Karşı Mahalle

Bazılarımız için çok önemli değil ama Alevi bir ailem var.

Çocukluktan ilk gençliğe geçtiğim yıllar da 90’ların ilk yarısı.

Bu iki durum bir araya gelince oldukça sancılı durumların olduğunu muhtemelen anlatmama gerek yok.

Sivas’taki olaylar olduğu zaman evdeki korku, telaş ve öfkeyi ya da Güner Ümit’in ‘mum söndü’lü şakacıklarının evimizde nasıl karşılık bulduğundan bahsediyorum.

Annem de babam da özellikle ve kafamıza vura vura tembihliyorlardı zaten: Size okulda sorduklarınızda sakın alevi olduğunuzu söylemeyin.

Bununla birlikte ben, biraz fazla sosyal bir bir insan olduğum için, din kültürü dersimize giren Süheyla Hanım’ın, ilk derste sorduğu, “Aranızda Alevi olan kaç kişi var?” sorusuna nasıl kararsızlıklar içinde el kaldırdığımı, nasıl söylerler, dün gibi hatırlıyorum.

Hoca beni çok seviyordu, fazla seviyordu.

Ben de hocayı. Aramız tahmin edemeyeceğiniz kadar iyiydi.

Hocanın sorusuyla benim elime havaya kaldırmam arasında geçen 10 saniyede muhtemelen yaşadığım 13 senenin bütün gerilimi üzerimden havaya kaldırdığım işaret parmağıma doğru akmıştı.

Parmağı kaldırmıştım ama bir de bana sorun.

Annem sürekli yezidlerden, kan emici Osmanlardan, Ömerlerden bahsediyordu.

Gelin görün ki, mahelledeki en iyi arkadaşımın ismi de Ömer’di.

Bunlar şimdi geriye dönüp baktığımda, sizler için olduğu gibi tebessümle hatırlanacak şeyler değildi o vakitler.

“Onlar bizim kanımızı ne kadar içseler doymazlar.”

Bu, annemin en favori cümlesiydi bu meseleye ilgili. Şu Sünnilerden bahsediyorum canım… Yezidler, Ömerler, Osmanlar.. lar.. lar.. lar.

Çoktular ve bizi imkan olsa bir kaşık suda boğardılar.

Sonra gün geldi, ben başka bir yola girdim. Girdirildim.

Annemin tabiriyle onlardan olmuştum, karşı tarafa geçmiştim, dönmüştüm, dönek olmuştum, bizi terk etmiş, unutmuştum.

Annem, rahmetli, ölene kadar hep böyle söyledi. Canım annem.

O vakitler, ve ölene dek tabi, anneme çok kızdım. Ben, çok basit ve sade bir ifadeyle, namaz kılmaya başlamıştım. Biraz da Kur’an falan okuyordum. En azından başlangıçta bu böyleydi.

Yani demek istediğim, içimden böyle yapınca, bu karabasan gibi üzerime çöken (o yaşlarda takdir edersiniz ki, bunalımlar genç bir insanın yüzündeki sivilceler gibi karıncalı oluyor) bunalımlardan kurtulacaktım.

Gönlüm felaha kavuşacaktı.

Ben onlara, annemlere yani, anlatamadım kendimi, onlar da beni anlamadılar.

Şimdi geriye dönüp bakınca, doğrusu onların yerinde olmayı istemezdim diyesim geliyor.

Dönek bir çocuk, saf değiştirmiş, karşı tarafa geçmiş, beyni yıkanmış, unutmuş doğduğu yerleri.

Yine rahmetli annemin dediği gibi, “İnsan doğduğu yeri, atalarını unutmayacak yavrum, unutursa, o lanettir, haramzadedir”.

Annemin bu laflarını imkanım olsa evimin dört bir yanına asardım. Ama o kadar gücüm yok takdir edersiniz ki.

Girdiğim, girdidiğim bu yolun, sadece namaz kılmak olmadığını anlamam çok zamanımı almamıştı doğrusu.

Arkadaşlarım beni yoruyor, bunaltıyor, konuşmak istediğim, içimi dökmek istediğim, bilip öğrenmek istediklerimi bana söyleyecek insanlar arıyordum.

Çok geçmedi, bulmaya başladım onları.

Artık, mahallem değişmişti.

Ben, bir Müslüman olmuştum, namaz kılıyordum, çevremde de böyle insanlar istiyordum…

Bir gün kardeşim bana, Peygamberle ilgili bir şey sorunca, “Hah, dedim”, kardeşime bir şeyler anlatmanın bundan daha iyi bir fırsatı yok.

Odamızda ona bir şeyle anlatırken, babam içeri girdi, ne olduğunu sorup sormadan, hem beni, hem de kardeşimi bir güzel dövdü.

Bu, benim içinde bardağı taşıran son damlaydı.

Evden ayrıldım ben de.

Bayağı bir mesafe koydum.

Sonra, kardeşim iyi bir liseye gitsin diye, onu dershaneye yazdırmak istedim. Param yoktu, ama buldum, buluşturdum, sağolsun yardım edenler…

Ben, kardeşimi Anafen’e yazdırdım.

Bayağı pahalıydı.

Ama çalışıp ödeyecektim paranın kalan kısmını. Bir kısmını bulmuş, diğer kısmını da hayatımızın en gerçek şeyi olan takside bağlamıştım.

Sonra babam, kardeşimin kaydını gidip sildirmişti dershaneden.

O sildirdi, ben tekrar yazdırdım.

O bir daha sildirdi, ben bir daha…

En sonunda, kavga kıyamet silindik hep beraber…

Babam dedi ki, “Ben kardeşini o dershaneye göndermem!” Niye dedim, “Göndereyim de senin gibi olsunlar di mi!” dedi.

Benim gibi? Ne demekti ki bu…?

Yani, elbette anlıyordum ne demek istediğini, ama anlamadığım o şey hep kalıyordu işte.

Anafen, o zamanlar, en radikal mahallenin bile, itibar ettiği, mahalle de insanların çocuklarını emanet edeceği tek yerdi bu düzeyde neredeyse.

Bir dershaneden daha fazlasıydı.

Benim çevremdeki radikal ağabeyler bile böyle diyorlarsa, doğrudur diyorduk yani.

Pahalıydı falan ama emanetse, ancak oraya olurdu.

Tabi babam için, küfür, Sünniler, yezidler.

Bense, girdiğim camiada yine gidip en radikalleri bulmuştum kendimce, devlete sövüp sayan, hep muhalif olan, partiye küfreden, devrim diyen insanlar.

Tabi, hayat benim etrafımda dönmüyordu.

28 şubat vardı, 1000 yıl sürecek olan.

Yeni anlaşmalar, küresel kapitalizm, dünya siyaseti, akp…

O zamanlar cemaat ne kadar vardı tam hatırlamıyorum. Ama varmış demek ki…

Zamanla sağda solda kalan radikal mahallenin bütün unsurları da gömlek değiştirip, kendilerini iktidarın yanında tanımlayacak imzaları atacaklardı.

Gazeteci ve araştırmacı yazar Aytunç Altındal 23-24 Aralık 1993 tarihinde rahmetli Erbakan Hoca ile bir röportaj yapar. Altındal’ın “Erbakan’ın Refah Partisi’nin geleceği ile ilgili endişeleri var” görüşüne Erbakan, “Refah Partisi’ni bekleyen büyük bir tehlike var” diye cevap verir. Röportajın bir bölümünün kısa özeti şöyle (bu bölüm bir siteden alıntıdır):

“Erbakan iktidara gelmekten değil, iktidara gelip muktedir olamamaktan korkuyor” diye düşünen Aytunç Altındal’a; Erbakan şöyle cevap veriyor; “Evet iktidara gelebiliriz. Ama sonra ne olur? İktidarda kalabilir miyiz? Yani bizi iktidara hapsederler” diyor. Altındal “Kim hapseder?” diye sorunca Erbakan şöyle anlatır:

“Biz bir şey fark ettik. Bugün Türkiye’de bizim iktidara gelmemizi engellemek isteyen güçler var. Eskiden bize ilgi göstermeyen çevreler, şimdi bize hoş görünmeye çalışıyorlar. Eskiden yolumuza engel koyanlar, şimdi engellerini çekmek ister gibi davranıyorlar. Adeta bizim iktidara gelmemizi ister gibi çalışıyorlar. Bu adamlar bizim iktidara gelmemizi hoşgörü ile karşılıyorlarsa, bunda bir bit yeniği vardır. Anladığım kadarıyla, bu adamlar bizim iktidara gelmemize ses çıkarmama kararını aldılar. Biz iktidara geldikten sonra da bizi iktidarda perişan etmeyi düşünüyorlar”

“Anlamadım, nasıl yani? Nasıl perişan edebilirler sizi?” diyen Altındal karşında Erbakan şöyle devam eder:

“Böyle bir planları varmış gibi geliyor bana. Sonra da bizi iktidara hapsedip perişan etmek isteyecekler. Bize iş yaptırmayacaklar. Önümüze akıl almaz engeller çıkaracaklar. Atacağımız her adımda bizi batırmayı, sabote etmeyi düşünecekler. Hangi soruna el atsak, çözümü yokuşa sürüp, çok kısa zamanda bizleri iktidarda beceriksiz davranmış olmakla suçlayacaklar. İşte Müslümanlar ne kadar başarısızlar, görün diyecekler.”

Ben, kendi adıma, nereden bulaştıysam iktidarla arama belli bir mesafe koymaya çalışmıştım.

Çok ahlaklı bir adam olduğumdan mı, muhtemelen hayır.

Muhtemelen korktuğum için.

Evet, belki çokça “arzu edip” istememe rağmen iktidarla, güçle ilgili böyle fikrim vardı.

Bundan karşı mahalleye geçerkenki girdiğim radikal bloğun da önemli bir payı vardı elbet.

Ama doğrusu, kişisel olarak Alevi bir aileden gelmem, orada (bu başka bir yazının hikayesi ama) kemalizmin çifte mesajının mağduriyet, bizi gelip kesecekler şeklindeki birinci mesajı ve Müslüman mahallenin 100 yıllık hırpalanmışlığının da payı vardı elbette. Bunun da kaydını düşmem lazım.

Annem yaklaşık 3 sene önce vefat etti.

Doğrusu ona derdimi tasamı bir türlü anlatamamış olmanın sızısı bir yerlerimde beni yakalar durur sürekli.

Ne yazık ki geçen zaman, anneme anlatmak, onunla paylaşmak, beni anlamasını isteyecekleri şeyleri azaltmak yerine çoğalttı.

Eğer yaşasaydı, o anlamasa da, neden namaz kılmaya başladığımın yanı sıra, neden şimdilerde Müslüman mahalledeki ağabeyler, ablalar, küçük kardeşlerden yorulduğumu da anlamak isterdim.

Muhtemelen annem, bunları anlamayacak, çünkü o saftı, okuma yazma bile bilmezdi, ama anlasa bile, hah işte, biz sana dememiş miydik, onlar yezid diye, beni bir kez daha en hassas yerimden vurmaya çalışacaktı.

Ne yapalım. Rahmetli annemin dediği gibi, “Taleyimiz böyleymiş yavrum”.

1 Response

  1. kadir bal dedi ki:

    Allah rahmet eylesin.
    devr i daim olsun.
    hızır yoldaşı olsun
    peygamber komşusu olsun; annenizin 🙁

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir