Kuran’dan Notlar – Ceza Hukukunun Mantığı

“Allah sizi, kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Fakat kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden sizi sorumlu tutar. Bozulan yeminin kefareti (cezası), ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu yedirmek veya giydirmek yahut da bir köle azad etmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizi bozmanın cezası budur. Yeminlerinizi koruyun. İşte Allah ayetlerini size böyle açıklar ki, şükredesiniz.” Maide Suresi, 89. ayet.

Allah’ın ceza hukuku bağlamında işaret ettiği ve çağımızın ufkunun henüz yetişemediği bir perspektifi var.

Allah insanlar arası cezalarda kısas, el kesme, zina edeni sopalama gibi bazı cezaları zikreder. Burada bu ayetleri tartışmayacağım. Pek çok kere zikrettiğim üzere el kesmek kişiyi o hırsızlık eylemine götüren eylem olanaklarından kişiyi mahrum etmek anlamına geliyor. Hüre hür, kadına kadın, köleye köle diyen kısas Tevrat’taki dişe diş, göze göz’den daha yumuşak bir anlama ve cezada manevi denklik ve adil karşılık ilkesine işaret ediyor; zinakara yüz sopa vurmak onun İslam toplumundan biriyle evlenmesine izin vermeyerek onu toplumdan kovmak anlamına gelen bir mecaz işlevi görüyor; el ve ayakları çaprazlama (hilaf) kesmek kişiyi hilafa ve muhalefete götüren eylem olanaklarını kişinin elinden almak anlamına geliyor, vs. Yani Kuran edebiyatıyla ve belagatıyla okunduğunda 21. yüzyıl vicdanının onay vereceği bir ceza hukuku inşa ediyor.

Bu ayetlerin 7. yüzyılda düzanlamıyla okunması ise 7. yüzyıl toplumunun vahşet ve şiddetten başka bir dilden anlamıyor olmasıyla ilgili. Yani Durkheim’ın ve Norbert Elias’ın dediği gibi insanlar medenileştikçe ceza sistemleri de daha merhametli bir hale geliyor. Fakat vahşi ve bedevi koşullarda insanların tek anladığı dil fiziksel şiddet dili. Bu fiziksel şiddeti uygulamadığınız zaman cezaların hiçbir caydırıcılığı olmuyor bedevi toplumlarda. Allah da böylesi toplumlara onların anlayacağı dilden yanıt veriyor.  

Burada sunmak istediğim ceza hukuku perspektifi ise çok farklı.

Yukarıdaki ayete bakın. Allah yemini bozmak, zıhar yapmak gibi bazı suçlarda ısrarla üç temayı vurgular. Böylesi suçlar olduğunda der Kuran, (1) ya bir köleyi özgürleştireceksiniz, (2) ya fakirleri doyuracaksınız, (3) ya da birkaç gün oruç tutacaksınız.

Bir köleyi özgürleştirmek, toplumun özgürlük değerine vurguda bulunur. Fakirleri doyurmak İslam toplumunun eşitlik idealine hizmet eder. Oruç tutmak ise kişinin terbiyesiyle ilişkilidir.

Kuran’dan bir ceza kanunu çıkaracaksak oldukça sınırlı konular için hüküm buluruz; kısas, hırsızlık ve zina gibi… Yani Kuran bir ceza kanunu inşa edemeyecek kadar az ceza maddesi barındırır içinde. Hadis’e müracaatla bir ceza hukuku oluşturmak istediğimizde ise Hazret-i Peygamber’in o cezaları ebedi ve evrensel hükümler olarak değil, 7. yüzyıl konjonktürünün zorunlulukları doğrultusunda ve çoğu cahiliye kuralının bir devamı olarak tesis ettiğini ve bu kuralların pek çoğunun çağımız için ilgisiz olduğunu görürüz. Elbette ki Hazret-i Peygamber’in örnekliğinden çok şey buluruz hadis’te. Fakat bu kuralları harfiyen tekrar ederek değil, o kuralları tesis eden bütünlüklü ruhu anlayarak bu örneklikten faydalanırız.

Fakat eğer derdimiz Kuran bir ceza kanunu kitabı çıkarmak değil de, ceza kanununu yazacak hukukçuya bütünlüklü bir mantık ve ruh aktarmaksa Kuran bu mantığı ve ruhu inşa etmekte yeterli diye düşünüyorum. Ve bu mantık ve ruh bizi çağımızdan da öteye taşıyabilir. Kuran’ın pek çok suçta vurguladığı üç müeyyide (köleyi özgürleştirme, fakiri doyurma ve oruç tutma) bizler için modernitenin ötesine geçerek ve Foucault’nun Hapishane’nin Doğuşu’ndaki eleştirilerini de dikkate alacak şekilde, ceza kanununu inşa ederken, toplumun özgürleşmesine, eşitleşmesine ve manevi terbiyesine dikkat edecek bir mantıkla sorunlara yaklaşmasına teşvik eder. Yani Kuran’ın suçları cezalandırırken gözettiği mantık bugünkü hapishane cezasından çok daha farklı yollarla ceza sistemini ele almaya teklif eder.

Kuran kendi beyanıyla misaller ve örnekler verir, bize bir anayasa vermez. Fakat bir anayasa yazacak hukukçuya bazı misaller verir (mesela şura prensibi). Kuran bu misalleri sanatkarane ve hikmetle işler. Ve hukukçudan yaratıcı bir düşünce çabasıyla bu misallerin arkasındaki mantığa ve ruha nüfuz etmesini ve kendi çağının hukukunu bu misaller eşliğinde özgür bir vicdanla tesis etmesini ister. Hazret-i Peygamber’in hadisleri ya da ilk halifelerin icraatları da böyleydi. Onların yarattığı hukuk Kuran’ın ilhamıyla özgür vicdan ve muhakemenin beraberce çalışmasının ürünüydü. Fakat ne yazık ki hadislerin ve ilk halifelerin hukuku donduruldu, mutlaklaştırıldı ve sonuçta günümüzde birçok kişi için İslam çağın sorunlarına yanıt veremez bir hale dönüştü.

Osmanlının hakim olduğu tarım toplumları için hadis hukukunun hala bir güncelliği vardı. Ve o çağlar için bir barış vizyonu sunuyordu. Fakat Aydınlanma, Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi, İnternet Devrimi, Küreselleşme derken İslam hukukunu ve Kuran okuma ve ondan hukuk türetme eylemini daha önce hiç düşünülmemiş bir tarzda düşünmeye mecbur kalıyoruz. Ve aslında bu mecbur kalış, Kuran’ın edebiyatıyla ve belagatıyla okunduğunda mucizeliğini, evrenselliğini ve çağlarüstülüğünü görmemize vesile oluyor. Hadis büyük oranda Hazret-i Peygamber’in yaratıcı içtihadının ürünüdür. Fakat indiğinden on dört yüzyıl sonra bile bize ışık tutabilen Kuran bir beşer kelamı olamaz.    


*Öne çıkan görsel: https://pixels.com/featured/watercolor-scales-of-justice-dan-sproul.html

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir