Demokratik İslam Kongresi’nden gözlemler

18-20 Aralık tarihlerinde İstanbul’da Demokratik İslam Kongresinin ikincisi gerçekleştirildi. İlki Diyarbakır’da yapılan kongreye Platform olarak delege göndermiştik, bu kongreye de delege gönderdik.

Kongrenin ilk günü açılışın ardından Kuran tilaveti ile program başladı. Kongre ile ilgili kısa açıklamaların ardından ve Öcalan’ın önceki kongreye göndermiş olduğu mektubun Türkçe ve Kürtçesi okundu.

Bu girişin ardından İhsan Eliaçık bir konuşma yaptı. Eliaçık evvela günün tarihi olan 18 Aralık’ın önemine dair hatırlatmalar yaptı (17-25 Aralık olayları, Roboski, Şeyh Bedrettin, Camide içki içilmesi ve Kabataş yalanları). İslam’a dayandırılan yaygın devlet algısını eleştirerek Medine’de kurulan siyasal yapının bir aşiretler konfederalizmi olduğunu ve peygamberin de hakim değil hakem olduğunu anlattı. Herkesin karar almada ortak olduğunu ve peygamberin de onlardan biri olduğunu dile getirdi. Demokrasinin İslam’daki yerine de değinen Eliaçık “Yıllarca saltanat ile yönetildiniz biriniz saltanat küfürdür veya şirktir demedi. Ama her taraftan biri çıkıp demokrasiye şirk/küfür diyor. Hayır, demokrasi İslam’ın özüne daha yakındır” dedi.

Eliaçık’ın ardından cemaatlerin temsilcileri konuşmaya başladı, fakat program biraz ağır ilerliyordu. Diyarbakır Protestan Kilisesi rahibi, bir Alevi temsilcisi, bir Ezidi temsilcisi ve Dünya Ehlibeyt Derneği başkanı Fermani Altun konuştu. Bu konuşmaların içerisindeki en çarpıcı konuşma Protestan kilisesi rahibinin konuşmasıydı. Şu cümle çok çarpıcıydı: “Biz Hristiyanlar sizleri çok seviyoruz ama sizden korkuyoruz. Biz sizden korkmadan birarada yaşamak istiyoruz.”

İkinci gün program, Farid Esack ile başladı. Güney Afrikalı olan Farid Esack, Mandela’nın yoldaşlarından ve İslami Kurtuluş teoloğudur. Kendisi öncelikle Türklere yönelik olarak konuşmaya başladı ve şöyle bir soru sordu: “Neden bu ümmet hayırlı olarak haşr edildi? Çünkü siz insanlık için varsınız. İyiden yanasınız, kötülüğe karşısınız.” Ardından şöyle devam etti: “Evet, Türkler tarihte çok güzel işler yaptılar; ama önemli olan tarihte ne yaptığımız değil, bugün nerede olduğumuzdur. Öncelikle şunu düşünmeliyiz ki bir gün mutlaka Allah’a döneceğiz ve hesap vereceğiz. Allah bizi yarattığında Adem’e kendisinden bir ruh üfledi ve onu onuruyla yaratttı. Kim olursak olalım, hepimiz Allah’ın bize verdiği bu onurla yaşıyoruz. Ona sahip çıkmamız gerekir. Güçlüler bizim onurumuzu tanımadığında bu bizim için kabul edilemez bir durumdur. Çünkü bu onur bize Allah’ın emanetidir. Allah ‘Ben size onur verdim, siz ise onun ezilmesine ve yok edilmesine izin verdiniz’ diye hesap soracak. O yüzden kardeşlerim onurunuzu ezdirmeyin ve hiç kimsenin onurunu ezmeyin.”

Esack konuşmasına Allah’ın onurun yanında ikinci olarak insana adalet duygusu da verdiğini söyleyerek devam etti: “Adalet birlikte gerçekleşen bir şeydir. Bir işçi fabrikada patronu tarafından ezilir ve evine gelir o da eşini ezerse aynı adaletsizliği yapmış demektir. Adalet yalnız kendin için değildir. Eğer başkaları için ayağa kalkabiliyorsan adalet gerçekleşir. Adalet aramızdaki en zayıfın ihtiyaçlarına yönelmektir. Bütün Peygamberler ezilenlerden yana tavır aldılar. Bugünkü ekonomik sistem bütün insanları köleleştiriyor. Ümmet bütünü ile bu sisteme karşı mücadele etmek zorundadır. Eğer bizler özgür olmak istiyorsak, Türk kardeşlerime sesleniyorum, elimizi komşumuzun boynundan, ayağımızı böğründen çekmeliyiz. Komşumuz özgürleşmezse bizler de özgürleşemeyiz. Kadının ezilmesine karşı kadınla birlikte olmalıyız. Bütün ezilen grupların, kimliklerin yanında olmalıyız. Bu aynı zamanda ezeni de özgürleştirecek bir şeydir. Dünyanın talan edilmesine göz yummamalıyız. Dünya bir emlak piyasası değildir.”

“Bizler Allahuekber derken ne diyoruz? Allah en büyüktür demiyoruz, Allah’tan büyük hiçbir şey yoktur diyoruz. Yani bizler yeryüzünde hiçbir şey değiliz, o yüzden Allah için ezilenler ile birlikte olmak zorundayız. Sen burada güçlü olmak peşinde koşamazsın. Hiçbir Peygamber ‘nasıl güçlü olurum’ demedi, ‘ben zayıflar için nasıl başkaldırırım’ diye sordu. Adil toplumu yaratmak Müslümanların içindeki ortak gaye olmalı.”

İşte bu minvalde bir konuşma yapan Farid Esack bana göre bu kongrenin en değerli konuşmasını yaptı. Verdiği mesajlar evrenseldi ve netti.

Esack’ın konuşmasının ardından Türkiye’nin dışından gelen temsilciler konuşmaya başladı. Özellikle Rojava’dan ve Rojhilat’tan gelen konuşmacılara büyük ilgi gösterildi. Aslında üç gün boyunca savaş ve mücadele ile ilgili verilen mesajlar buradaki topluluğu en çok heyecanlandıran mesaj oldu. Şu anda Kürdistan’da yaşananların etkisi topluluğun üzerinde görülüyordu.

İkinci gün öğleden sonra iki oturum oldu. Birinci oturumda İran’dan gelen Sadullah Zarei’nin konuşması güzeldi. Halk İslam’ı ve Saray İslam’ı üzerinden bir ayırımla, biraz da Ali Şeriati etkisinin hissedildiği bir konuşma yaptı. Akşam üstü yapılan oturumda ise Fatma Bostan Ünsal, Rum Suresi’nin 22. Ayetinden hareketle ‘Diller ve renkler Allah’ın ayetleridir’, ayeti üzerine bir konuşma yaptı. Halil İbrahim Yenigün ise İslamcılığın ölmediğini ve Cemaleddin Afgani’den, Seyyid Kutup’tan bu yana gelen o önemli damarın canlılığın koruduğunu ama iktidarların bu söylemin içini boşalttıklarını anlattı. Daha sonra ise Kadri Yıldırım ana dilde eğitim, kendi dilinde savunma yapmak ve özerklik konularında sahabenin hayatından ve Hz. Peygamber’in uygulamalarından örnekler vererek bir konuşma yaptı. “Hendek uygulaması yeni değil. Peygamber a.s döneminde de şehri savunmak için hendekler kazılmıştı (Hendek savaşı) ve hendekler saldırı değil savunmadır” dedi. İkinci gün, salondaki farklı grup temsilcilerinin konuşmalarıyla bitirildi.

Üçüncü gün Ayhan Bilgen öncelikle geçen kongreden bu yana neyi yapıp, neyi yapamadıkları konusunda bir giriş yaptı. Daha sonra komisyonlar bir faaliyet raporu okudular. Kongre kendi tüzüğünü hazırlamıştı, bu tüzük üzerine tartışmalar yapıldı ve tüzük son şeklini aldı. Öğleden sonra ise Kadri hocanın hazırladığı sonuç bildirgesi kendisi tarafından okundu. Bildirge üzerine yapılan tartışmalar sonucu gerekli değişiklikler yapıldı ve son hali basın önünde okunarak kongre kapanışı yapıldı.

Kısa bir değerlendirmeyle anlatımımı sonlandırayım. Bir kere Türkler birkaç küçük istisna dışında yoklardı. Kongrenin ağırlığını Kürt Meleler ve Seydalar teşkil ediyordu. Yani Kürdî bir damar hissediliyordu. Türklerin katılımı ise son derece sınırlıydı. Zannediyorum bu vaziyet kongreyi düzenleyenlerin de tercih etmeyeceği bir durumdu, ama konjonktür maalesef böyle bir sonuç getiriyor. Buradan hareketle insan şunu düşünüyor: Türk tarafı birlikte yaşama meselesi üzerine ciddiyetle düşünmüyor, bir vizyon geliştirmiyor. Kimse Medine sözleşmesini dilinden düşürmüyor, ama bunu sadece tarihsel bir okuma olarak yapıyor, günümüze yönelik gerekleri üzerine söz söylemiyor.

Bütün bunların yanında Ayhan Bilgen’in özeleştirisi önemliydi. Birinci kongrede alınan kararları hayata geçirmede eksik kaldıkları yanları açık bir dille ortaya koydu. Bundan sonra yapacakları çalışmalar için söyledikleri de dikkat çekiciydi. Medreselerin canlandırılması ve çok ortaklı bir televizyon kanalı kurulması gibi projeler önemliydi. Özellikle de şu vurgusu önemli geldi bana: “Bize diyorlar ki Kürdistan’da savaş var, siz İstanbul’da ne konuşacaksınız, gelin buraya destek verin, konuşacak ne kaldı ki? O yüzden buradan mutlaka önemli kararlar çıkarmalıyız ve önümüzde önemli bir yol haritası olması gerekiyor.” Kısaca, benim için oldukça enteresan bir kongre oldu ve ilk defa kendimi İstanbul’da azınlık hissettim, bunu da bir not olarak düşeyim.

dinleyici salonafişoturum1

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir