Gülenci Darbenin Yenilişi ve Devletin Kürt Barışı

15 Temmuz gecesi çoktandır yaşanabileceğini düşündüğüm darbe harekâtı aniden gerçekleşti. Ama hiç beklemediğim bir zamanda. Bu ihtimali dinamik tutan üç temel gerilim hattı vardı. Gezi’den sonra rahatsızlığı soğrulamamış toplumsal kesimler ile iktidar bloğu arasında çözüme erme imkânı siyaseten başarılamamış gerilim; Gülenci bürokratların devlet içinde gizli örgütlülüğünün Erdoğan liderliğini devirme arzusu; Kürt barışının tamamlanamaması ile yeniden kızışan çatışma hattı.

Bu üç gerilim hattının ilki iktidarı paylaşma, ikincisi ise iktidarı temellük etme derdinde. Bu nedenle iki gerilim hattının büyük karşı-failleri devletin merkezine oynarken, üçüncü gerilim hattını şekillendiren Kürt siyasetine karşı inşa edilmiş ortodoks milliyetçi retoriği arkasına almaya çabalıyordu. Bunun için de muhafazakâr iktidar bloğunun Kürt siyasetiyle pazarlık yaparak vatanı böldüğünü iddia ediyor ve geniş Türk toplumsal kesimler nezdinde konumunu sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Ve Akparti de maalesef son bir yıldır bu baskıya boyun eğerek barışçı pozisyondan vazgeçip savaşçı pozisyon ile ilk iki gerilim hattında güçlü olmayı tercih etti. Tabi ki bu pozisyon alış, onun uzun vadedeki çıkarları ile uyuşmuyor ama bunu anlayacak siyasi basiretini de aşama aşama kaybetmişti. 15 Temmuza bizi getiren süreçte, Akpartinin Gülenci gruba karşı güçlü olabilmek için hadım edilmiş Kemalist bürokrat ağı ile ilişkilenmesi ise, 17-25 Aralık sonrası kritik bir siyasi tercih idi. Sonrasında ne oldu, sadece burada belirttiğimiz duruma bağımlı olmamakla beraber, Kürt savaşı 24 Temmuz 2015’ten sonra yeniden başladığında önce saha aktörlerinin rolleri değişti.

Burası kritik bir nokta, ısrarla belirtmek ihtiyacı hissediyorum ki, siz merkezde ne karar alırsanız alın, o kararı sahada sizin siyasi perspektifinize uygun şekilde yönetebilecek aktörleriniz yoksa sahadaki aktörlere esir olursunuz. Akparti, PKK’nin gücünü kırmak için bir savaş yürütme kararı aldı fakat kendi siyasi perspektifine uygun hareket edebilecek tek bir saha aktörü olmadığı için dokunulmazlık beratı vererek sahaya gönderdiği aktörler, 90’ların harekât kültürü ile davranarak bu siyaseti halka karşı bir savaşa dönüştürdüler. Operasyonun başından itibaren merkezi aktör ile saha aktörleri arasında ortaya çıkan karşılıklı muhtaçlık ilişkisi ise, merkezi aktör olan Akpartiyi iradesi hilafına başka bir pozisyona sürükledi.

Bugün itibariyle, Akparti kurmaylarına akıl veren puştların Kürt meselesine dair söylediklerine inanmayın. Ortaya çıkan resim o kadar fecidir ki, Erdoğan’a inanan muhafazakâr Kürtler bile, onun nasıl olup da bu kadar zalimleştiğini kendilerine anlatamıyorlar. Bu durumun çok hızlıca siyasi hat değişimine neden olmasını elbette beklemiyorum, çünkü zaten durduğu siyasi hattı değiştirebilecek gruplar 2015 seçimlerine kadar bunu yapmışlardı. Bunu nasıl anlıyoruz, 2007 seçimlerinden itibaren Kürt oylarının ilçe düzeyinde nasıl aşama aşama yön değiştirdiğine bakarak anlıyoruz. Geriye kalan kesimlerin ise çoğunlukla PKK hegemonyası ile çıkar uyuşmazlıkları var, fakat barışa muarız değillerdi sadece barışın onların da çıkarlarını koruyarak şekillenmesini talep ediyorlardı. Daha küçük bir kesimin ise PKK ile kan davası var, bu gruplar ise barış koşullarında güvenliklerini temin edecek bir barışa razı konumdaydılar[1]. Sonuçta 2015 Temmuzuyla başlayan savaşta barışı getirmesi umulan Erdoğan’ın savaş kararı muhafazakâr bloktaki Kürtlerin siyasi etkisini kırdı, onların söylemlerinin meşruiyetini bazı kesimler nezdinde yok etti. Daha önemlisi ise hem yerel eşrafta hem de yereldeki merkezi atamalı bürokraside savaşı fırsat olarak düşünen bir kesimin yükselişine neden oldu. Daha kötüsü var; bu yükselen aktörler Akparti’nin müttefiki olarak onu savaş hamlesinde daha sert olmaya zorladı; çünkü onların kendi çıkar ve itibar kavgasına da dönüşen bu savaş, eğer olur da PKK’nin yeniden hegemon aktör olarak sokağa dönmesiyle sonuçlanırsa bu aktörleri çokça zorda bırakacak bir mahiyet taşıyor[2]. Bunu biliyorlar. Özellikle fırsatçı eşraf, içinde yaşadığı toplumsallığın onun eylemselliğini nasıl yorumlayacağını endişeyle takip ediyor. Buna karşın merkezi atamalı bürokrasi, devletin has çocuğu olarak bu toplumsallığa ihtiyacı olmadığı için, bir şekilde kendini kurtarabilir Kürt toplumsallığının yargısından. Ama bu sefer de işlenen savaş suçlarından onları koruyan bir ağa dahil oldukları için, barış koşullarında bu ağın tasfiye ihtimali onları korumasız bırakabilir. Daha önce barış ihtimali yürürlükteyken bunun ne demek olduğunu öğrendiler. Bu nedenle çok iyi biliyorlar ki, merkezi iktidarı avuçlarına almışken, onu sahada kendilerine esir etmişken elden kaçırmak büyük bir risk.

Merkezi atamalı bürokrasinin davranışını belirleyen bu korku ile beraber başka bir şey daha var. Israrla herkese söylediğimiz, Ankara’daki aklıevvellerin kulağına gitsin diye çırpındığımız bir şey: Sahada savaş verdiğini düşünen aktör gitgide güç biriktirir, hem yerel bürokrasiyi hem merkezi bürokrasiyi önce kendisini korumaya mecbur bırakır sonra onların kararlarına müdahil olur. Bunu yaparken vatan savunması retoriğinin meşruiyeti ile bütün aktörleri pasifleştirir. Ve bu süreci aşama aşama işletirken yereldeki devlet gücünü kendi etrafında bütünleştirir, merkezde ise bu ağın bütün üyelerinin, imtiyazlı olarak tanınmasını sağlayacak bağlantıları yavaşça aktifleştirir.

Akpartinin Kürt illerinde saha aktörü olarak davranacak bir toplumsal tabanı yok[3], operasyonu onun lehine işletecek bürokratları güçsüz ve savaşla yükselen ağlara mahkûm, dedik. Bakın, Jandarma güçlerinin, özel harekatçı polis güçlerinin ve istihbarat takımlarının harekat kültürü hala 90’lardakidir. Bunların hepsi birbiriyle ilişkilidir, hepsi beraber bir ağ örerler ve birbirlerini güçlendirirken hukuku ve siyaseti askıya alırlar. Buna merkezi ordu gücünün Ocak 2016 başında dokunulmazlık beratı alarak doğrudan müdahil olmasıyla iş iyice çığırından çıktı.

Peki sonuçta ne oluyor, devleti ve partiyi kendine mecbur kılan muharipler ve onların etrafındaki ağa dahil olan bürokratlar hatta eşraf, savaş uzadıkça yeni, katı ve güçlü bir bürokratik yapı ile toplumu da esir alır. Ama elbette ki bu Ankara’nın pek de dert ettiği bir şey değil, kürdün kafasına inen sopayı sayacak halleri yok. Fakat bu sopa sadece kürdün kafasına inmez. Muhariplerin elinde biriken güç, kaybettiği imtiyazını yeniden bulmak ve kendini daha önce hadım etmiş partiden intikam almak için eni sonu geri döner. Bu süreçte savaş sürerken muhariplere eli mahkum olan parti ise bunu görebilecek soğukkanlılığını zaten kaybeder.

Bu savaş uzarsa, bir noktasında “alabileceğimizi aldık şimdi bir barış projesini işletelim” denilen noktaya acilen çekilmezse, sahada güç devşiren ve merkezde bağlarını yeniden ören askeri bürokratlar sistemi, hükümetin başarısız olduğu izlenimi verilebilecek bir noktada arkasına toplumsal destek almış olarak[4] iktidarı devralır. Muhafazakâr bloğun temsilcisi olan birilerini tasfiye ederek, Ergenekon davaları sürecinde hadım edilmenin düşürülmüşlüğünden birilerini hadım ederek arınacaktır. Bunu söylüyorduk. Yüz defa, bin defa söyledik. Ama akıl edecek iradeyi kaybetmişlerdi. Dinleyecek bir kulakları yoktu.

Şimdi bir şeyler bu akışın değişme ihtimalini ortaya çıkardı. 15 Temmuz darbe girişimi, gizli bir örgütlenmenin, halktan rey almadan güç devşirmiş Gülenci örgütlenmenin ani atağı ile karşımıza geldi. Ve şükür ki, etrafına toplaması gereken gücü tam toparlayamadan, henüz nasıl olduğunu bilmediğimiz bir acelecilikle atak yaptı. Darbe girişiminin başarısızlığa ereceği aslında Başbakan Yıldırım’ın 23.30 civarında muhtemelen Erdoğan’ın direktifiyle yaptığı açıklama ile belli oldu. Bunu, sonrasındaki meydan iradesini değersizleştirmek için söylemiyorum, ama meydan iradesini bürokratik ve askeri güce karşı alana çekebilecek ve toplumsal karşılığı olan bir çağrının her zaman sonuç alacağı kesin olduğu için söylüyorum[5]. En azından darbenin toplumsal meşruiyeti kırılmıştı. Meydana dökülen toplumsal kesim hem bize hem siyasetçilere şunu öğretti; siyasetin ilksel meşruiyeti, toplumsal olana dayanmak mecburiyetindedir, aksi takdirde kırılgandır ve meşruiyet ile beraber gücü de her an kaybedebilirsiniz. Ortaya çıkan başka bir şey; polis gücü sizi koruyamaz ve ordunun % 80’ni ise güç savaşının sonucuna göre tutum almak üzere darbe girişimine karşı değildir. Yani darbe girişimi, mesela 00.30’a doğru başarılı olacak izlenimi verecek bir iki hamle ile kendisini görünürleştirebilseydi, o vakit ordunun geri kalanı da bürokrasi de sermaye de onların denetimindeki medya da hatta sivil toplum ve iktidarın kendi medyası da kurulacak yeni devletten payını kaçırmamak için hızlıca darbeci konuma geçecekti. Kimse bunu yadırgamasın, güç savaşları böyledir. Ve bu hamlelerin meşruiyeti de iki saatte oluşturulabilirdi. O kadar basit. Evet, Akparti seçkinleri de bunun o kadar basit olduğunu gördü, çünkü bizzat yaşadılar ve muhtemelen darbe gecesi hakkında bizim bildiğimizden çok şey biliyorlar ve bildikleri sürüyle olay gelişimi bu söylediğimizi onların aklında da doğrulayacak nitelikte.

Peki, bunları söylerken benim derdim ne. Kısaca söyleyeyim; küçücük bir barış ümidi de olsa onun peşine takılma isteği ve yerimi belli etmek çabası. Memleket yeni bir döneme girdi ve iktidarın başındakiler yaşadıkları ile kendi konumlarını, siyasetlerini yeniden yorumlayarak yol alacaklar.

Başlangıçta aktardığımız üç gerilim hattından Gülencilerin fail olduğu hattaki gerilim nihayete erdi. Toplumsal meşruiyetleri bir daha Türkiye siyasetine geri dönemeyecekleri şekilde darmadağın oldu, bu olurken iktidarın değil kendi eylemleri sonucu belirledi. Sonuçta karşımıza iki temel gerilim hattı kaldı. Akparti iktidarda kalmanın kırılganlığını anlamışken bu iki gerilim hattında nasıl bir siyaset işletecek. Meselemiz bu. Bir taraftan toplumsal tabanı şemsiyesi altında tutmaya çalışırken meydana akan iradeyle ilişki kuracak, bunu biliyoruz. Ama diğer taraftan meydana akmamış toplumsal kesimlerle nasıl bir ilişki kuracak? Türkiye’nin batısı için iki ihtimal var, Kürdistan için de. Ve bu iki coğrafyadaki iki ihtimal de birbiriyle ilişkili.

Türkiye’nin batısında Gezi olayları ile ayyuka çıkan toplumsal rahatsızlığın soğurulmasını sağlayacak; iktidarın, toplumsal tabana dayanan siyasi temsilciler ile paylaşımına razı olduğunu belli edecek ve geniş kesimlerin seçim siyasetine yatırım yapmasını teşvik edecek bir güzergâh mı kolaylaştırılacak? Yoksa Akparti’nin şu an arkasına aldığı toplumsal desteğin milliyetçi ve hınçcı bir güzergaha akışı teşvik edilip, buradan bir korku atmosferine açılacağız. Burada artık fail liderliği bir daha onaylanan Erdoğan ve partisidir. Toplumsal gerilimin soğurulmasını ve herkesin siyaset içinde var olmasını sağlayacak bir tarzın hakim olmasını ondan beklemeye hakkımız var. Bunu yapmadığı ve arkasına aldığı destekle başkalarını siyaset alanının gayrimeşru aktörü olarak tanımlamadığı sürece rahata ermemiz çok zaman alacaktır. Ve şunu da söyleyelim ki, bugün % 80’i sessiz kalan ordunun ve hukuka tabi olmaya razı olmayan polisin Kürt savaşından devşirdiği güç ile iki yıl sonra kimin başına bela olacağını şimdiden kestiremeyiz ama şundan emin olabiliriz ki, ikinci tercih hepimizin geleceğini karartacak bir yoldur.

Diğer taraftan Kürt savaşı bir Kürt barışına evrilebilir mi? Artık daha fazla şiddetlenmesi ihtimal dahilinde olmayan bu savaş, Kürt toplumunun nasıl yıkıldığını umursamadan devam mı ettirilecek, yoksa bu savaşın yukarda kısmen tanımladığımız yapıyı güçlendirmesi ve merkeze müdahil olacak güce erişmesi kesintiye mi uğratılacak?

Bu arada, bir ara not olarak şunu düşünelim; darbeci girişim şekillenirken Kürt savaşının muharip saha aktörleri nasıl pozisyon aldı. Bazı gözlemlere dayanarak kısaca şunu söyleyebilirim ki, bazı muktedir komutanlar sahada yürüttükleri savaşın kendilerine kazandırdığı özgüvenle ve biriktirdikleri güçle hızlıca darbeci konumuna geçtiler. Sonuç ne olacak beklemeden pozisyon aldılar, güç kirlenmesi böyle bir şeydir. Ama büyük kısım – ki içlerinde, yine Kürt illerinde 90’larda işlediği savaş suçu nedeniyle tedirgin olup, Erdoğan’ın desteğine şimdilik muhtaç olduğunu bilen bazı komutanlar da var – sessizce bekledi. Pozisyon almak için girişimin ne kadar sonuç alıcı olacağını görmek istedi. Aynı zamanda şunu da söyleyeyim ki, burada darbeci konuma geçen komutanların çoğusu da Gülenci değildir. Sadece subaydır, subay olmanın habitusu nasıl birşeyse onunla mukayyettir ve Erdoğan ile Akparti’den haz etmesi mümkün olmayan, kaybedilmiş imtiyazların peşinde olan aktörlerdir. Hatta içlerinde Ergenekoncu bloğun subayı olarak Erdoğan ile ittifak içinde Kürt illerine görevlendirilenler bile var. Sessizce bekleyenler ise çoğunlukla henüz yeteri güç biriktirilmediğini düşünen ve belki de Gülenci örgütlenmeden nefret eden subaylar topluluğu gibi görünüyor. Ama sonuca ulaşabilme ihtimali olsaydı, buna dair bir iki işaret ortaya çıksaydı, aktif şekilde darbeci tutum alacaklarından emin olabiliriz, buna ilişkin işaretler yeterince var. Sonuçta bir not olarak şunu ekleyelim; ne Erdoğan’a ve Akparti’ye yaklaşımları ne de Gülen’e yaklaşımları itibariyle tek blok olarak düşünemeyeceğimiz bir subay topluluğu var karşımızda. Aynı zamanda Ergenekoncu ve Ergenekoncu olmayan iki grup olarak düşünmekten de bizi alıkoyması gereken daha fazla farklılık taşıyor bu topluluk. Yine de güç biriktirme sürecinde rasyonel stratejiler uygulama, vakti gelmemiş adımı atmama reflekslerini ve büyük bir blok oluşturma niyetini ciddi şekilde koruyorlar. Tam da bu nedenle Kasım 2015’den itibaren sadece ordunun anlaşılabilir bir stratejisi olduğunu ve bu stratejinin savaşı kazanmaya yönelik değil savaşı uzatarak güç biriktirmeye yönelik olduğunu söyleyen kanaatim kendini doğrulamış oluyor. Hatta savaş devam ederken savaş suçu fiillerinin bile bu güç biriktirme stratejisinin bilinçli bir parçası olduğunu söyleyebiliriz, (ah aklıevvel Akparticiler bunu bir anlasaydı!) Maalesef siyasi aktörlerin anlaşılabilir bir savaş ya da barış stratejisi henüz yok, en azından benim aklımın ereceği bir strateji hiç görünmedi.

Ara nottan sonra yeniden sorumuza dönelim. Artık daha fazla şiddetlenmesi ihtimal dahilinde olmayan bu savaş, Kürt toplumunun nasıl yıkıldığını umursamadan devam mı ettirilecek yoksa bu savaşın yukarda kısmen tanımladığımız yapıyı güçlendirmesi ve merkeze müdahil olacak güce erişmesi kesintiye mi uğratılacak? Bu soruyu sorarken şunu yeniden düşünelim; Erdoğan ve Akparti, kendine atfettiği devlet gücünün ne kadar kolayca el değiştirebileceğini yakinen deneyimledi ve meydan iradesi olarak ortaya çıkan toplumsal desteğin ne kadar değerli olduğunu gördü. Şimdi ne yapacaklar, iktidarın kırılganlığına karşı toplumsal barışın koruyuculuğuna mı sığınacaklar yoksa iktidarın kırılganlığına karşı toplumsal desteğin milliyetçi retorikle aktif tutulabilecek dinamizmine mi? Buna maalesef önceden cevap vermek zor. Uzayan savaş, toplumu savaşçı saha aktörlerine ve onların merkezde güçlenen organizasyonuna gitgide esir edecek, devletin merkezini arzulayan Akparti iradesini de. Umut edelim ki, bu savaş uzadıkça hem yerelde dayandıkları toplumsal kesimlerin gücünü kaybettiğini hem bürokrasinin yerel ayağında kendilerinden olan bir aktörün kalamayacağını, güç biriktiren şebeke tarafından dönüştürüleceğini anlarlar. Savaşın derinde başka bileşimler, ittifaklar, çıkarlar ağı oluşturduğunu fark ederler. (Bunları düşünürken, son iki yılda Akparti’nin bütün hamlelerini az çok belirleyen Gülenci grubun ataklarından korkunun nihayete ermiş olmasını ve uluslararası alanda Kürtlerle barış yapmanın avantajlı biz zemin oluşturacağını da hesaba dahil edebiliriz ama iradi eylemi merkeze çekmek için özellikle erteledim.)

İki temel beklentim var. İlki PKK’den; hiç olmazsa bu toz duman kalkıncaya kadar, açıklama yapmasa da kırsalda ve şehir kenarlarında silahlı eylemlerden en azından bir süre vazgeçmesi. İkincisi ise Erdoğan’dan; Türkiye’nin batısındaki toplumun da gayet meşru ve makul kabul ettiği belli olan, hem Kürtler nezdinde hem batı kamuoyu nezdinde tüketilmemiş bir kredisi bulunan ve pozisyonu gereği barışı savunan Öcalan ile HDP heyetinin görüşmesi için kapıyı yeniden açması.

Akparti ve PKK şunu unutmamalı ki, son bir yıldır yaşanan savaşın Kürt toplumu nezdindeki kıyıcılığına rağmen, darbenin ve iç savaşın ne olduğunu Türkiye’nin batısından çok daha iyi bilen Kürtler sessizce de olsa Gülenci girişimin başarısız olmasını arzuladılar ve beklediler[6]. Bu iki tarafa da bir mesaj veriyor olmalı. Sessizce olması Akparti’ye bir mesaj taşıyor; çünkü savaşın getirdiği kıyıma çok öfkeliler ve ayrıca sokaktaki hakim güç olan polis ve askerin kıyıcılığından korkuyorlar. PKK’ye bir mesaj taşıyor; nihayetinde Kürtler için barışın, asker hâkim olduğunda çok daha zorlaşacağını deneyimlerinden biliyorlar ve barış olacaksa bunun Türkiye toplumunun çoğunluğunu temsil etmeye meşru şekilde yetkili olan bir siyasi liderin ve partisinin varlığında gelişebileceğini hissediyorlar.

[1] Arada kalan daha küçük gruplar var elbette ama makro analiz boyutunda şimdilik onları atlıyorum.

[2] Görünen durumda, PKK’nin 2015 Haziran öncesi hegemon konumuna dönüşünü engelleyebilecek hiçbir aktör de yok. Savaş uzadıkça da bu ihtimal pekişecek.

[3] Oy verecek, Akpartinin tarafını tutacak demiyoruz, lütfen dikkat edin. Kaldı ki taşrada muktedir partili olmanın ne tür çıkarlar oluşturduğundan bağımsız düşünülemeyecek bir mesele bu.

[4] Milliyetçi retoriğe teslim olan Akpartinin bizzat kendisi bu koşulları zaten oluşturuyordu.

[5] Bu arada meydana dökülenlerin “demokratik kültüre uygunluğu” başlığında özetlenebilecek bir tartışmaya rastlayabiliyoruz ki, bu başlıkta gelişen itirazlar hem meydana dökülenlere hem itiraz sahiplerine dair tözcü bir varsayım içerdiği ve kültürün dinamik yapısını atladığı için şimdilik önemsenmeyecektir. Ayrıca yukarıdaki önermenin Mısır ile karşılaştırmaların yoğunluğuna bakarak her zaman geçerli olmadığını söyleyen bir iddia olabilir. Buna şöyle cevap verebiliriz: kısa vadede Mısır’daki meydan iradesi yenilmiş görünse de onun yenilgisi olarak algılanan durum, galiplerin enerjisini tüketmeye devam ediyor.

[6] Kürt şehirlerinde darbeye karşı sokağa çıkan bir kürt kesim elbette var. Sınırlı gözlemlerime dayanarak diyebilirim ki bunlar temelde iki grup. İlki çok küçük de olsa, Erdoğan’a hala inanan ama ancak devletin dokunulmazlık izni verdiği anlarda sokağa çıkan bir grup. İkincisi ise genel olarak devletle çıkar bağı olan/olabilecek bir kesim ki bu kesimin sosyolojik analizi uzun mesele, şimdilik geçiyoruz.
)dan yeterli özgüvenin birikişi, siyasi tercihlerin dayanacağı bir ontolojik zeminin varlığı ve eylemsel stratejinin alanla uygunluğu da önemli şartlardır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir