EAP Emek Çalışması: On Senenin Bir Muhasebesi

Dostumuz Alp Çıracı’nın onuncu senesini dolduran Emek ve Adalet’in (EAP) emek meselesine yönelik faaliyetleri üzerine serbest vezinli bir değerlendirme yapmak maksadıyla kaleme aldığı yazısını ilginize sunuyoruz.


EAP on sene evvel basitçe Müslüman sol diyebileceğimiz bir siyaseti inşa etmek maksadıyla yola çıktı. Kurucuların soldan anladığı, liberal bir sol değil, kapitalizmi aşmayı hedefleyen sosyalist bir soldu. EAP tüm gayretlere rağmen 2010’ların başında umut ettiğimize göre oldukça mütevazi bir etki yaratabildi. Öte yandan Türkiye’nin verili koşullarında (otoriterliğin yükselişi, muhafazakarlığın gücü, vs.) var kalmayı becerebilmiş olması bile belki bir başarı olarak addedilebilir. Nihayetinde 2010’ların başında tomurcuklanan Müslüman sol odaklardan günümüzde en canlı kalanı Emek ve Adalet oldu.

EAP’a rengini verenler, emek meselenin merkezi önemde olduğu bir sol anlayışa inandı. 2010’ların ikinci yarısından itibaren toplumsal cinsiyet meselesi de peyderpey platformun gündeminde merkezileşti. 2010’ların sonlarından itibaren toplumsal cinsiyet ve emek meseleleri hareketin temel iki meselesi / faaliyet alanı haline geldi.

Türkiye’de Müslüman sol bir anlayışın inşası ve yaygınlaştırılması zaten yeterince zor bir işti. Bunu emek meselesinin merkezinde olduğu bir anlayışla yapmak işimizi daha da zorlaştırdı. Kuruluş aşamasındaki tüm radikal hareketler gibi biz de ağırlıklı olarak orta sınıf gençlerden rağbet gördük. Orta sınıf Müslüman gençler arasında sol söyleme ilgi duyan küçük bir azınlık çıksa da emek meselesi deyince ilgi katsayısı hızla düşüyordu. Emek meselesinin demode ve görünmez olduğu, emek hareketinin cılızlaştığı ve/veya yozlaştığı bir dünyada bu anlaşılır bir durumdu elbette.

Madem öyle neden biraz daha esnek davranmadık? Şüphesiz esnek davrandık. EAP sadece kelimenin dar anlamıyla emek meselesi ile ilgilenmedi. Başka pek çok faaliyetimiz oldu. Ancak emek meselesi söylemsel düzeyde de olsa hep merkezde kaldı. Öte yandan emek alanında düzenli taban faaliyeti yürüten üye sayımızı verili herhangi bir anda birkaç kişinin üzerine çıkartamadık. Bu önemli bir çelişkimizdi. Ya da dışarının içeriye doğal bir etkisi. Düzenli taban faaliyeti derken kastım şu: EAP’ın destek verdiği bir emek örgütü içinde sorumluluk almak ve haftada iki-üç gün düzenli faaliyet içinde olmak. Bu vesileyle konuya yabancı olanlar için altını çizelim: Ciddi bir işçi/emek çalışması büyük fedakarlık isteyen, çok emek-yoğun bir faaliyettir. Üst düzey bir motivasyon gerektirir. Tüm ideolojik/politik sebeplerin ötesinde bu noktada sorumluluk alan üye sayımızın mütevazi bir düzeyde kalmasının arkasında şüphesiz bu da rol oynamıştır.

Peki emek meselesi neden söylemsel bile olsa hep merkezde oldu? Bunu uzun uzadıya tartışmanın yeri burası değil. Basitçe söylersek: Bugünün dünyasının eleştirisi ve yeni bir dünya özlemi, ancak entelijansiyanın uğraşı olmaktan çıkıp genelleştiğinde bir anlam kazanabilir. Seslenmeye çalıştığımız toplumun büyük çoğunluğu hayatta kalmak için çalışmak zorunda olan emekçi sınıflardan oluşur. Daha adaletli bir dünya kurulacaksa bu ancak toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçilerin rızası, çabası ve özneleşmesi ile kurulabilir.

Köylülere mi, ücretli çalışanlara mı yoksa esnaflara mı; kol emekçilerine mi yoksa kafa emekçilerine mi; iş yerindeki sorunlara mı, barınma sorunlarına mı öncelik vermeli gibi sorular strateji ve taktiğe dair sorulardır. Ucu açıktır ve çok su kaldırır. Bunlara burada girmeyelim.

  Peki neler yaptık ve nasıl yaptık: Direniş ziyaretleri

Direniş ziyaretleri ile başlayalım. İş yeri önünde direnişte olan işçileri ziyaret etmek ve mücadelelerine destek vermek ilk günlerden beri yaptığımız bir iş oldu. Genellikle sendikalaşma sebebiyle işte atılan işçilerin iş yeri önündeki direnişleri bu tip ziyaretler için en elverişli olanıdır. Bizim durumumuzda da öyle oldu. Casper, PTT, Ülker, Rosateks, Greif, Narin Triko, Punto Deri, Metal Fırtına’da Tofaş ilk akla gelenler. Kuruluşumuzu ilan eden 2011’deki sempozyumda Casper direnişçilerinin katılımları ve kürsüde konuşmaları hatırda kalan güzel anılardan.

Bu dayanışma faaliyeti, sınıf mücadelesinin sihrine, nelere kadir olduğuna dair oldukça zihin açıcıdır. Direnişçi işçiler, böylesi bir kolektif mücadeleye katılmak ve bedel ödemiş olmaktan kaynaklı olarak ciddi bir aydınlanma yaşarlar. Sohbetlerinden, anlatımlarından, heyecanlarından etkilenmemek pek mümkün değildir. Mücadelenin dönüştürücülüğüne bizzat şahitlik etmek umut vericidir. Öte yandan otoriter liberalleşmenin ülkemizdeki miladı olan 12 Eylül yasaları hala büyük ölçüde geçerlidir. Sendika ve grev kanunlarımız sendikalaşmayı engellemek, grev yapılmasını zorlaştırmak maksadıyla kaleme alınmıştır. Dolayısıyla bu tip mücadeleler çoğunlukla kaybedilir. Mücadelenin ateşli günlerindeki dönüşümler, aydınlanmalar kalıcı olmaz. Hegemonya işler ve insanlar zihnen çoğunlukla önceki durumlarına geri çekilirler; hatta bazen deneyip de kaybetmiş olmaktan, mesela sendikanın kazığını yemiş olmaktan daha da geriye… Bu direniş ziyaretlerinden pek de kalıcı ilişkiler çıkartamamış olmamızın sebebi öznel eksiklerimizin yanında biraz da budur. Ülker direnişinde epey yakınlaştığımız bir işçinin sonrasında Ak Trol’e bağlaması, aramızda eğlendiğimiz trajikomik hallerimizden biri olmuştu.

Teksim Triko direnişine olan desteğimizi diğerlerinden biraz ayrıştırmak gerekir. 2012’de 36 sendika üyesi işçinin işten atılması ve fabrika önünde başlattığı direnişe özel bir destek verdik. Bu sendikalaşma mücadelesinin öncüsü olan işçi eski bir dostumdu. Bu sebeple sürece iki sene önceki başlangıcından itibaren dahil olmuştuk. İrili ufaklı pek çok destek vermiştik. 2012’deki toplu işten atılma sonrası da bu sebeple tüm gücümüzle seferber olduk. Bir sürü şey yaptık. Ülkemizdeki işçi direniş repertuvarında pek olmadığı için şunu özellikle analım: Sendika ve işçilerle birlikte, bir Cumartesi ve Pazar İstanbul’un üç farklı lokasyonunda hem direnişi tanıtmak hem de maddi destek toplamak için kermes yaptık. İşçileri ailecek mobilize ettik. Epey de bir para topladık. Direnişin sürdüğü üç ay boyunca sadece işçilerle değil süreci yöneten sendikacıyla da epey yakınlaştık. Daha da güzeli üç ayın sonunda zafer elde edildi. Patron geri adım attı ve dönmek isteyen işçilerin çoğunu işe geri aldı. Bir süre sonra da sendika fabrikada yetkiyi aldı ve toplu sözleşme imzaladı. Böyle bir zaferde pay sahibi olmak güzeldi. Ben şehir dışında olduğum için kaçırmıştım. Zaferin netleştiği gün sendikada yapılan hararetli toplantının sonlarında işçiler desteklerinden ötürü salonda bulunan Emek Adaletçileri alkışlamışlardı. İşçilerle ve sendikayla ilişkimiz de aşağıda anlatacağım üzere sonraki yıllarda daha da ilerleyecekti.

  Taşeron işçi hareketine dahlimiz

Taşeron işçilerle irtibatımız bir diğer önemli başlık oldu. Çapa Hastanesi’nde çalışan taşeron işçilerin 2010’da kurmuş olduğu Taş-İş-Der ile Zeki Kılıçaslan ağabeyimiz sayesinde yakın bir ilişki kurduk. Kamu kurumlarında çalışan ve 2000’lerden itibaren sayıları hızla artan taşeron işçiler, içine sokuldukları güvencesiz ve absürt statüye karşı Çapa’da ve pek çok kurumda mücadele etmeye başlıyorlardı. Çapa’daki arkadaşlarla uzun yıllara yayılacak bir dayanışma ve dostluk ilişkisi kurduk. İnsan ilişkileri anlamında liderleri ile çok yakınlaşsak da Taş-İş-Der nihayetinde esnek bir iş yeri örgütlenmesi olduğu için kurumsal anlamda düzenli bir parçası olabileceğimiz bir mekanizmayı yaratamadık. Bizden destek istediklerinde, özellikle de eylemlerine destek verdiğimiz bir ilişki biçimi kurmuş olduk.

İSKİ’de çalışan taşeron işçilerin (az sayıda başka taşeron işçisini de katarak) 2013’te kurmuş olduğu İşçi-Der ile daha düzenli ve kurumsal bir ilişkiyi kurmayı denedik. Yine Zeki Kılıçaslan sayesinde tanışıp yakınlaştığımız bu arkadaşlar daha formel işleyen bir dernek örgütlenmesi kurmayı hedeflediler. İSKİ’nin mekânsal olarak dağınık olmasından da kaynaklı olarak ancak dernek toplantılarında bir araya gelebilen, bu toplantılarda karar alan bir kitlesi oluştu derneğin. Kalabalık eğitim toplantıları, işçilerin sorunlarını raporlama, küçük bir grev dahil olmak üzere pek çok eylem ve faaliyet yaptık birlikte. Bunların bir bölümü Taş-İş-Der ile birlikte örgütlendi. Pek çok taşeron işçi derneğinin bir araya geldiği Kütahya’da yaptığımız kurultay oldukça ilginçti.

 

Sıfırdan bir işçi örgütünün kuruluşunda yer almak ve gayret göstermek öğreticiydi. Liderlerinin de bizzat işçi olduğu bir işçi örgütü deneyimi daha da kıymetliydi. Ancak bir dizi sebepten ötürü İşçi-Der’in faaliyeti 2015 ortalarına doğru verimsizleşti. İSKİ işçilerinin ilgisi azaldı, Taş-İş-Der ile İşçi-Der’in liderleri arasında çok anlamlı olmayan gerilimler yaşandı. Gerek bu gelişmeler gerekse başka bir faaliyetin bize daha anlamlı görünmesiyle İşçi-Der’den çekildik. İşçi-Der deneyiminin bir diğer ilginçliği, derneğin lideri İSKİ işçisinin oldukça dindar bir kişi olmasıydı. Bir işçi örgütünün liderinin dindarlığının işçilerin o örgüte bakışı üzerinde belirgin bir olumlu etkisi olmadığını gözlemlemiş olduk. Bu örnekten hareketle genelleme yapmak yersiz olur, ama bu vakada durum az çok buydu.

Rüzgarların bunca tersine estiği günümüzde işçi liderliğine soyunan, bu uğurda zamanından, ailesinden fedakarlık eden, cebinden para harcayan, işten atılma, işsiz kalma riskine göğüs geren insanlar şüphesiz çok kıymetliler. Ancak bu kadar zorlukla boğuşan insanlar biraz yorgunluktan, biraz uğruna uğraştıkları insanlardan yeterli karşılığı bulamamaktan, biraz nefsine yenik düşmekten ötürü etrafını yoran ve hırpalayan bir ruh haline bürünebiliyorlar. Biraz da bunu görmüş, deneyimlemiş olduk.

Öte yandan tüm bu mücadeleler boşuna değildi. Gerek taşeron işçilerin mücadelesi, gerek Soma katliamının yarattığı infial, gerekse AKP’nin oy kaygıları sebebiyle taşeron işçiler 2014 yılının sonlarında ilk zaferlerini elde ettiler. Basınç altında kalan hükümet, 2015 seçimlerine yaklaşırken çıkardığı torba yasayla kamu taşeronu işçilerinin sendikalaşmasını kolaylaştırdı. Ardından taşeron işçiler kitlesel bir şekilde sendikalaştılar ve çalışma koşullarını iyileştirme imkanları arttı. Taşeron işçilerin bitmeyen mücadelesi 2018 yılında, başka bir seçimin arifesinde, hükümetin pes edip, kamu taşeronu işçilerin büyük çoğunluğunu kadroya almasını sağladı. Böylesi büyük bir kazanımda küçük de olsa bir katkımızın olması güzeldi. İçinde bulunduğumuz neoliberal dönemde böyle bir kamulaştırma kazanımının dünyada da pek örneği olmadığının altını çizelim.

  Bağımsız bir sendikanın inşası

2015 yılının bahar aylarında Teksim Triko direnişinde birlikte çalıştığımız sendikacıdan yeni ve bağımsız bir tekstil sendikasının kuruluşuna katılma daveti aldık. Teksim direnişinden tanıyıp güvendiğimiz işçi arkadaşlarımızın da bulunduğu bu girişime heyecanla katıldık. Bu sendikada yaklaşık iki buçuk boyunca yürüttüğümüz faaliyette, sendikacılığın her seviyesini bizzat deneyimleme fırsatı bulduk. Sendikanın yaklaşık iki yıl içinde bin beş yüz üye sayısına ulaşmasına katkıda bulunduk. İşyeri örgütlenmeleri de yaptık, işçi eğitimleri de düzenledik, işçi çocuklarına dersler de verdik, 8 Mart gibi özel ve büyük etkinlikler de yaptık. Sendikanın lider kadrosunda bir MHP’li, iki AKP’li, bir CHP’li ve bir HDP’li işçinin ele ele, uyum içinde sendikal faaliyetlere öncülük edişi, sınıf mücadelesinin potansiyeline dair umut vericiydi.

Bu faaliyette de emek mücadelesinin yükselmesi önüne konan bir diğer barajla yüzleştik: İşkolu barajı. Bilmeyenler için hatırlatalım: yeni kurulan bir sendikanın toplu sözleşme imzalama yetkisini alabilmesi için işkolunda çalışan işçilerin %1’ini üye yapması gerekiyor. Bunu yapamadığı takdirde bir sendikanın en temel işlevi olan toplu sözleşme yapamıyor, fiilen bir dernekten farksız kalıyor. %1 kulağa az gelebilir. Cümleyi şöyle kuralım durum daha iyi anlaşılsın: yeni tekstil sendikamızın toplu sözleşme yetkisi alabilmesi için yaklaşık 10 bin işçiyi üye yapması gerekiyordu. İki yıllık yoğun bir faaliyetten sonra bin beş yüz sayısında kaldık ve üye artış hızımız yavaşladı. Şüphesiz başlarken bu zorluğun farkındaydık ama beş sene içinde barajı aşabileceğimize dair bir iyimserlik içindeydik. İki yılın sonunda üye artış ivmesinin durma noktasına gelmesi başka bir şey söylüyordu. Bugünden bakınca insan şunu düşünüyor: Barajın düşük olduğu bazı istisnai işkolları haricinde, yeni kurulan bağımsız bir sendikanın barajı geçmeden ulaşabileceği üye sayısının belki de yapısal bir sınırı vardı ve o sınıra ulaşmıştık.

Sendikanın kuruluşuna öncülük eden sendikacı 2017’nin bahar aylarında, işkolunda bulunan bir sendikadan kendisine katılma daveti aldığımızı söyledi. Davetin sahibi sendika, yolsuzlukları ve çürümüşlüğüyle bilinen bir kişinin başkanlık ettiği bir sendikaydı. Davette sendikaya katıldığımız takdirde varlığımızı bir şube olarak sürdüreceğimiz ve özerkliğimizi koruyacağımız garantisi vardı. Sendikanın bizi davet etmesinin asıl sebebi üye kaybı sebebiyle baraj altı kalma riski ile karşı karşıya olmasıydı. Yani onlar da bize muhtaçtı. Dahası sendika başkanı sağlık sorunlarından ötürü başkanlığı yakında bırakacağını ifade etmişti. Nihayetinde katılmak makul göründü. Sendikanın içinde başkana karşı mesafeyi koruyup mücadelemizi sürdürmek üzere katıldık. Ancak bugün bile anlamakta güçlük çektiğim bir hızla, 5-6 ay gibi bir süre içerisinde kendisine güvendiğimiz sendikacı yeni katıldığımız sendikanın yozlaşmış başkanının bir yalakası haline dönüştü. O dönem şube olarak ilgilendiğimiz bir vakaya ilişkin garip davranışları da eklenince bize sendikadan ayrılmak düştü. Yaklaşık iki buçuk yıl emek verdiğimiz bir yapının böylesine elimizden kayıp gidişinin bize ne kadar ağır geldiğini anlatmak zor. Yapılabilecek pek bir şey kalmamıştı ya da biz beceremedik. Açık konuşmak gerekirse bu işler için biraz naif kaçtığımızı teyit etmiş olduk. Sınıf mücadelesi bir kurtlar sofrası. Naiflik ise ancak bu mücadelenin çeperinde gezinenlere mahsus bir lüks.

  Bitirirken

Sütten ağzımızın yanmış olması sebebiyle 2018 ve sonrasında emek faaliyetimizde görece vites düşürdük. Asıl olarak Taş-İş-Der ile olan ilişkimizi yoğunlaştırdık ve birlikte Eminönü gibi merkezlerde işçi sınıfının daha genel meselelerine odaklanan eylemler örgütledik. Taş-İş-Der’in yeniden canlanma hedefiyle açtığı yeni mekanında derneğin üyelerinin çocuklarına yönelik dersler verdik.

Taş-İş-Der’in çıkarttığı liderlerden biri olan Cemal Bilgin, 2016’da işten atılmış ve bizim de destek verdiğimiz uzun bir direniş örgütlemişti. Ancak mahkeme kararına rağmen işe alınmayınca bir sendikada örgütlenme uzmanlığına başladı. Bilgin 2019’da bizim de uzun zamandır tanıyıp güvendiğimiz Taş-İş-Der ve İşçi-Der üyelerinin bir bölümüyle İşçinin Kendi Partisi’ni (İKEP) canlandırma kararı aldı. Bilgin’in davetiyle İKEP girişimine destek vermeye başladık. İKEP girişimi, taşeron işçi mücadelesiyle deneyim kazanan ve politikleşen ufak bir grup işçinin mücadelelerini büyütme ve ilerletme gayreti olarak doğdu. Emek mücadelesinin işçileri dönüştürmesi, onları politik olarak daha duyarlı ve arzulu hale getirmesine dair küçük ama olumlu bir örnek olarak gelişti. Yeniden canlanma sürecinin pandemi sebebiyle bir miktar sekteye uğradığı İKEP’in değerlendirmesi için henüz vakit erken demekle yetinelim.

Yazı içerisinde özeleştirel bir takım değerlendirmelerde bulunmaya çalıştım. Hikaye bazlı, kronolojik bir anlatı kurmak daha kolay geldiği için değinemediğim iki önemli eksiğimize işaret ederek bitireyim:

İslam’ın emek meselesine bakışına dair güçlü ve kurucu, gerek entelijansiyaya gerekse doğrudan işçilere yönelik metinler çıkarmadık. Bu konuda ciddi, ilmi, zihin açıcı bir katkımız olamadı. 2011’de yaptığımız İslam İktisadı okumasından sonra bu yönde hiçbir çalışma yapmadık. Emek ve Adalet’in Türkiye emek hareketine belki de en özgün katkısını yapabileceği bu husustaki tutukluğumuz ve kısırlığımız açıkçası hayret verici.

Kendimiz bir emek örgütü kurmaya cesaret edemedik. Bunun gerektirdiği sorumluluk ve bedellerden kaçındık. Bu da sürekli partnerli çalışma zorunluluğunu, bu zorunluluk da yukarıda bir kısmına işaret ettiğimiz sorunları doğurdu. Bu doğrultuda yakın dönemde atılan bir adımın EAP’ın merkezindeki aktif üyelerinden yeterli desteği gördüğünü söylemek de güç.

Emek ve Adalet’in emek alanında gayret göstermeye devam edeceğinden bir kuşkum yok. Bu yazı on yıllık tecrübenin en azından bir zaviyeden aktarılması ve önümüzdeki çalışmalar için bir nebze yol gösterici olması için kaleme alındı.

1 Response

  1. Ali Akyurt dedi ki:

    Emek adalet in kendisi bir emek örgütü değilse bile, işçi destekçisi bir oluşum olarak kurulmustu. Ve özel bir kimyaya talipti. öyle devam ettigi için değil, etmediği için daraldı. Acizane kanaatim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir