın söylediğini önceleyen bir organizmadır. İktidar denilen, güç denilen mekanizmanın dışında bir ilişki kuracaksan ancak o insanlarla aynı seviyede duracaksın, aynı kaptan yemek yiyecek, dertleriyle dertleneceksin. Beraber kahveye gidecek, evde günlerine katılacak, beraber Cuma namazına gideceksin ve en önemlisi konuşmayıp dinleyeceksin ki seninle aynı hizaya geldiğini ve senin kendisine buyurmadığını gören insanlar seninle iletişim kurabilsinler. Bu da bugünden yarına olabilecek bir şey değil ve bunun için sosyalistler bu ülkede gençlik hareketi olmaktan öteye gidemiyorlar. Çok aceleciler hemen iktidara gelip her şeyi değiştirebileceklerini zannediyorlar. Hâlbuki en azından modern sosyalist tarihi okusalar bile göreceklerdir ki Latin Amerika gibi çok münbit bir ortamda dahi yapılan devrimler tekrar eski haline dönmüştür, Venezuella ise aslında Bolivarcılık üzerinden kendi kökleriyle yeşerdiği için tutunur, Zapatistaların tarihi kökleri, ödedikleri büyük bedeller vardır. Bugün Küba rejimi dahi sallanmaktadır ve ayakta duruyorsa o halkın rejimi içselleştirmesi sayesinde duruyordur. Türkiye’ye bakın, Kürt hareketi şiddet sarmalından halkın yanına transfer olunca taban tuttu. Yani kolay mı buradan bakıp Gülen Cemaatini, Nur cemaatlerini, Milli görüşü, Milliyetçileri eleştirmek, yıllardır iğne ile kuyu kazıyorlar ve öyle ya da böyle bedel ödüyorlar. Bu verdiğim örnekleri vermemin sebebi bu hareketlerin sözlerinden ziyade emeklerine duyduğum saygıdandır. Bütün bunları yapabilmenin yolu öncelikle halk dediğimiz kimse, onunla aynı hizaya gelebilmekte, yani insan olabilmekte.
İşyerimde beraber çalıştığım arkadaşlarım var, işçi veya memur kadrosundalar. Bedenleriyle çalışan insanlar, yani fiili olarak işçiler, zaman zaman bu arkadaşlarla sohbet ediyorum. Çoğunluğu Orta Anadolu Sünni Türkmen, beş vakit namazında niyazında arkadaşlar. Sohbet esnasında ne zamanki ben ders verir gibi konuşuyorum, oda bir anda boşalıyor. Fakat ne zaman ben konuşmaktan ziyade onları dinlemeye çalışıyorsam ilgi artıyor. Mesela günlük dertleriyle ilgili yaptığımız sohbetlerden sonra biraz vites arttırıp siyasi muhabbetlere girince ve onları da dinleyince aslında senden çok da farklı düşünmediklerini görüyorsun. Aşağı yukarı aynı şeyi düşünüyorsun ama bunu iyi ifade edemezsen, bir de üstüne adama öğretmeye kalkarsan çaktırmıyor ama senden nefret ediyor. Şöyle bir örnek vereyim, bir arkadaş var, Süleymancı teşkilatta yetişme, arkadaşları dini konuları bu arkadaşa soruyorlar, zaman zaman beraber kıldıkları namazları bu arkadaş kıldırıyor. Kendisiyle öteden beri sohbet ederiz, düne kadar küfür ettiği Kürt hareketini şu anda anlamaya çalışıyor. Hatta bu seçim döneminde Sırrı’yı bir televizyon programında görmüş, daha önce küfür edeceği kişiyi ciddiye alıp oturup seyretmiş ve bana telefon etti, “sen seyrediyor musun, adam ne kadar haklı konuşuyor” diye. Peki, biz bu sohbetleri yapmasaydık ne olacaktı? Muhtemelen böyle bir programı seyretmeden lanet okuyup geçecekti.
Arkadaşlar halkçılık dediğimiz şey böyle bir şey, anlamaya çalışmak, dinlemek ve karşındakini cidden ciddiye almaktır. Sen üç kişilik eylemde devrim şarkıları okuyup, herkese sövmeye kalkarsan hiç kimseyi yanında bulamazsın, senin arana platforma gelen arkadaşları ciddiye alarak dinlemezsen bir daha gelmezler, onlara öğretmeye kalkarsan toz olurlar. İşçinin yanına gidip günlük herhangi bir derdi ile dertlenmezsen, sen sadece iyi bir çocuk olarak kalırsın. Hepsi o kadar, daha fazlası olmaz.
Benim bahsettiğim şey aslında böyle bir proje falan değil, bir halden bahsediyorum. Bu planlanacak, mota mot uygulanacak bir şey değil. Zaten yaşım ilerledikçe benim okuduğum şeylerden, yaşadıklarımdan ve bildiklerimden hareketle görüyorum ki, siz ne kadar planlarsanız planlayın hayat kendi bildiğini dayatıyor ve sonunda başka bir sonuç ortaya çıkıyor yani hep Allah’ın hesabı oluyor. Çünkü insan doğal olana, Allah’ın yarattığına müdahale ediyor. Evet, Allah yaratır ve onun içindir ki yaratılan hiçbir tohum bir diğerine tıpatıp aynen benzemez, muhakkak bir farklılık olur. Tıpkı retinamız gibi, tıpkı parmak izimiz gibi, mesela insan da çift olan hiçbir uzuv simetrik değildir, muhakkak biri diğerinden farklıdır. Fakat insan gidip müdahale ediyor, nasıl mı? Ya tohumla oynar, ya da tohumun genetiği ile oynar ve herkesi kendine mecbur eder. Oysa Allah bütün yarattığını bizim önümüze sermişti, biz onu sadece kullanabilirdik ama tapusunu almaya çalışıyoruz. Ya da mesela ağaçlardan çelik alır, beğendiği bir cinsi çoğaltır, bu cins çoğalınca haliyle diğer türler yok olurlar, sonunda tek tip canlıya doğru gidersin.
Bunu insana sosyolojik olarak da uygulamaya kalkarsan orada da Faşizmi ve ulus devleti icat edersin. Çünkü hükmetmeye çalışan yani rububiyet iddiasında olan insan planlar, tıpkı Firavun gibi, Nemrut gibi, Haman gibi vs. Oysa Allah yaratır ve senin önüne serer. Sana sadece onu kendi yararına, mümkün olduğu kadar diğerine de zarar vermeden kullanmak kalır. O yüzden hayatın akışı içinde “planlamadan” mühendislik yapmaya kalkmadan hedef kitlen kimse onunla aynı düzlemde ve yan yana hareket etmeyi başarırsan o zaman işte halk dediğimiz neyse ona ulaşmaya başlarsın, çünkü insan olmaya başlamışsındır. Ha bu şu demek değil, ben yeryüzü cenneti gibi bir şey tasavvur etmiyorum. Söylediğim şey emr bil maruf, nehy anil münker üzere olmak, iyiliği emretmek, kötülükten men etmeye çalışmak. Bu ne kadar başarılır bilmiyorum, bunu bilmek benim işim de değil, ama bütün çabamız bu olmalı diye düşünüyorum. Bu yol çok uzun, çok meşakkatli bir yol, doğrusu nasıl yol alınır tam bilmiyorum. Bildiğim tek şey Besmele çekip başlanır, zaten Gazali diyor ki, dünyada bir 15 gün hiç günah işlenmezse orası hiç yaşanacak bir yer olmaz, kıyamet kopar. Doğal olan ve tabii olan her şeyin bir arada yaşandığı bir dünyada mücadele etmektir. Steril bir yeri ancak insan planlar, tıpkı seralar gibi ya da hayvan yetiştirme çiftlikleri gibi
Yukarıda anlattığım şeylerden hareketle Platform denilen yapımız da mümkün olduğu kadar doğal olmalı ve içimizde birçok farklı ses ve renk olmalı ve belki bazen en kızdığımız şeyleri dinleyebilmeliyiz. Bence biz o sözleri dinleyebildiğimiz ölçüde de insanlaşma yolunda ilerleyebiliriz. Yoksa aynılaşan bir yapının içinde durmak doğrusu benimde bu saatten sonra pek çekebileceğim şey değil, aynılaşmak bizi zorbalığa götürür. Buradan kastım, saldık çayıra, mevlam kayıra gibi bir anlayış değil, bu anarşizmin en primitif halidir. Son derece disiplinli bir şekilde çalışırken doğal olana dokunmayacağız, insanın halini bozmayacağız ve herkes konuşurken dinlemeyi ve birlikte hareket etmeyi başaracağız, işte o zaman bir yandan insanlaşırken, bir yandan da halk ile beraber olabiliriz.