Hrant’ın ve Devletin Hakkı

 ‘dostum, kardeşim, evimizin içine dağılan nar tanelerinin hasreti’

Beş yıl önce Hrant’ın öldürüldüğü günü olduğu gibi hatırlıyorum. Aradan geçen zamanda herkes ne olup bittiğinin resmini durup çekebilir. O gün hissettiğimiz şey ile bugün hissettiğimiz arasında aslında hiçbir fark yok.

Her tarafı dökülen, dökülürken her bir parçası diğerini ele veren bir cinayet şebekesi önümüzden geçip giderken diğer tarafta bu cinayet şebekesinin ele geçmesini, hesap vermesini engellemek için insanüstü gayret gösteren bir devlet örgütü bizi adil olduğuna inandırmaya çalışıyor. Bu şebekenin kamunun gözü önünde ve hukuk karşısında açığa çıkarılmasına nedense hiç yardım etmediler.

Hrant’ın öldürülüşü bu ülkede az buçuk vicdanlı insanları bir muhasebe ile karşı karşıya bıraktı. Örneğini çok az görebileceğimiz şekilde, saf bir vicdanın sesi olarak, çok zaman önce bizden evvelkilerin işlediği günahlar karşısında nedamet getirmeye davet eden mütevazı bir duruşla, bize arınma imkânı sunan bir dili vardı. Evvelkilerin günahını biz taşımıyorduk belki ama bu günahı sahiplenmeye bizi icbar eden şey de sadece korkunç mukatele yıllarının anısı değildi. Şimdi ve burada yapılan bir hesap nedeniyle inkârı seçiyor ve nefreti sürdürüyorduk. Yine de Hrant, bize bir şeyi anlatıyordu. Helalleşme imkânının hala var olduğunu. Bunun için basitçe bir eşiği geçmemiz gerekiyordu. Bizim hep kendimize ait bir övgü buluverdiğimiz aslında tedirgin ama epik tarih anlatımız başkaları için bir sürgün ve koparılma hikâyesi ise hangi sese kulak vermemiz gerekiyordu?

Açıktır ki, adalet insanın yaşamını anlamlı kılan bir arzu ise başkasının acısına kulak kapatarak asla hesabımızı kesemeyiz. Başkalarının acısı karşısında susarak adil kalamayız. Korkunç bir boğazlaşmanın ardından masum kalamadığımızı ikrara mecburuz. Bizden öncekilerin adını kirletmek için değil, günahlardan arta kalan ve yurdundan koparılan insanların acısı karşısında dostluğa hazır olduğumuzu bildirmek için. Kendi adıma şunu düşünüyorum; her hesabı yok kabul edebiliriz, her sorunun üstünü çizebiliriz ama nihai hesabın karşısında dostluk imkânını niçin atladığımızı Allah’a anlatamayız.

Yaşıyorken Hrant’ın bize sunduğu bir şans vardı. Nefret, intikam ya da garez olmadan bizi arınmaya çağıran bir dile sahipti. Belki kendi üslubunun nasıl bir şey olduğunun kendisi de farkında değildi. Sürekli tedirgin kılınan insanların hayatları boyunca taşımak mecburiyetinde bırakıldığı nezaketin onun dilinde hiç de mecburi bir tercih olmadığını rahatlıkla anlayabilirdik. Çünkü cesaretle giriştiği iş, ancak korku çıtasını aşmış insanların karar verebileceği bir niyete yönelikti.

Onun kim olduğunu hepimiz biliyoruz, bununla beraber öldürenlerin de kim olduğunu biliyoruz. Fakat bugün için anlayamadığım şey, bu ölümün hesabını kapatan devlet örgütünün ne tür bir niyet taşıdığıdır. Mahkeme sürecinin nasıl gittiğine tanık eden herkesin gördüğü gibi ağır aksak giden soruşturmalar, kurumlardan istenen bilgi ve belgelerin bekletilmesi ve mecbur kalana kadar gönderilmemesi, devletin kendi çocuklarını sakınmak için gösterdiği gayret ilginç bir noktaya işaret ediyor. Bunun, sadece devletin içinde eski dönemin kalıntılarının direniş tarzından kaynaklandığını zannetmiyorum.

2007’de bu cinayet işlenirken buradan kendine bir mesaj alan hükümet, Dink ailesinden önce kendisine bir mesaj verildiğini düşünüyordu. Bu noktada haklı olabilir. Son yıllarda açığa çıkan darbe tezgâhlama oyunları bunu anlamamızı da sağlıyor. Belki de bu nedenle, hükümet temsilcileri iki gün içinde katillerin yargıya teslim edildiğini söylerken ve ‘daha ne yapabiliriz ki…’ derken samimiler. Onlar cinayet nedeniyle bir taraftan Dink ailesinin bir adalet beklentisine sahip olmasını haklı gördüklerini ve fakat bu hakkı teslim etmek için ellerinden geleni yaptıklarını söylüyorlar. Geriye kalan meseleyi ise kendilerine yönelik bir kasıt olarak değerlendirdiklerinden bunu devlet adına bir hesaplaşma olarak kabul ediyorlar ve işin bu tarafına halkın, kamuoyunun veya herhangi bir siyasi grubun karıştırılmasını reddediyorlar.  Mesele bu noktadan sonra devlet elitlerinin kendi içlerinde bir hesaplaşma sürecine dönüşüyor. Peki, adalet ve hakkın tesliminde böyle ayrışık haller olacaksa ve mahkeme süreçleri ‘alın diyetinizi kenara çekilin’ anlamında bir oyunun temsili olarak yürütülecekse; biz, devletin içinde gerçekleşen hesaplaşmada hükümetin gerçekten de siyasi cinayetler işlemeye ve nefretten rant devşirmeye niyetli ekipleri tamamen tasfiye ettiğine, böyle bir niyeti samimiyetle taşıdığına niçin inanalım.

Bir hesabı, siyasi bir hesaplaşma sürecini kamunun gözünden sakınmalarına neden olan şey nedir peki? Nasıl oluyor da, bizim hakkımızı aldığımız ve kenara çekilmemiz isteniyor, bunu neyle açıklayabiliriz? Muhtemelen bu noktada, hükümet ve devlet (herhangi bir ayrım yapmadan, birinin diğerini temsil ettiğini bilerek söylüyorum) geriye kalan hakkın kendine ait olduğunu düşünüyor. Bu hakkın bedelini artık kime ödetecekse, kendi saflarına iltica eden devletin eski kötü çocuklarından hangilerini artık nerede ve ne için istihdam edecekse, hangilerini emekliye ayıracak veya tasfiye edecekse bunun kendi tasarruf hakkı olduğuna samimiyetle inanıyor. Tam da bu nedenle bizim adalet arzumuzu ‘haddi aşmak – hakkı olmayanı istemek’ olarak kodluyor. Çünkü artık kendini mülkün maliki olarak düşünüyor.

Anlaşılan İslam tarihindeki siyasi tavsiye geleneğinin adil insanlara hep hatırlattığı noktaya geliveriyoruz. Hep hatırlatılan ama asla nihayete erdirilemeyen ve insanın dünya macerası sürdükçe nihayete ermeyecek bir nasihat anına yeniden denk düşüyoruz. Ben, muktedirlere ilişkin bir hatırlatma olarak sürekli olarak ayakta tutulması gereken bu nasihatin değerine şimdi daha çok inanıyorum. Mülkü emanet olarak alan insanların kendilerini gitgide Malik hissetmelerine karşın Hadim olma sorumlulukları hatırlatılmalı onlara. Bunu yanı başlarında ki kişilerden beklememizin boşluğu açıkça ortaya çıkmışken sorumluluk artık başkalarının sırtında..

Ne garip değil mi, bu cinayetin hemen arkasından epeyce bir dahli olan Ertuğrul Özkök, o zamanlar bir malik sıfatıyla yazarken; bu cinayetin, taşra kasabalarında bir grup gencin kendilerine durumdan vazife çıkarması olarak yorumlandığında daha vahim bir hal arz edeceğini söylüyordu. Tehlikenin farkında olan bir ahlak havarisi kılığında, kendi cürmünü savmak için örgütsüz şiddete dikkat çekerken zeki bir hamleyle mahkemeye ve hükümete yol gösteriyordu. ‘Taxi Driver’ı gidip taşrada bulan çete aynı zamanda ona da cinayet öncesinde rehber rolü vermişti ve Özkök bizim bunu görmememiz için kıvrak bir bilgelik sergiliyordu. Cinayet sonrasında Hürriyet’te ki yazılarına bakanlar, o metnin nasıl bir tedirgin ahlakçılıkla yapılandırıldığını görür. Bugün mahkeme Ertuğrul Özkök’ün istediği yola gelirken hükümette ona değil ama onun şeytani aklına biat etmiş görünüyor.

* İlk olarak 19 0cak 2012 tarihinde  http://erkansaka.net/archives/14283 adresinde yayınlanmıştır.

2 Responses

  1. mehmet talha dedi ki:

    2 yıl önce yazılmış ama hâlâ güzel ve hâlâ güncel bir yazı.

  2. bedri dedi ki:

    Devletin dönüştüğü canavarı daha somut şekillerde görüyoruz şu günlerde. Özkök’ün öldüğünü ve yeni özköklerine bayrağı devraldığına da şahit olarak hala umuda ihtiyacımız var. kaybetmemeliyiz mevzileri..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir