İçimize ‘Sinen’ Soykırım, 21 Mayıs 1864

Bu yazıda size Çerkeslerin nasıl ve ne zaman soykırıma uğradığından, nasıl birden çok kez oradan oraya sürüldüklerinden ve ne kadar da aziz bir millet olduklarından bahsetmeyeceğim. Dileyen şuradan veya buradan meselenin tarihi ve politik boyutuna dair bazı bilgilere ulaşabilir. Ben bu kez yalnızca kendime, yakın çevremde gördüklerime bir kez daha bakarak, kendi Çerkesliğimi anlatırken soykırımın üzerimde, üzerimizde zuhur edişini hem anlamayı hem de anlatmayı, daha doğrusu göstermeyi istiyorum. Bunu yapmayı da soyu bugün veya geçmişte kırılmak istenen tüm halklar için anlamlı buluyorum.

Ben bir diaspora çocuğuyum. Büyük büyük dedelerim, anneannelerim Kafkasya’dan buraya geleli beş kuşak geçmiş. Belki geçen zamandan, belki dönemin politik ve sosyal baskılarından, belki de sadece unutmak istediklerinden soykırıma ve sürgüne dair kendi ailemle ilgili hikayeleri hatırlayan, anlatan yok denebilir. Yaşadıkları acıları, uğradıkları zulmü birkaç kuşak ötede bırakmış, unutmaya başlamışlar. Pek çok Çerkes gencinin de bana benzer olduğunu sanıyorum. Her sene bu zamanlarda gözümüze çalınan, dillendirilen soykırım anlatılarında ölmüş annesinden süt emmeye çalışan bebek veyahut ölen bebeği denize atılmasın diye ona ninni söylemeye devam eden anne gibi figürleri hepimiz benimsemiş, kendi hikayemiz olarak içselleştirmişizdir. Soykırım sırasında kendi ailemizden kimler öldü, kimler orada kaldı, başka kimler gelebildi buraya, tam olarak bilmeyiz. Ailemin geldiği yerden söz ederken Kafkasya kadar genel bir ifade kullandım çünkü gerçek memleketimi, ailemin orada tam olarak nerede yaşadığını ve nereden geldiğini bilmiyorum. Belki onlar da uçsuz bucaksız Kafkas coğrafyasında tam olarak nerede yaşadıklarını pek bilmiyorlardı, emin değilim.

Soykırımdan 156 yıl sonrasına, yani bugüne gelecek olursak, ben çocukluğumda etnik kimliğimi söylemekten hiç çekinmedim. Nerede bulunuyor olursam olayım, üstüne basa basa annem de babam da Çerkes dedim hep. Safkanlık vurgusu yapmayı da ihmal etmedim yani. Bununla da sebebi belirsiz bir şekilde gurur duydum hep. Kendimi Çerkes olduğum için şanslı hissettim. Pek çok Çerkes’in de bana benzer hisler taşıdığını biliyorum. Ne ile gurur duyduğumuza, neden şanslı hissettiğimize cevap vermek pek çoğumuz için kolay olmasa gerek. Yine de Türkiye’deki farklı etnik gruplara yaklaşım ve milliyetçilik kültürü düşünülürse ülke genelinde gayet olumlu bir imaja sahip olan Çerkeslerin sırf toplum nazarındaki sempatik yerleri sayesinde bile şanslı oldukları söylenebilir. Zira bu sempati sayesinde bir yerlerde etnik kökenimizi durduk yere söyleyebilecek rahatlığa çoğu kez sahip olduk. Bunu, nedeni belirsiz bir üstünlük hissiyle dile getirdiğimiz de oldu muhakkak. Çerkesleri nasıl bilirsiniz sorusunun genellikle “düzgün insanlardır, bir Türk boyudur(?), kızları, yemekleri güzeldir” şeklinde cevaplanması Çerkesleri de sahip oldukları imaj nedeniyle mutlu eder. (Türk boyu sanılmak hariç tabii). Kimi zaman anadilde eğitimle gündeme gelmeye çalıştıklarında “Bir de Çerkesler mi çıkacak başımıza” tepkisi alsalar da, üç milyona yakın nüfuslu bir etnik grup olarak Çerkesler sosyal ve politik anlamda mimlenmekten oldukça uzaklar. Bürokratik açıdan da prestijli oldukları söylenebilir. Bu topraklara geldikleri ilk zamanlardan itibaren devletin üst kademelerinde yer almış, bu kalburüstü konumları  cumhuriyet döneminde de devam etmiş. Bugün kendilerini saklamamalarının, etnik kimliklerini açıkça söyleyebilmelerinin nedeni söz konusu tarihsel seçkinlikte bile saklı olabilir.

Aynayı yeniden kendime çevirecek olursam, hem annemin hem de babamın anadilleri Çerkesçe. İkisi de Türkçeyi ilkokulda öğrenmiş. Hatta okuldaki tüm çocuklar Çerkesçe konuştuğu için öğretmenleri okulda yasaklıyormuş Çerkesçe konuşmayı. Her iki ebeveynim de Çerkesçe anadilli olmalarına rağmen ben Çerkesçeyi neredeyse hiç bilmiyorum. Konuştukları dillerin lehçeleri farklı olduğundan kendi aralarında Türkçe konuşmayı tercih etmişler. Çocuklarına Çerkesçe öğretmek gibi bir dertleri ise hiç olmamış ne yazık ki. Neden anadillerini bana öğretmek gibi bir çabaya girmediklerini sorduğumda bizim diğer tüm çocuklar gibi büyümemizi istediklerini, bu nedenle Çerkesçeden önce iyi bir Türkçe öğrenmemiz için uğraştıkları cevabını almıştım. İlk duyduğumda bu gerekçe bana oldukça anlamsız ve haksız gelmişti. Ama anlaşılan onlar okulda kaçak göçek Çerkesçe konuşup Türkçeyi öğrenmeye çalışırken kendilerini ‘diğer tüm çocuklar’ gibi hissedememiş, bizi de benzer bir arafta kalmaktan Çerkesçe öğretmeyerek koruduklarını düşünmüşlerdi.  Bu sebeple bugün ebeveynlerimin ana dilleri benim için her zaman dinlemekten zevk aldığım, sözlerini ezbere bildiğim ama aslında ne söylediğini anlamadığım bir şarkı gibi.

Biz çocukken büyükler bizimle bir aradayken Çerkesçeyi bize öğretmek için değil, çoğunlukla bizden gizledikleri meseleleri konuşmak için kullanırlardı. Dolayısıyla Çerkesliğe dair hafızam çocukluğuma dayansa da herhangi birinin Çerkeslere dair bildiklerinden; yani Çerkes müziklerinden, yemeklerinden, danslarından, ilginç adetlerinden çok farklı bir şey görüp duyarak büyümedim. Sanki Çerkesler için sadece güzel anıldıkları unsurlarla yaşamak, o unsurları yaşatmak yeterliydi. Kendimi bildim bileli Çerkeslik benim için de hayata renk katan, keyiflendiren bir şey oldu. Ne olduğunu bile tam olarak bilmeden ama onu fazlasıyla severek büyüdüm. Bugünse Çerkeslik  bir soykırımın izini sürmekten çok, bir kültürü, bir dili, oldukça apolitik bir şekilde yaşatmak ile anlam buluyor bende. Çerkesliğe dair çocukluk hafızama sadece bir miktar daha kültürel bilinç eklenmiş denebilir yani.

Zihnimde ne özlemle andığım bir anavatan tezahürü, ne de bir gün oraya dönme arzusu var. Bizzat gelmediğim bir yere dönmeyi düşünmedim hiç. Soykırımın sorumlularına gerçek anlamda hesap sorma derdim hiç olmadı. Bu açıdan millet kavramı en çok bana hayali cemaat gibi görünüyor aslında. Ne Türklük, bu topraklarda doğmuş olmak manevi bir his uyandırıyor bende, ne de Çerkesliğin kolektif, politik ve milli bir yansıması var zihnimde.  Ailem bana Çerkesçe öğretmeyerek bir araftan kurtardıklarını düşünmüşler ama başka bir arafta kalmama engel olamamışlar. Bahsettiğim araf birbirinden farklı diasporalarda doğan tüm çocukların tecrübe etmesi olası bir durum. Belki de bizzat şahit olunmayan, zamansal olarak geride kalan bir soykırım insanı böyle arada bırakarak, bir yere ferahlıkla ait hissetmeyi imkansız kılarak vücut buluyor.

Bugün Türkiye’nin birçok yerinde kümeleşmeler oluşturup yaşamakta olan Çerkesler aynı dili konuşuyorlar, aynı yemekleri yiyorlar, aynı geleneklerini yaşatıyorlar, geleneksel kuralların günlük hayatlarına etkilerini benzer şekilde deneyimleyip çoğu zaman aynı duygularla boğuşuyorlar, ama her değişen kuşak onları birbirlerinden daha çok uzaklaştırıyor adeta. İki kuşak üstümüzün Türkçesi oldukça aksanlıdır. Çerkes oldukları hemen belli olur. Anne babalarımız ise Türkçe’ye hakimdirler, etnik kökenleri aksanlarından anlaşılmaz. Onlar da bazen yüzlerinden tanırlar birbirlerini. Ben ise özel olarak söylenmedikçe kimsenin Çerkes olduğunu anlayamıyorum. Yüzlerinden, konuşmalarından tanıyamadığım o insanların hepsi aslında benim “bir şeyim”. Neyim oldukları, benim için tam olarak ne ifade ettikleri belirsiz, sevgiyle bağlantılı fakat ne olduğu belirsiz bir ilişki.

 Anne-babamla benim anadillerimiz farklı, bu aynı biçimde düşünmediğimiz, hatta hissedemediğimiz anlamına geliyor aslında. Çünkü bilindiği üzere dil düşünme biçimlerini ve hatta hisleri doğrudan etkiliyor. Anadil farklılığının nesiller arasında nasıl bir yarık oluşturduğu başka bir tartışmanın konusu iken, bugün birçok Çerkes genci Çerkesçeyi öğrenmeyi gereksiz buluyorlar. Siyasi bir mücadelenin içinde değilken, kitlesel olarak zulme uğramıyorken, dilin yazılı ve prestij sağlayıcı bir karşılığı da yokken, Çerkesçe öğrenmek için harcayacakları vakti başka bir dil öğrenmek için harcamayı mantıklı görüyorlar. İkinci yabancı dili öğrenmenin içinde yaşadığımız sistemde aç kalmamaya etkisi düşünülürse ne kadar haksız oldukları da tartışılır. Ben ise duyarak öğrenemediğim dilde bu yaşımda okuma ve yazmayı öğrendim. Annemin düşündüğü, konuştuğu ama hiç okuyup yazamadığı anadilinde ben okuyup yazabiliyorum ama hiç konuşamıyorum. Çerkesler arasında da dilin kayboluyor oluşunun sonuçlarını dert edenlerin, daha doğrusu dert edip eyleme geçenlerin sayısı çok değil. Sonuçları kimseyi kara kara düşündürmüyor, çünkü Çerkesliğin keyif veren bir nostaljiye dönüşmeye başladığı günümüzde dilin ölüyor oluşunun kimseyi etkileyecek bir sonucu yok bana kalırsa.

Çerkesler olarak başka bir milli varlığın içerisinde erimeye razı olmuşuz, razı edilmişiz, hatta bile isteye tercih eder hale gelmişiz.  Çerkesler bugün, ötekileştirilerek gündem edilmiyor; baskı ve zulüm görmüyor olmakla yetiniyor. Haklarını aramayı bir çeşit huzursuzluk çıkarma eylemi olarak görüyor çoğu. Etnisite kadar büyük bir ortak paydayı bir arada olmaya yeterli görmeyecek kadar fraksiyonlara ayrılmışlar. Bu parçalanma görece sınıfsal, dini ve politik farklılıklardan kaynaklanıyor. Birer düzene tutunmuş ve  kötü hatıraları birkaç kuşak geride bırakmışken Çerkesler, politik bir mücadele için yorgun, bu mücadeleyi çok da anlamlı bulmadıkları bir hale gelmiş durumdalar. Yorgunluklarının kaynağını soykırım öncesinde yüz yıldan fazla süre yurtlarını korumak için savaşmalarında bulabilir miyiz? Belki. Çerkes toplumunun apolitikleşmesi sürecinde bireylerin ne kadar etkin veya edilgen rol aldıkları tartışmaya açık elbette. Osmanlı’dan başlayarak resmi ideoloji ve politikaların Çerkesler üzerinde nasıl bir etkiye sahip olduğu tek başına pek çok soruyu içinde barındıran bir çalışma alanı.

Velhasıl, ben tüm bu hissettiklerimi, tamamen bireysel tecrübemi ve Çerkeslikle olan ilişkimi neden anlatıyorum? Çünkü başka hiçbir kaynağa ihtiyaç duymadan soykırımın nasıl tamamlandığını ve amacına nasıl ulaştığını sadece kendimi gözlemleyerek görebiliyorum. Soykırım aktörleri için kendi dilini konuşamayan, geldiği ve öldüğü topraklara dönme arzusu duymayan, ait olduğu toplulukla duygusal ve milli bir bağ kurmakta zorlanan, hesap sorma öfkesi taşımayan nesillerden, yani kısacası benim hislerime sahip birinden daha faydalı ne olabilir ki? Bir daha kalıcı izler bırakmayacak biçimde bir toplumu, bir yaşayış biçimini, koca bir dili silmeyi yavaş yavaş başarıyorlar. Bunu da o toplumun benim gibi arafta kalmış binlercesinin direnişiyle dahi karşılaşmadan yapıyorlar. 

Soykırımın her yeni kuşakta daha çok vücut buluyor oluşunu artık durdurabilir miyiz, genç nesilleri benim gibi arafta kalmaktan ne ölçüde koruyabiliriz veya dili ölmekten kurtarabilir miyiz bilmiyorum. Önümüzde bunlar gibi cevaplanması zor sorular duruyor olsa da en azından unutulan soykırımın tekrarlanacağının farkında olarak, soykırımları ve kitlesel etkilerini okumaya, nedenlerini ve nasıllarını anlamaya uğraşarak soykırım olgusunun daima karşısında duracağımız ilkesel ve ahlaki bir nazara sahip olmayı ve hiç değilse bu nazarı gelecek nesillere taşımayı deneyebiliriz.

2 Responses

  1. İrfan Doğu dedi ki:

    Gayet güzel anlatmışsınız, severek ve ne yazık ki durumumuza da üzülerek okudum. Ben Konya / ılgın ilçesi İhsaniye mh(köyü) den yazıyorum, burada bir ABX dediğimiz derneğimiz var, dil üzerine eğitim ve çalışmalar yağıyoruz ilgilenmek ve haberdar olmak isterseniz. Selamlar

  2. Mustafa dedi ki:

    Senacım, güzel kardeşim; kalemine, yüreğine sağlık. Arafta kalan bizleri çok güzel anlatmışsın. İçten, sade, anlaşılır, samimi. Tebrik ediyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir