Eşkıya Değil Savaşçı: İslam Hukukunda İsyancıların Statüsü

Yazan: Sadia Tabassum

Künye: Sadia Tabassum (2011) “Combatants, not bandits: The status of rebels in Islamic law” International Review of the Red Cross, Vol. 93, No. 881.

Çeviri: Uğur Yıldırım

Özet: İslam hukukunun isyan meselesini ilgilendiren bölümü, uluslararası olmayan düşmanlıkları düzenleyen kapsamlı bir yasalar bütünü sunuyor ve dolayısıyla mevcut uluslararası yasal düzeni geliştirmek için bir model olarak kullanılabilir. Silahlı çatışmanın neden olduğunu anlamak için objektif bir kriter sunmasına ek olarak, isyancıların savaşçı statüsünü ve doğal olarak kontrolleri altındaki yerlerdeki fiilî otoritesini de tanıyor. Dolayısıyla, isyan ve iç savaş esnasında sivillerin ve sıradan vatandaşların acılarını azaltmaya yardımcı oluyor. Aynı zamanda İslam hukuku, isyancıların fiilî kontrolündeki yerlerin devletin yasal kontrolünde olduğunu da söylüyor. Böylece, isyancılara savaşçı statüsü verilmesinin onların mücadelelerine meşruiyet sağlayacağından endişe duyan insanların kaygılarına da cevap vermiş oluyor.

***

Günümüz dünyasında çoğu iç ya da ‘Ulusal’ olarak nitelendirilen pek çok silahlı çatışma oluyor. Bu makale bu çatışmaları düzenleyen uluslararası yasal düzenin bazı önemli sorunlarını belirleyip, bu sorunlara İslam hukukunu referans alıp çözüm bulmayı amaçlıyor.

İslam’ın uluslararası hukukunun, isyan, iç savaş ve çatışma meselelerine detaylı bir biçimde eğildiği kanıtlanmıştır. Her fıkıh (İslam hukuku) kitabının içinde isyan (hurûc/bağî) (İsyan/Asi) altbölümlü bir siyer bölümü vardır; hatta bazı fıkıh kitaplarının isyan üzerine ayrı bölümleri bile vardır. İslam hukukunun temel kaynağı olan Kuran’da sadece genel olarak savaşı düzenleyen değil, aynı zamanda isyan ve iç savaş ile ilgili da kaideler de vardır. Peygamberin sünneti ve dört büyük Halife’nin yaptıkları ve söyledikleri bu kuralları ayrıntılı hale getirir. Bu halifeler, özellikle Ali; zamanla ayrıntılı kurallar geliştiren fukahâ (fıkıhçılar) tarafından kabul edilen normları belirlemişlerdir. İslam tarihinin erken dönemlerinde bazı isyan vakaları kayda geçmiştir ve bu yüzdendir ki isyan konusu fakihler için her zaman önemli bir konu olmuştur.

Dahası, fukahâ isyan esnasında iki tarafın yapması gerekenler konusunda oldukça bilinçlidirler, çünkü İslam hukuku iki savaşçı tarafı da Müslüman kabul eder. Ulusal silahlı çatışmalar ile ilgilenen günümüz yasal düzeninin üç ciddi sorunu vardır.

Bir, devletler genelde sınırları içinde silahlı bir çatışma olduğunu kabul etmek istemezler. Güçlü ayrılıkçı hareketler ile karşı karşıya olduklarında bile, durumu ‘kanun ve düzen’ sorunu ya da ‘iç mesele’ olarak anarlar.

İki, devlet dışı aktörlerin savaş hukukuna (jusin bello) uymasını sağlamak zor olabilir, çünkü uluslararası hukuk genelde sadece devletler için geçerli sayılır.

Üç ve en önemlisi, yasa isyancılara savaşçı statüsü vermez ve bu yüzdendir ki isyancılar kendisine karşı silaha sarıldıkları devletin genel ceza hukukuna tabidirler.

Bu çalışmada günümüz silahlı çatışma yasası içinde oluşan bu sorunlara muhtemel cevaplar bulmak için İslam hukukunun isyancıların yasal statüsünü ilgilendiren ayrıntılı kurallarını inceleyeceğiz.

I. İsyanı Tanımlamak

İslam hukukunda isyan meselesi üzerine çığır açan çalışmasında, Halid Ebu’l Fadl isyanı “Güçlülerin otoritesine direnme ya da karşı gelme fiil’i” olarak tanımlar. İsyanın hem “Güçlülerin emirlerine karşı pasif itaatsizlik” hem de “silahlı ayaklanma” şeklinde ortaya çıkabileceğini söyler. İsyanın hedefinin sosyal veya siyasi bir kurum ya da ulema’nın dini otoritesi olabileceğini söyler. Burada şuna dikkat çekebiliriz ki, otoriteye karşı pasif itaatsizlik yasal anlamda isyan değildir.

Aynı şekilde, her hükümete ya da devlete karşı şiddet içeren muhalefete de isyan denemez, çünkü “isyan” kelimesi yüksek seviyeli şiddeti ve hükümete karşı gelmeyi ifade eder. Dolayısıyla, yasal açıdan bakıldığında, ünlü İslam alimi Muhammed Hamidullah tarafından yapılan sınıflandırma daha uygun gözüküyor.

İsyanın gerçek ayırt edici özelliği

Hamidullah, “Muhalefet eğer hükümetin belirli bazı hareketlerine karşı yapılırsa bunun ayaklanma olacağını söyler ki bu durumda ceza ilgili yerin kanununa göre verilir” der. Buna ek olarak, ayaklanmanın haksız gerekçelerle yasal hükümeti devirme amaçlı olması durumunda bunun başkaldırı, haklı gerekçelerle zalim rejime karşı yapılması durumunda bunun kurtuluş savaşı olarak adlandırılacağını iddia eder.

Bize göre, başkaldırı ve kurtuluş savaşı arasındaki ayrım sübjektif bir değerlendirmeye dayanıyor, çünkü aynı ayaklanma bazıları tarafından başkaldırı, bazıları tarafından ise kurtuluş savaşı olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla, bu ayrım hiçbir yararlı amaca hizmet etmiyor. Söylemek isteğimiz kısaca şu: Ayaklanmanın aksine, başkaldırı ya da kurtuluş savaşının amacı bazı hükümet yetkililerinden kurtulmak değil hükümeti tamamen devirmektir. Hamidullah hükümete ya da devlete karşı şiddet içeren muhalefetin sonraki aşamalarını isyan ya da iç savaş olarak zikrediyor. Ayaklanmanın bazı bölgeleri işgal edip, orayı hükümete karşı gelerek kontrol etmek raddesine kadar güçlenmesi durumunda bunun isyan olarak adlandırılacağını söyler ki isyan sonucu olan ayaklanmanın hükümet kadar büyümesi durumunda olay iç savaşa dönüşür.

Belirli bir bölgeyi işgal edip merkezi hükümete karşı orayı kontrol etmenin isyanın önemli bir işareti olacağını ileride göreceğiz.

İsyancılar ve eşkıyalar

Erken İslam fakihleri, arasında hükümete karşı şiddet içeren muhalefete, İslam hukukuna göre verilen hükümler konusunda ayrıntılı açıklamalar yapmışlardır. Genelde, bunun için üç terim kullanmışlardır: Bağî, hurûc, ve hirâbe.

Bağî; huzuru bozma ve ihlal etme (ta’addî) anlamına gelir. Yasal dilde, adil bir yöneticiye (el-imâm el-adl) isyanı ifade eder.

Dışarı çıkma anlamına gelen Hurûc, terimi aslen dördüncü halife Ali’ye karşı isyan için kullanılmıştır, ve bu isyancılar havâric (dışarı çıkmış olanlar) olarak tanımlanmıştır. Daha sonraları ise terim Peygamber’in ev ahalisinden (ehlibeyt) değişik liderlerin, zalim Ümeyye ve Abbasi yöneticilerine karşı giriştikleri isyanlar için kullanılmıştır. Başka bir deyişle, Hurûc adil olmayan liderlere karşı yapılan isyan için kullanılmıştır. Ancak, bir savaşın adil olması ya da olmaması sübjektif bir mesele olup bu konuda değişik görüşler vardır. Bu yüzdendir ki Müslüman fakihler isyan üzerine olan davranış kodunu isyanın adil olup olmamasına bakmaksızın geliştirmiştir ve yine bu yüzdendir ki hurûc ve bağî terimleri değişimli kullanılmaya başlanmıştır.

Öte yandan, Hirâbe terimi ise had cezası verilen belirli bir tür soygun için kullanılır.

Hükümetler isyancıları genelde eşkıya ya da soyguncu olarak görmelerine karşın, Müslüman fakihler sert bir şekilde isyanın soygundan farklı olduğunu savunmuşlardır ve dolayısıyla, isyancılar huzuru bozmaları ve kanunu kendi ellerine almalarından ötürü cezaya maruz kalabilseler de ülkenin genel ceza hukukuna tabi değillerdir.

Dâr el-bağî: isyancıların kontrolü altındaki bölge

İsyancıların kontrolü altındaki bölgeye dâr el-bağî (İsyancıların bölgesi) denir ve Hanefî fıkıhçıları bu bölgeyi merkezi hükümetin kontrolü dışında kabul ederler. Merkezi hükümetin kontrolü altındaki bölgeye dâr el-adl denir. Daha sonra göreceğimiz gibi, dâr el-bağî’de işlenmiş bir suçun suçluları merkezi hükümet dâr el-bağî’yi yeniden kontrol altına alsa dahi dâr el-adl mahkemelerinde yargılanamazlar.

Dâr el-bağî de başka devletlerle antlaşmaya da varabilirler. Merkezi hükûmet bölgeyi geri alsa dahi dâr el-bağî mahkemelerinin kararları genelde geri döndürülemez. Dâr el-adl’den, dâr el-bağî’ye ya da tersi yönden sınır geçişi yaparken vergilerin ödenmesi gerekir.

Dolayısıyla, dâr el-bağî fillen başka bir devlet olarak kabul edilir. Ancak, daha sonra göreceğimiz gibi, yasal değil sadece fiilî tanınma verilmiştir.

İsyanı nasıl tanırız?

İslam hukukunda isyan kavramı fesed fi l’arz (Yeryüzünde huzuru ve düzeni bozmak) doktrini altında incelenir.

Müslüman fakihlere göre, fesadın değişik türleri vardır ve siyasi doktrin altında yöneticiye toplumda huzur ve düzenin devamı otoritesi verilmiştir. Kuran’da açıkça bahsedilen iki önemli fesad türü, Hirâbe ve Baği’dir.

Ancak, Hirâbe’nin bir suç olarak değerlendirilmesi ve Muhâribîn’e ülkenin ceza hukuku uygulanmasına karşın, Bağî savaş hukuku kapsamında değerlendirilir ve Buğa savaşçı sayılır, gerçi siyasi doktrini itibarı ile hükümet toplum huzurunu bozdukları için isyancılara karşı ceza uygulayabilir. Bu mesele isyanı tanımlama kriterini açıkladıktan sonra aşağıda daha ayrıntılı olarak incelenecektir.

Bağî’nin varlığını tespit etmek ve onu Hirâbe’den ayırmak için uygulanacak turnusol testi hükümete karşı silaha sarılanların hükümetin ya da sistemin meşruiyetine meydan okuyup okumadıklarıdır.

Muhâribîn, hükümetin ya da sistemin meşruiyetini inkar etmezken, Buğa kendini adalet savunucusu olarak görür ve gayrimeşru ve adil olmayan bir sistemi meşru ve adil bir sistem ile değiştirmeye çalıştıklarını iddia eder. Teknik terminoloji kullanmak gerekirse, Buğanın te’vîl yani mücadeleleri için yasal dayanak sahibi oldukları söylenir. Dolayısıyla, Bağî’nin iki bileşeni vardır:

1. Güçlü bir grup, devlete karşı gelerek belirli bir toprak parçası üzerine otoritesini kurar, yani mukavemet etme gücü vardır,

2. Bu grup devletin meşruiyetine meydan okur (te’vîl).

Hem Muhâribîn hem Buğa’nın yeterli mukavemet etme gücü vardır, fakat ayrıca isyancıların Muhâbirîn’de olmayan Te’vîl’i vardır.

II. İslam Hukukunda İsyancıların Yasal Statüsü: Savaşçı ya da Eşkıya?

İsyan meselesi, Müslüman fıkıhçılar için çok önemli olan ilahiyat ve yasallık konularında ciddi sorular sorulmasına yol açmıştır.

Ancak, fıkıhçılar yasal meseleleri ilahiyata dair meselelerden ayırmakla kalmayıp, aynı zamanda jus in bello (savaş hukuku) meselelerini, jus ad bellum (savaş için hak) meselelerinden de ayırmışlardır. Böylece, isyan esnasındaki düşmanca davranışları isyanın haklı ya da haksız olmasına bakmasızın, yani bir tarafı tutmadan, incelemişlerdir – ki bu yaklaşım çağımız dünyasında uluslararası insanî kanun (UİK) üzerine çalışanlar tarafından da benimsenmiştir.

Ceza hukukunun uygulanmasının isyan durumunda ne noktaya kadar durdurulduğunu açıklamadan önce, İslam hukukundaki değişik suç kategorilerini kısaca incelememiz uygun gözüküyor.

İslam hukukunda suç kategorileri

Suçun genelde devletin haklarının ihlali olarak düşünüldüğü diğer yasal sistemlerin aksine, İslam hukuku suçları ihlal edilen hakka göre dört farklı kategoriye böler:

a) Had, Allah’ın hakkının ihlali sayılan belirli bir suçtur;

b) Ta’zîr bireyin hakkının ihlali sayılan bir suçtur;

c) Kısâs ki bunun içinde Ailesi ve makamı da vardır, hem Allah’ın hem de bireyin hakkının ihlali sayılır, ama bireyin hakkı üstün gelir;

d) Siyasi devletin hakkının ihlalidir.

İlgili hakkın doğası, İslam hukukunun değişik kural ve kaidelerinin uygulanışını belirler. Had cezaları devlet tarafından affedilemez çünkü bunlar Allah’ın hakları sayılır ve dolayısıyla bunları sadece Allah affedebilir. Benzer bir şekilde, devletin kişiye karşı işlenen cezaları affetme otoritesi de yoktur, gerçi mağdur kişi ya da onun yasal varisleri suçluyu affedebilir ya da onunla bir uzlaşmaya varabilirler. Aynı durum kısâs cezaları için de geçerlidir. Ceza hukukunun had, ta’zîr, ve kısâs ve diye ile ilgili bölümünün katı olduğu düşünülebilir, çünkü devletin bu alanda çok küçük bir rolü vardır. Ancak, devlet siyasi cezaları affedebilir ya da hafifletebilir, çünkü bunlar devletin hakkı sayılır.

Aşağıda göreceğimiz gibi, menâ’ah te’vîl ile birleştiğinde – yani, bir isyan söz konusu olduğunda – ilk üç kategorideki hakları ilgilendiren ceza hukukunun uygulanması durdurulur. Sadece devletin hakkını ilgilendiren kısım (siyâse) uygulanabilir. Önemli bir nokta şudur ki ceza hukukunun bu kısmı esnektir, çünkü hükümet cezaları affedebilir ya da hafifletebilir. Bu isyancılar için genel af ilan edilmesi onlar ile barış antlaşmasına varılmasının temelidir.

İsyan esnasında ceza hukukunun önemli bir kısmının askıya alınması

Muhammed bin el-Hasan el-Şeybânî, yani Müslümanların uluslararası hukukun babası, der ki: “İsyancılar tövbe edip hükümetin fermanını kabul ettiklerinde, [isyan esnasında verdikleri] hasar için cezalandırılmamalıdırlar.”

Bu hükmü incelerken, ünlü Hanefi fıkıhçı Ebû Bekir el-Serahsî şöyle der: “Başka bir deyişle, [öteki tarafın] canına ve malına verilen hasarı karşılamaları istenmemelidir.” Bunun anlamı şudur: Bu hasarı gruplarını organize edip isyana başladıktan sonra vermiş oldukları takdirde ceza almazlar. Bu zamandan önce verilmiş olan hasar için ise, bunu karşılamaları gerekir. Çünkü [bu aşamada] kural onları ikna etmek ve kanunu onlar üzerine uygulamak zorunda idi. Dolayısıyla, güç elde etmeden önceki geçersiz te’vîl’leri tazminat kuralının askıya alınması için yeterli olmamalıdır.

Şeybânî’nin, kendisi de buna benzer bir kurala değiniyor: “İsyana kalkışmış olanların arkasında halk olmadığı zaman ve her şehirden sadece bir ya da iki kişi hükümetin meşruiyetini sorgulayıp ona karşı silaha sarıldığında ve ondan sonra aman (barış) istediğinde, bütün kanun onlara uygulanacaktır.” Şerahsî bu hükmü şu kelimeler ile açıklıyor: “Soyguncu gibi oldukları için ve zaten açıkladığımız gibi te’vîl menâ’a’dan noksan olduğu zaman, hiçbir yasal etkisi yoktur [tazminat kuralını askıya alamaz].”

Şeybânî daha da açıkça ifade ediyor ki, hükümet ve isyancılar, isyancıların menâ’a sahibi olmadan önce verdikleri hasarı karşılamaları istenmeyeceği şartlı bir barış antlaşmasına varsalar dahi, bu durum geçersiz sayılır ve kanun onlara uygulanır. Eğer isyancılar isyan edip savaşmadan önce cana ve mala hasar vermişlerse ve isyandan sonra bu hasarın karşılanmayacağına dair bir barış antlaşması imzalarlarsa, bu durum geçersiz olacak ve onlara mala hasar için kısâs ve tazminat kuralları uygulanacaktır. Bu hainlik anlamına gelmez. Aksine, bu durumu kabul etmek İslam hukukunun temel normlarını ihlal etmek olacaktır. Dolayısıyla, bu şart ultra vires (yetkiyi aşan) kabul edilir ve dolayısıyla hükümsüzdür.

Şerahsî, bu kuralın arkasındaki kaideyi şu sözler ile ayrıntılandırıyor: Çünkü bu tazminat onları bireyin [canı ya da malı hasar görmüş olan] hakkı olarak bağlar ve yöneticinin bireyin haklarını kaldırma otoritesi yoktur. Dolayısıyla, onlar tarafından tazminat kuralının kaldırılması ile ilgili şart geçersiz ve etkisizdir. Ancak, yukarıda değinildiği gibi, isyancıların aynı gayrı müslim savaşçıların İslam’ı kabul ettikten sonra dahi savaşta verdikleri hasarı karşılamaları istenmediği gibi, menâ’a sahibi olduktan sonra verdikleri hasarı karşılamaları istenmeyecektir.

Serahsî şöyle devam eder: “Menâ’a’ya ulaştıktan sonra, onlara hükümetin fermanını uygulamak hemen hemen imkansız hale gelir. Dolayısıyla, aynı İslam’ı kabul ettikten sonra harb ehlinin [gayrımüslim savaşçılar] te’vîli gibi, onların te’vîl’leri – geçersiz olmasına rağmen – tazminat kuralının askıya alınması için etkilidir.”

Şerahsî bu konuda sahâbeden de alıntı yapar. İmâm ibn Şibâb el-Zührî Müslümanlar arasında iç savaş zamanı ile ilgili sahâbenin mutabık olduğu kararı nakleder: Fitne [Müslümanlar arasında savaş] zamanında, pek çok sebebi vardı. Kur’an’ın te’vîli temelinde işlenilen cinayet, Kur’an’ın te’vîli temelinde girilen cinsel bir ilişki, ve Kur’an’ın te’vîli temelinde hasar verilen bir mal için dünyevi bir tazminat ya da ceza olmadığı sonucuna mutabakat ile vardılar. Ve eğer bir şey ellerinde kalırsa, gerçek sahiplerine iade edilecek.

Burada ifade edilmelidir ki ceza hukukunun askıya alınması ya da dünyevî ceza olmaması isyancıların eylemlerinin yasal olduğu anlamına gelmez. Şeybânî eğer isyancılar te’vîl’lerinin geçersiz olduğunu kabul ederlerse, verdikleri hasar için tazminat vermelerinin onlara tavsiye edileceğini iddia eder, gerçi yasal olarak bunu yapmaya zorlanamazlar. “Onlara fetvâ yoluyla cana ve mala verdikleri hasarı karşılamalarını tavsiye edeceğim. Ama onları yasal olarak buna zorlamayacağım.”

Şerahsî bu hükmü ise şöyle açıklıyor: “Çünkü mü’mindirler ve te’vîl’lerinin geçersiz olduğunu kabul ediyorlar. Ancak, kanunu onlara uygulama otoritesi menâ’a’ya ulaştıktan sonra yok oldu. Bu yüzdendir ki hasarı yasal olarak karşılamaları beklenmeyecektir, ama fetvâ verilmelidirler çünkü Allah karşısında sorumlu olacaklardır.”

İsyancıların aksine, menâ’a sahibi ama te’vîl’leri olmayan bir grup soyguncu hasarı karşılamaya zorlanırlar ve yasadışı davranışları için cezalandırılırlar. Serahsî bu konuda şunu belirtir: “Çünkü soyguncular için menâ’a te’vîl’siz olarak vardır ve daha önce açıkladığımız gibi kural isyancılar için sadece menâ’a te’vîl ile birleştiğinde değiştirilir ve hasar için tazminat kuralı bir ya da öbürü yokken değiştirilmez.”

Dolayısıyla, İslam hukuku iç savaşta ya da – UİK terminolojisi kullanmak gerekirse –uluslararası olmayan silahlı çatışmada- savaşanlar için bazı önemli hakları kabul eder.

Müslüman ve gayrımüslim isyancılar arasındaki ayrım: yasal sonuçlar

Bütün isyancılar gayrımüslim olduğu zaman, Müslüman fıkıhçılar bağî kanununu isyancılara uygulamazlar; bu kanunu sadece gayrımüslim savaşçılara Müslümanlar katıldığında, ya da bütün isyancılar Müslüman olduğu zaman uygularlar. Bütün isyancılar gayrımüslim olduğu zaman, fıkıhçılar onlara genel savaş hukuku uygular, ki bu diğer ehl el-harb için de geçerlidir. Fıkıhçılar bu meseleyi zimme sözleşmesinin sona erdirilmesi kavramı altında incelerler.

İslam hukukuna göre, Müslüman hükümet ile dâr el-İslâm’ın gayrı müslim sakinleri arasında sözleşmeye dayalı bir ilişki vardır. Zımmi sözleşmesine vararak, Müslüman yönetici ülkenin kanununa uymayı ve cizye (kelle vergisi) ödemeyi kabul eden gayrı müslimlere can ve mallarını koruma ve dinî özgürlük garantisi verir. Fıkıhçılara göre, zımmi sözleşmesi sadece şu iki eylem sonucunda sona erdirilir: Bir, zımmi kalıcı bir şekilde dâr el-islâm’ın dışına yerleştiğinde. İki, yeterli menâ’a’ya sahip güçlü bir grup gayrı müslim Müslüman hükümete karşı isyana kalkıştığında.

Dolayısıyla, zımmi sözleşmesi aşağıdaki eylemlerin hiçbiri sonucu sonlandırılmaz.
– Cizye ödemeyi reddetmek;
– İslam ya da Kur’an’ı küçülten aşağılayıcı ifadeler kullanmak;
– Herhangi bir Peygamber ile ilgili küfür işlemek;
– Bir Müslüman’ı dinini bırakmaya zorlamak; ya da
– Müslüman bir kadın ile zina yapmak.

Fıkıhçılar bu suçların ülkenin kanunu altında cezalandırılabileceğini düşünür. Sürekli surette Dâr el-İslâm’ın dışında yaşayan gayrı müslimlerin sıradan yabancılar olarak muamele görmesine karşın, sınırlar içinde gayrımüslim isyancılar sıradan gayrı müslim düşman savaşçıları olarak muamele görürler.

Buradan çıkan net sonuç şudur ki, hem Müslüman hem gayrımüslim savaşçılar savaşçı olarak muamele görürler ve savaş hukuku onlara tamamıyla uygulanır.

Ancak eğer savaşçıların bazıları ya da hepsi Müslüman’sa, kanun hükümet otoritesi üzerine başka kısıtlamalar koyar. Örneğin, İslam hukukunun, kadınların ve çocukların hedef alınmasını hem genel savaş kanunu hem de özel bağî kanununda yasaklamasına karşın, düşmanın malını ilgilendiren ganimet kuralları, gerek Müslüman gerek gayrımüslim, isyancıların malları için geçerli değildir. Hem Müslüman hem gayrımüslim isyancılara tanınan savaşçı statüsü isyancıların savaş hukukuna uymaları için çok büyük bir teşviktir. Bu statü sayesinde, ülkenin genel ceza hukuku onlara uygulanmaz. Başka bir deyişle, sadece savaş hukukunu ihlal ettiklerinde cezalandırılabilirler. Dahası, Müslümanları ilgilendiren ek kısıtlamalar bir uluslarası antlaşma ile uluslararası camia tarafından bütün isyancılara uygulanabilecek genel kurallar olarak kabul edilebilir. Son olarak, İslam bağî kanunu, ilahî kanunun bir parçası olduğundan, Müslüman isyancılar bu kanunun bağlayıcı doğasını inkar edemezler ve kanunun kendilerinin taraf olmadığı antlaşmalar sonucu yapıldığı savunmasını yapamazlar.

III. İsyancıların fiilî otoritesinin hukuki sonuçları

İslam hukuku isyancıların fiilî otoritesinin bazı önemli hukuki sonuçlarını tanır. Bu isyancıları savaş hukukuna uymaya teşvik etmesi açısından avantajlıdır. Fıkıhçılar bu fiilî otoritenin değişik boyutlarını detaylı bir şekilde incelemişlerdir ve biz burada dört önemli sonucu tartışacağız.

İsyancılar tarafından gelirin toplanması

Eğer isyancılar kontrolleri altında bölgede yaşayan insanlardan gelir – yani harâc, zekât, öşür, ve hums – toplarlarsa, merkezi hükümet daha sonra bölgeyi geri alsa dahi o geliri yeniden toplayamaz. Bunun için ünlü Hanefi metni el-Hidâyet’de verilen neden şudur ki ‘yönetici ancak tebaasına güvenlik sağladığı zaman gelir toplayabilir ve [bu durumda] güvenlik sağlamada başarısız olmuştur’. Burada, önemli bir mesele fıkıhçılar tarafından tartışılır. İslam hukukuna göre, zekât ve öşür sadece birer gelir kategorisi olmayıp aynı zamanda ibâdet kategorisidirler. Bu yüzdendir ki zekât ve öşür ödemiş olanların bu gelirleri meşru otoriteye (merkezi hükümet) yeniden ödememelerinin onları Allah’a karşı sorumlu yapıp yapmayacağı sorusu ortaya çıkar. Buna verilen cevap, ancak isyancılar bu geliri kanun ile belirlenen şekilde harcamazlarsa Allah’a karşı sorumlu oldukları yönündedir.

Dâr el-bağî mahkemelerinin kararları

Müslüman fıkıhçılar dâr el-bağî mahkemelerinin otoritesinin değişik boyutlarını tartışmışlardır. Bu tartışmanın üç önemli noktasını inceleyeceğiz.

Bir; hakim olma vasıflı birinin bu kişi kendisi isyancıların meşruiyetini reddederken onların otoritesi altında böyle bir atanmayı kabul etmesine izin verilebilir mi? Bu soruya fıkıhçılar tarafından verilen cevap bu durumdaki bir kişinin atayan otoritenin meşruiyetini kabul etmese dahi bu görevi kabul etmesi ve davalara İslam hukuku hükümlerine göre karar vermesi gerektiği yönündedir.

Şeybânî der ki: Eğer isyancılar bir şehri kontrol altına alır ve şehirdeki insanlar içinden onları desteklemeyen birini dahi hakim olarak atarlarsa, o hakim hudûd ve kısâsı uygulayacaktır veinsanlar arasındaki anlaşmazlıkları hukuk normları uyarınca çözecektir. Bundan başka bir seçeneği yoktur. Bu konuda, fıkıhçılar genelde ünlü fıkıhçı Kadı Şürayh’ın örneğini anarlar, ki o Halife Ömer bin el-Hattâb’ın hakimliğini kabul etmesinden başka Kûfe’de Ümeyye Halifesi Abd el-Malik bin Mervân’ın zalim yönetiminde ve El-Haccâc bin Yûsuf’un valiliğinde de hakimlik yapmıştır.

Meşhur Hanefi fıkıhçı Ebû Bekir el-Cessâs bu örneği ‘Araplar arasında ve hatta Mervân aşireti arasında, Abd el-Melik zulüm, ihlal ve zorbalıkta en kötüsüydü ve valileri arasında da en kötüsü el-Haccâc’dı’ diyerek anar.

Fıkıhçılar tarafından anılan başka bir örnek şudur ki Ömer bin Abd el-Azîz (Allah rahmet eylesin), el-Hulefâ el-Râshidin sistemini geri getirmeye çalışan ünlü Ümeyye Halifesi, zalim sayılan önceki Ümeyye Halifesinin atadığı hakimleri yeniden atamamıştır. Şerahsî bu kuralın altında yatan yasal kaideleri şöyle açıklar: “Hukuk normları uyarınca anlaşmazlıkları çözmek ve mazlumu zulümden korumak Emr bil maruf, Nehy Anil Münker’in anlamı içinde mevcuttur ki bu her Müslüman için bir yükümlülüktür. Ancak, tebaa içinde olan biri için kendi kararlarını başkalarına empoze etmek mümkün değildir. Onu atayan kişinin gücü sayesinde mümkün olduğunda, atayan otoritenin adil olup olmamasına bakmaksızın kendisi üzerine zorunlu olana göre karar vermelidir. Bu böyledir, çünkü atanmanın geçerliliğinin koşulu karar uygulama yetisidir ve bu koşul burada sağlanır.”

İkinci mesele İsyan mahkemelerinin kararlarının geçerliliğidir. Fıkıhçılar eğer bir dâr elbağî hakimi kararını, bir Devlet hakimine gönderirse, bu kararın devlet hakimi tarafından kabul edilmeyeceği temel kaidesini getirmişlerdir.

Şerahsî bu kural için iki sebep sayar:

1. Devlet mahkemeleri için, isyancılar günahkârdırlar (fussâk) ve büyük günah işleyenlerin şahitlik ve kararları kabul edilemez. Başka bir deyişle, İsyan mahkemelerinin devlet mahkemelerini bağlayacak yasal otoritesi yoktur.

2. İsyancılar halkın can ve mallarının kutsallığını kabul etmezler. Dolayısıyla, isyan mahkemesinin davaya geçersiz bir temelde karar vermiş olması ihtimali vardır.

Ancak, eğer Devlet hakimi İsyan hakiminin kararını gözden geçirdikten sonra davanın geçerli yasal temellerde karara bağlandığı sonucuna varırsa, mesela şahitlerin isyancı olmadığını bildiğinde, verilen kararı uygular. Eğer şahitlerin isyancı olup olmadıkları bilinmiyorsa, Devlet mahkemesi kararı yine de uygulayacaktır, ‘çünkü isyancıların otoritesi altında yaşayan birinin de isyancılardan olduğu varsayılır. Dolayısıyla, Devlet hakimi aksi ispat edilmedikçe bu varsayım üzerine hareket eder’. Net sonuç şudur ki dâr İsyan mahkemelerinin kararları, karar dikkatlice gözden geçirildikten sonra, Devlet mahkemelerinin onun geçerli olduğu sonucuna vardıkları durumlar hariç, Devlet mahkemeleri tarafından uygulanmayacaktır.

Üçüncü mesele ise merkezi hükümetin bölgeyi geri almasından sonra İsyan mahkemelerinin kararlarının hukuki statüsüne ilişkindir. Şeybânî der ki:

“İsyancılar bir şehri kontrol altında alırlar ve anlaşmazlıkları çözen bir hakim atarlar. Daha sonraları, merkezi hükümet şehri geri aldığında ve o hakimin kararları devletin bir hakimi tarafından sorgulandığında, o hakim sadece geçerli olan kararları uygulayacaktır.”

Eğer bu kararlar herhangi bir İslam mezhebi için geçerli olup başka bir mezhep için geçersizse, devletin hakimi kararları geçersiz sayan mezhebe mensup olsa bile kararlar geçerli sayılacaktır. Çünkü tartışmalı konularda [fıkıhçıların uygun gördükleri] bir hakimin kararı uygulanır. Bu demek oluyor ki devlet mahkemelerinin sadece fıkıhçıların ortak görüşüne karşı olan kararları geçersiz sayılacaktır. Dahası, bu kararlar sadece devlet mahkemelerinde mağdur bir kişi tarafından sorgulandığı zaman geçersiz sayılacaktır. Dolayısıyla, genellikle İsyan mahkemelerinin kararları yeniden açılmazlar.

İsyancıların bir dış güçle olan antlaşmaları ve bunların merkezi hükümet destekçileri için yasal etkileri

İslam hukukunda barış antlaşması ‘Aman verme’ doktrininin bir kategorisi sayılır. ‘Aman vermenin’ temel kaidelerinden birisi şudur ki her Müslüman’ın, menâ’a sahibi büyük bir grubun parçası olması koşuluyla, bir bireye ya da hatta bir grup gayrı müslime Aman verme otoritesi vardır. Bir Müslüman tarafından verilen bu ‘aman’ bütün Müslümanlar için bağlayıcıdır. Dolayısıyla, bütün Müslümanlar bir Müslümanın ya da bir grup Müslümanın Aman verdiği kişinin canını ve özgürlüğünü korumakla yükümlüdürler. Bu kaideler uyarınca, fıkıhçılar açıkça ifade etmişlerdir ki eğer isyancılar gayrımüslimlerle bir antlaşmaya varırlarsa, merkezi hükümetin o gayrımüslimlerle varılmış olan barış antlaşmasını ihlal ederek savaşmasına müsaade edilmeyecektir. Ancak, eğer barış antlaşması gayrımüslimlerin isyancıların merkezi hükümete karşı savaşını destekleyecekleri şartıyla imzalanmışsa, bu antlaşma geçerli bir Aman sayılmayacak ve gayrımüslimler güvence altına alınmış sayılmayacaklardır. Serahsî bunu şu sözlerle açıklıyor:

“Çünkü güvence altına alınan kişiler Müslümanlarla savaşmayacağına dair söz verip dâr el-İslâm’a giren kişi olmasına karşın bu insanlar dâr el-İslâm’a merkezî hükûmeti savunanlara karşı savaşmak için giriyorlar. Dolayısıyla, biliyoruz ki onlar müste’minîn değildirler. Dahası, [dâr el-İslâm’a girdiken sonra] müste’minîn bir grup organize edip Müslümanlara karşı savaşırlarsa ve onlara [Müslümanlara] karşı harekete geçerlerse, bu onlar tarafında Aman’in bir ihlali sayılır. Dolayısıyla, [Müslümanlara karşı savaşma] niyeti Aman’ı en başından geçersiz kılmaktadır.”

Bu pasajda dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta şudur ki Serahsî isyancıların bölgesini dârel-İslâm’ın bir parçası sayıyor ve görüşlerini bu varsayım üzerine kuruyor. Başka bir deyişle, isyancıların bu bölge üzerine fiilî otoritelerini kurmuş olmalarına rağmen, kanun nezdinde dâr el-İslâm’ın bir parçası sayılıyor. Bu meseleye daha sonra döneceğiz.

İsyancılara yabancı bir gücün saldırması ve merkezî hükümetin yasal sorumluluğu

Genel bir kural olarak, halkın savaşta isyancıları desteklemesine izin yoktur. Dolayısıyla, eğer devlet ve isyancılar arasındaki savaşta devletten bir kişi isyancılar tarafında olduğu esnada öldürülürse, aynı öldürüldüğü esnada gayrımüslimlerin tarafında olan bir kişi gibi, onu öldürenlere ne kısâs ne de diyet uygulanacaktır. Ancak, isyancılar yabancı bir güç tarafından saldırıya uğradıklarında, merkezî hükûmet dahi isyancıları koruma yükümlülüğü altındadır. Şeybânî bu yükümlülüğün geçici bir süre İsyan bölgesine giden halka bile uygulanacağını söyler.

Aynı yükümlülük düşman tarafından saldırıya uğradığı esnada isyancıların bölgesinde olan halka da uygulanır. Müslümanların haklarını ve şerefini korumak için savaşmaktan başka seçenekleri yoktur.

Serahsî, her zamanki yetkili tarzıyla, bu hükmün arkasında yatan kaideyi şu kelimelerle açıklar: “Çünkü isyancılar Müslümandırlar, ve dolayısıyla onlar yanında savaşmak İslâm dinine saygı ve güç verir. Dahası, saldırganlar ile savaşarak, Müslümanları düşmanlarından korumuş olurlar. Ve Müslümanları düşmanlarıdan korumak, yetisi olan herkes için zorunludur.”

Başka bir deyişle, iki grup Müslüman çatışma halinde olduklarında dahi, hiçbiri öbürüne karşı gayrımüslimlerin desteğini aramamalıdır. Dolayısıyla, karşılıklı çatışmalar gayrımüslimlerin müdahale etmemesi gereken Müslüman cemaatinin ‘iç meselesi’ olarak görülmüştür.

Fiilî otorite ve meşruiyet

Bütün bunlar İslam hukukunun isyana bir nevi meşruiyet verdiği anlamına mı geliyor? Cevap vurgulu bir ‘hayır’! Savaşçı statüsü, daha önce belirtildiği gibi, doğru tarafta olup olmamalarına bakılmaksızın savaşa katılan herkese veriliyor. Örneğin, çağdaş silahlı çatışma kanunu yasal ya da yasadışı olarak güce başvurulduğuna bakılmaksızın çatışmanın bütün taraflarına eşit uygulanır. Uluslararası silahlı çatışmalarda, savaşçı statüsü herhangi bir jus ad bellum görüşünden bağımsız olarak bütün silahlı güçlere verilmiştir. Benzer bir şekilde, Müslüman fıkıhçılar isyancıların te’vîl’inin adil olup olmamasına bakılmasızın, menâ’a’nın te’vîl ile birleştiği durumlarda isyancıların savaşçı statüsünü tanırlar. Daha doğrusu, isyancıların te’vîl’inin adil olmadığını iddia ettiklerinde bile, te’vîl menâ’a ile birleşmişse onların savaşçı statüsünü tanırlar.

Bu kuralın sahâbenin mutabakatı ile sağlandığını da belirtmiştik. Dahası, İslam İsyan hukukunun birincil kaynağının kendisine karşı isyan edenlerin, te’vîl’leri şüphesiz kusurlu olmasına rağmen, savaşçı statüsünü kabul eden Ali’nin davranışı olduğunu görmüştük.

Sonuç şudur ki isyancıların savaşçı statüsünü tanımak onların mücadelesine meşruiyet kazandırmaz.

Bu fıkıhçıların isyancılar bir bölge üzerine fiilî otorite kursalar dahi İsyan bölgesini dâr el İslâm’ın bir parçası olarak görmeleriyle de açıklanmıştır. Başka bir deyişle, fıkıhçılar isyancıların, İsyan bölgesindeki fiilî otoritelerinin doğal sonuçlarını tanımalarına karşın bu otoriteye yasal tanınma vermezler.

Sonuçlar

İsyan üzerine olan İslam hukuku silahlı çatışmayı tanımlamak için ‘te’vîl artı menâ’a’ kıstasını verir. Dahası, isyancıların savaşçı statüsünü ve kontrolleri altındaki bölgedeki fiilî otoritelerini tanıyarak, isyancıları sıradan bir grup soyguncudan ayırır. Dolayısıyla, isyancıların savaş hukukuna uymaları için teşviklerde bulunur ve böylece iç savaş esnasında sivillerin ve sıradan vatandaşların acılarını azaltır. Aynı zamanda, İslam hukuku isyancıların fiilî otoritesi altındaki bölgenin ana devletin yasal bir parçası olduğunu iddia eder. Dolayısıyla, isyancıların savaşçı statüsünün tanınmasının onların mücadelelerine meşruiyet sağlayacağından korkanların endişelerini gidermiş olur. Büyük ölçüde isyancıların taraf olmadığı antlaşmalar ile oluşturulmuş çağdaş silahlı çatışma hukukunun aksine, isyan üzerine olan İslam hukuku ilahi kanunun temel bir parçasıdır ve böylece, Müslüman olduklarını iddia eden her isyancı için bağlayıcıdır. Gayrımüslimler dahi bu kanundan faydalanabilirler. Eğer isyancılar gayrımüslimse, isyancılar gibi değil sıradan düşman savaşçıları olarak muamele görürler. Savaşçı statüleri sayesinde, ülkenin genel ceza hukukunun uygulanması durdurulur, gerçi hükümet huzuru bozdukları için isyancılara karşı cezai uygulama yapabilir. Bu çağdaş silahlı çatışma kanununun karşılaştığı sorunlara bir çözümdür. İslam hukuku savaşçıların, gerek Müslüman gerek gayrımüslim, kontrolü altındaki bölgedeki fiilî otoritelerinin önemli yasal sonuçlarını tanır. Bu savaş hukukuna uymak için bir başka teşvik sağlar.

Müslümanlar gayrımüslimlere katıldıklarında, ya da bütün isyancılar Müslüman olduğunda, İslam hukuku devlet otoritesi üzerine ek kısıtlamalar getirir. İslam hukuku sadece bu son noktada Müslüman ve gayrımüslim isyancılar arasında bir ayrım yapar. Sebep açıktır. Çağdaş silahlı çatışma kanununun yurttaş ve yurttaş-olmayan ayrımı yapmasına karşın, İslam hukuku Müslüman ve gayrımüslim tabirleri ile konuşur. Bu fark iki sistemin doğasından kaynaklanır. Ancak, bu ek kısıtlamalar antlaşmalara varılarak bütün isyancılar, gerek Müslüman gerek gayrımüslim, için uygulanabilir kılınabilir, çünkü İslam hukuku hasımlığın nasıl olacağını düzenleyen antlaşmaların geçerliliğini tanır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir