Büyük Göçmen Hapishanesi

Şubat ayında yaşadığımız deprem ve büyük afetin bize gösterdiği en can sıkıcı görüntülerden birisi göçmenlere açıktan sergilenen ırkçılık oldu. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayanlar, her kriz anında kolaylıkla suçlanan insanlar olduklarından, arama kurtarma faaliyetleri sırasında insani yardımlardan mahrumiyeti fazlasıyla hissettiler. Göçmenler, enkazdan kurtarılacaklar listesinde son sırada yer aldılar, deprem bölgesinde yaşanan adi suçlarda birinci derece şüpheli olarak görüldüler. Bazı yerlerde göçmenlerin cesetleri bile çıkarılmadı, fiilen yok sayıldılar. Bazıları için zaten orada hiç olmamaları gerekiyordu.

Deprem ya da afet anları özellikle örgütsüz bir halk için büyük maliyetlere neden oluyor. Eğer halkını umursamayan bir devlet yönetimi söz konusu ise öldüğünüz yerde çürümeniz işten bile olmuyor. Canınız, aileniz, sahip olduğunu her şey feda edilebilir görülüyor. Devletlerin oligarşik yapılar olarak halktan çok sermaye sınıfını gözetmeleri afet anında sivil halkın örgütlü bir mücadele yürütme kabiliyetini geliştirmesini mecburen dayatıyor. Kapitalizmin derinleştiği bir dünyada bu ihtiyaç bütün halklar için artıyor. Göçmenler içinse daha fazla.

***

Deprem, ırkçı siyasetlerin trenine iktidarın tam anlamıyla katılmadığı bir zamana denk gelmişti. Bazı bakanlar, özellikle göçmenlerin iş gücü maliyetlerinin düşük olmasını öne çıkararak göçmenlerin ülkedeki anlamını savunmuştu. İktidar cenahındaki satılık kalemler ise göçmen dostu bir tutum sergilendiğini vurguladılar, yani iktidarın sözümona erdemine işaret eden bir tutumu dillerine doladılar.

Ancak seçimle birlikte ırkçı söylemler yükseldi ve seçimleri kıl payı kazanan iktidar da seçimden sonra meşruiyet alanını genişletmek için muhalefet cephesinin ırkçı diline dümen kırdı. Bununla da kalmadı göçmenleri yakalamak ve sınır dışı etmek için bütün imkânlarını seferber etti. Böylelikle örgütlenme olanakları hayli sınırlı olan ve zaten lümpenleşmiş ve sesi gürültülü çıkan toplumsal kesimlerin hedefinde olan göçmenler için olağanüstü şartlar devreye girdi.

GGMlere gönderilme riski nedeniyle göçmenler evlerinden çıkamaz hale geldiler. Bu nedenle geçimlerini sağlayabilmek için işe gidemez oldular. Hatta Suriyeli hocalar Türkiye’deki göçmenlerin Cuma namazlarına bile gitmemeleri yönünde fetvalar yayınladı. Çalışamayan, sosyal hayata karışamayan ve iaşelerini sağlayamayan göçmenler şu an ev sahiplerinin insafına terk edilmiş durumdalar.

Atmosfer

Türkiye, seçimlerden sonra özellikle göçmenler için büyük bir risk haline gelmeye başladı. Her yerde göçmenler eğer evrakları yoksa GGM adı verilen hapishanelerde tutulup ülkelerine geri gönderilme riski taşıyorlar. Özellikle göçmenlere yapılabilen bu uygulama da “düzensiz” ve “kaçak” göçmen gibi ifadelerle hukuki ve toplumsal “meşruluk” kazanıyor.

Siyasetin kiri ile şekillenmiş iki kelime ile on binlerce insanın hayatı ve kurulu düzenleri karartılıyor. Türkiye özelinde bu düzensiz göçmen ifadesinin açılması ve bizzat devleti yönetenler eliyle nasıl bir insan hakları ihlalinin yaratıldığının vurgulanması gerekir.

“Düzensiz göçmen” ya da “geçici sığınmacı” gibi absürt statüler Türkiye Cumhuriyeti’nin Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi kısıt şerhinden kaynaklanıyor. Bu şerh, özetle görece müreffeh ülkelerden gelen ve iltica etmek isteyenlere mültecilik statüsünü ve haklarını tanınırken, yoksul ülkelerden gelen insanlara bu hakkı vermiyor. Sadece bir çifte standart değil evrensel insan haklarına aykırı bir durum ile karşı karşıyayız. Cenevre Sözleşmesi’ne konulan bu şerh Türkiye’de – belki de dünyanın hiç bir ülkesinde olmadığı kadar yüksek düzeyde- devlet güdümlü bir ırkçılığın teşekkülüne imkân sağlıyor.

Kıl payı kazandığı seçimlerden sonra toplumsal meşruiyet alanını genişletmek isteyen hükumet, insan haklarına aykırı bir dayanakla hem ekonomik krizin yarattığı homurdanmaları saptırmak hem de toplumdaki itibarını arttırdığı için “kaçak/düzensiz” göçmen kartını sahaya sürdü. Hoş, seçimlerden önce de göçmenler açısında ülkenin durumu matah değildi, ucuz iş gücü olarak görülüp sömürülmek ve her fırsatta linçe ve pogrom tehlikesine maruz kalmak oldukça sıradandı. Seçimlerden önce kölelik koşullarında çalışan, kolaylıkla tacizlere ve saldırılara maruz kalan göçmenler seçimlerden sonra günah keçisi ilan edildiler, ekonomik krizin ve yüksek kiraların esas sorumlusu olarak algılandılar. Ve eğer mültecilik bir statü olarak bütün ülkelerin vatandaşlarına tanınsaydı bugün en azından yapılanlara hukuki kılıf bulunamayacaktı.

Türkiye’nin ülkelerinden çıkmak zorunda kalan mülteciler için köleleşerek çalışmak ve yaşamak zorunda kaldıkları bir hapishaneye dönüşmesinin bir başka nedeni daha var: AB ile yapılan Geri Kabul Anlaşması.

Bu anlaşma özellikle Türkiye kara sınırından AB sınırlarına giren göçmenlerin geri gönderilmelerini ve Türkiye tarafından kabulünü “hukuki” kılıyor. AB devletleri kendi sınırları için bekçilik yapan Türkiye’ye kendilerini göçmenlerden “koruduğu” için para ödüyor. Kara sınırları bir hapishane duvarına dönüşen Türkiye’den çıkış için kalan tek seçenek, ölümle burun buruna gelme pahasına güvenliksiz botlarla deniz yoluyla ülkeden çıkmak ve Yunanistan’a geçmek oluyor. Göçmenler bunun için yüksek bedeller ödüyorlar ve ister istemez insan kaçakçılarının insafına kalıyorlar.

Bu iki durumu, Türkiye’de yaşamak zorunda kalan ve en temel insani güvencelerden mahrum olarak gizlenerek bir şekilde ayakta kalmaya uğraşan ve kötü koşullarda çalışan göçmenlere uygulanan “cadı avı” ile beraber düşündüğümüzde yüz binlerce insanı ilgilendiren, devasa bir insani krizin ve hak ihlalinin yaşandığını söyleyebiliyoruz.

Tenhalaşma

İstanbul tarihin her döneminde bir göçmen şehri oldu. Hem konumu hem tarihsel önemi hem de çekiciliği nedeniyle böyleydi. Merkezi semtler, meydanlar, zaman içinde dönüşen bazı mahalleler bu şehre tutunmak isteyen göçmenler için çekim merkezleri haline geldiler. Bu şehri büyük ve güçlü kılan ritminde göçmenlerin çok önemli bir yeri var. Lakin içinde bulunduğumuz ve göçmen olmayanlara değmediği için kayıtsız kalınan bu saldırı meydanları sadece tenhalaştırmıyor, şehrin günden güne çoraklaşmasına da neden oluyor.

Aksaray’da Afrikalıların yoğun kullandığı sokaklarda hiçbir Afrikalıya denk gelmeyebiliyorsunuz. Aksaray meydanında prefabrik bir toplama merkezi kurulmuş, her sokak başında polisler belge kontrolü yapıyor. Muhtemelen şehrin birçok meydanında ve göçmenlerin yaşam alanı haline gelen semtlerinde çok daha fazlası yaşanıyor.

Mesela Tarlabaşı’nın meşhur Pazar Pazarında Afrikalı göçmenleri neredeyse göremiyoruz. Daha çok polisler dolanıyor.

Epilog

Türkiye işçilerin, kadınların devlet desteğiyle sömürüldüğü bir ülke. Mafyaların ve uyuşturucu çetelerinin kafalarına göre cirit attığı ancak en basit hak savunuculuğunun bile polis saldırısıyla karşılık bulduğu bir ülke. Kendi vatandaşına da ucuz işçi muamelesi yapan bu oligarşik yapı, en güvencesiz durumda olan göçmenler için bugünlerde cehennemi yaşatıyor. Sadece bir grubun değil herkesin haklarına karşı sistemli bir saldırı ve yalnızlaştırma yaşanıyor.

Ekonomik krizin faturasını yükseltilen vergilerle halka kesme yoluna giden iktidar, bugüne kadar istismar edilmelerine kapı araladığı göçmenleri baskılayarak, işsizlik sorununu bir düzeyde giderebilir. Bu uygulamaların ne kadar işe yarayacağı tartışma konusu ancak halkı ve sömürülenleri ayrıştırarak yürütülen bu saldırıya karşı kolektif bir karşı tutum almak zorundayız. Aç gözlülüğü dindirilemeyen kapitalizmi durdurmanın tek yolu, onu ortadan kaldırmak ve bu da ancak en çok sömürüye mazur kalan göçmenlerle dayanışarak ve birlikte toplumsal siyaseti örerek mümkün olabilir. Başka türlü haklı ve tutarlı bir karşı siyaset üretemeyiz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir