Hak, Hukuk, Adalet

Adalet, Esma-ül Hüsnâ’nın el-Adl simasından, Hak da El Hakk simasından türemiştir. Hukuk ise Hakk‘ın çoğuludur. Yani, Kılıçdaroğlu’nun, Ankara’dan İstanbul’a, başlattığı Adalet Yürüyüşü ve yol boyunca atılan ‘Hak Hukuk Adalet‘ sloganı, Esma-ül Hüsnâ’nın ikibuçuk simaından tevarüs etmiştir diyebiliriz.

Adalet siması ya da görünüşü, zulmün karşısında bir duruştur, adaletsizliği kabul etmemektir. Fakat, Hakk, semantik ve etimolojik olarak nadir kelimelerden birisidir ki, tanımı şöyle yapılmaktadır; “varlığı hiç değişmeden duran varlık”, “varlığı hiç bir koşula bağlı olmayan varlık”.  Bu değişmezliği, yani etimolojik olarak kendi kendisine referans verebilme yeteneği bize ikinci bir kapıyı aralar, hakkaniyetlilik. Yani ikinci kapıdan geçilince yani hakkaniyetli olunca, varlığı hiç bir koşula bağlı olmayan varlık temsiline ulaşılır. Biraz daha kazınca, rizomun halkalarında şöyle bir anlam karşılar bizi; ‘hakkaniyetli olmak istiyorsanız, varlık koşulunuzu hiç bir koşula (ve tabii ki kimseye) bağlamayın…’ Bunun en dünyevi söylenişi herhalde şudur: “kula minnet eylemem/ rızkı veren hüdadır…”

Kemal Kılıçdaroğlu önderliğinde, CHP’nin geçtiğimiz yıllarda yapmış olduğu Adalet Yürüyüşü, erken cumhuriyet havarilerini elbette mezarlarıda ters döndürmüştür, orası ayrı ama şurası muhakkak; “dîni olanı dünyevileştirdikçe, dünyevi olanı da ilahileştirdi…” Gene Marks’ın terimleriyle devam edersek, ‘metaların üzerindeki, metafizik katmanlar’ her zamankinden daha yoğun (bu ağlaksılık, bu cıvıklık da ondan zaten). Hak-Hukuk-Adalet alanları,  kendilerini rezzak sanan muktedirler, kendinden kült yapan yöneticiler ve metafizik metalar tarafından müsadere edildi.

Geçtiğimiz günlerde, Prof. Dr. Nükhet Sirman hocamız ile çok kıymetli bir mülakat yayınlandı. Hocamız mealen şöyle diyordu: “… dışarıdan lütuf olarak görünen bir alma-verme, içerden hak olarak görülebilir… ama hak olarak gördükleri bir şeyin kesilmesi durumunda kopuş süreci başlar” E, hani hakk, başka bir varlığa ihtiyaç duymuyordu? Şimdilik bunun bir önemi kalmış gibi görünmüyor. Önemli olan, bir şekilde tanımlı, makbul vatandaşlığın tatlı sularında gemiyi yüzdürmek.

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun vakası ise daha ilginç bir örnek. İki kendisine iki de eşine olmak üzere evine dört maaş girdiği ifşa olunca, bu maaşın hangi marifetin sonucu olduğunu açıklamak yerine Tayyip Bey’in ‘Topunuz gelin ulan’ diyen bir vecizini kamuoyu ile paylaştı; aynı zamanda bir ‘akademisyen’ olan eşi hanımefendi ise şu satırlarla eleştirilere yanıt verdi:

“Bugün Türkiye gibi ülkelerin yaşadığı siyasal çalkantıların kökeninde bu sistemi değiştirmek isteyenlerle, burjuva tipi devlet örgütlenmesinin devamı için çabalayanların kavgası yer almaktadır. Bağımlılık düzeni olarak adlandırılan bu yapı içinde eleştirilecek olanlar her zaman devlet görevlileri, milletvekilleri, onların maaşları vb. konular olmuş ve halkın gözünden kasıtlı olarak pek çok şey gizlenmiştir. Devlette ‘dolgun ücret’ karşılığı çalıştığı iddia edilen kabiliyetli bireylerin, burjuvazinin yönettiği ulus ötesi şirketler gibi yapılarda aynı hizmetin karşılığında onlarca kat fazla gelir temin edebilecekken devlet hizmetine talip olarak büyük fedakarlık gösterdikleri kasıtlı olarak halkın gözünden kaçırılmaktadır. Yine eleştirilerle yıpratılmaya çalışılanların verdikleri kararlarla burjuvazinin çıkarlarına ölümcül zararlar verdikleri, milyarlarca dolara varan karlardan onları mahrum ederek halkın artı ürününün bu şirketlere peşkeş çekilmesini önledikleri hiçbir zaman konu edilmeyecektir. Buna karşılık geçtiğimiz yıl açıklanan Oxfam raporuna göre ‘dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin servetinin geri kalan yüzde 99’luk kesiminin servetine denk olduğu’, burjuvazinin devletleri dizayn ederek ve devletlerin içine yerleştirdiği işbirlikçileri yardımıyla hepimizin cebinden artı ürünümüzü ve emeğimizi çaldığı gibi küçük! ve önemsiz! bilgileri saklamasına göz yummamız beklenecektir.

Faiz kırbacı ile hepimizi korkunç çalışma şartlarına mahkum eden, emeklerimizi çalan, lobiler ve satın aldıkları işbirlikçiler vasıtasıyla aldırdıkları kararlarla, çalışmadan servetimize el koyan kesimleri konuşmak yerine risk altında, haftanın yedi günü ve yirmi dört saat esasına göre, aile, eğlence bilmeden çalışan, tatil yapmayı kendilerine yakıştıramayan devlet adamlarının toplumsal tabakalaşmadaki yerlerini, yediklerini, içtiklerini, giydiklerini çoğu zaman yalan yanlış haberlerle sorgulatmaya çalışanlar halkı düşünenler değildir. Kimsenin ismini bile duymadığı markaları kullanan, hayal bile edemeyeceği standartlarda yaşayan ağababaları için, daha önce defalarca yaptıkları gibi ellerini kirletmeden ülke, toprak ve zenginlik toplamaya çalışan işbirlikçilerdir.

Vatandaşla alay etmeyin, sabrımızı da sınamayın, ikiyüzlülüğünüzü ve ihanetinizi milletimizin gözlerinin önüne sermeyin.”

https://www.fikriyat.com/yazarlar/akademi/fatmanur-altun/2019/08/01/vatandasla-alay-etmeyin

Havuz Medyası Türkçesine çevirirsek hanımefendi şöyle diyor, ‘eşim ve ben Hilal ile Haç savaşının en yetenekli isimlerinden olmaktan mütevellit aldığımız dört maaşı sonuna kadar hak ediyoruz, dahası tevazumuzdan ve millet aşkımızdan dolayı, hak ettiğmizden daha azına çalışarak milletimiz için fedakarlık yapıyoruz…’ Tabi, bir önceki kuşaktan Zafer Çağlayan, Muammer Güler, Erdoğan Albayrak, Egemen Bağış’ın performanslarına bakarak, kendi çaplarında bir adaletsizliğe uğradıklarına hükmetmek de mümkün. Yani hak burada tevazudan, faiz lobisi ile mücadeleden, reise sadakattan ve dünya burjuvazisine karşı mücadeleden tahakkuk etmiş.

Bir de, daha arkaik modeller var. Geçtiğimiz günlerde, Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü’nün ağır toplarından birisi, müzik öğretmenliği okumuş olan oğlunu, kendi bölümüne yüksek lisans öğrencisi olarak aldı. Gelen tepkiler üzerine de facebook’tan şu gönderiyi paylaştı:

“Şu anda bölücü örgütlerin, fetöcülerin sosyal medyadan saldırısı altındayım. Sebep oğlumun sosyoloji bölümünde bölüm dışı kontenjanından yüksek lisansa girmesi. Müzik öğretmeni ve ikinci üniversite olarak sosyoloji okumasına rağmen. Bir kişinin fake hesaptan rektöre mesaj atması ve rektörün buna cevap vermesiyle gelişen bir süreç. Şu anda tüm Marksist Leninist ve maocu ekiplerin, dinci geçinen grupların hedefindeyim. Akparti’ye kini olanların topyekün savaşı bana da uzandı. Ben ülkücüyüm. Türk milliyetçisiyim. MHP’den Manisa’da 2007’de milletvekili adayı oldum. Korkmadım korkmam da… İstiklal marşının dizeleriyim. Yazıklar olsun sağcı, milliyetçi, dindar görünüp, fetöcü ve bölücü zihniyetlerle iş tutanlara. Topunuzu değişiriz bir sokak kaltağına. Bugüne kadar eğilmedim ve eğilmem. Ben Yemen cephesinde şehit düşmüş Yörük Ahmet Efe’nin torunuyum. Tükrüğümüze değmezler. oğlum adı gibi Kağan soylu bir bir Türk sevdalısı olarak yetişti. Bundan taviz verse hakkımı helal etmem.”

https://www.facebook.com/people/Nazmi-Avcı/100036971222234

İstiklal marşının dizeleri olan, Güneybatı Akdeniz’e faşizmin ihraç edildiği Isparta’da MHP’li olduğu için korkmayan, Türk ama Türkçeyi bilmeyen -ki bu metin bir hamasetin bir de kadar mantık hatası ve yazım yanlışı sorusunun konusu olabilir- profesör, hakkını yeterince makbul vatandaş olmakla ve vatan için bedel ödemiş olmakla -şehidin torunu- tahakkuk ettiriyor…

Makbul, muktedir ve muteber vatandaşlar böyle olunca haliyle bir imam-cemaat diyalektiği de alıp yürüyor.  Gazetelere, televizyonlara, havuz medyasına bilhassa TRT’nin alayına (Kürdi’den Belgesel’e, Haber’den Spor’a…) baksanız, Asr-ı Saadette yaşıyoruz. Oysa, çoluk çocuğa tecavüz kovuşturmaya sebep bile değil, herkes ortalık bir karışsa da, birileri dar’ül harb olsa da, malına, mülküne, çoluk çocuğuna çöksek diye bekliyor.  Diyanet babası kızına şehvet duyar diyor, bir başkası 7 yaşında çocukla izdivaç fetvası veriyor, öbürü hamileyken sokağa çıkmamayı buyuruyor, beriki hakkını isteme dünya imtihanını zelil etme diye ünlüyor.. Her türlü herzeyi karıştıran hacı ağa, çocuğuna Furkan adını vererek, Halife Ömer’in adaletine öykündüğünü sanıyor da, Cortez’in, Colomb’un kadırgalarıyla Asr-ı Saâdet’e koloni seferleri düzenlemekten hicâb duymuyor…

En başa, hak hukuk adalet yerine dönersek, ben gençliğimde yükseldikçe, annemin bana hep şöyle dediğini hatırlarım… “Hak değirmende olur oğlum, haklısın belki ama alacağın yok…”.

Ya, peki bu dünya bir değirmense?


*Öne çıkan görsel şuradan alıntıdır: http://vincentmesselier.com/2019/05/30/divine-justice-2/

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir