Milliyetçilik Üzerine (2)

2013’ten beri süren çatışmasızlık hali Suruç’taki IŞİD’in intihar saldırısından sonra hızla düşük yoğunluklu savaş haline dönüşüyor. O tarihten bu yana yani IŞİD’in sınırda bir Astsubay’ı katletmesi ve PKK’nin Yüksekova’da iki polisi katletmesi peşinden operasyonlar başlamış, bombardımanlar, tutuklamalar ve ölümler birbirini takip eder olmuştur. IŞİD yaptığı iki eylemle ülkedeki çatışmasızlık sürecine son vermiştir. Aslında IŞİD bir müddet önce kendisine karşı başlatılan operasyonları ülkenin derin ‘Milliyetçi’ duygularını uyandırarak başka hedefe yönlendirmiştir. Ne demek istediğimi merak edenler Foti  Benlisoy’un bir müddet önce yazdığı şu yazıya bakabilirler. http://fotibenlisoy.tumblr.com/  “Memleketteki IŞİD sevgisi: Sadece vicdansızlık mı?”

“IŞİD’in Türkçe yayımladığı “Konstantiniyye” adlı derginin 2. sayısında yer alan “Erdoğan’ın Kürt Devleti” başlıklı yazı, bu tutumun bir örneği. Yazı derginin önsözünde, ‘son dönemde garip tavırlar sergileyerek İslam devletini karşısına almak isteyen Türkiye devletinin PKK’ya verdiği destek ve tavizlerle bölünmeye doğru yol aldığını izah etmeye çalıştık’ sözleriyle tanıtılıyor.”

Yukarıdaki paragraf IŞİD’in ülkenin ana kaygısını nasıl kaşıdığını ve o iz üzerinden kendisine nasıl taraftar toplamaya çalıştığını çok net bir şekilde ortaya koyuyor.

Şu anda her an ölüm haberleri ile karşı karşıya kalıyoruz ve işin doğrusu yapılan savaşta son derece kötü ve aşağılık yöntemlerle devam ediyor. Örneğin karısının ve kızının yanında öldürülen bir Yüzbaşı var ya da bir gün önce öldürülen bir kızın cenazesini yakınları ve arkadaşları Cem evinden çıkarıp defnedemiyor. İşin doğrusu hiç kimse, hiçbir inanç, ideoloji, örgüt ya da devlet böyle bir savaştan karlı çıkamaz. Bu yöntem hepimizi bir gayya kuyusuna çekiyor ve bizler kendi sonumuzu hazırlıyoruz.

Bir önceki Milliyetçilik yazımızda, dört tane anahtar kelime olduğunu söylemiştik, bunlar İhanet, Düşman, Uygarlık ve Yurt kelimeleriydi. Bunlara bir tane daha ekleyelim bölünme, bu kelime memleketin eğitim kitaplarında pek dile getirilmemekle birlikte entelijansiyamızın en çok kullandığı kelimelerden biridir ve bizim korkularımızı besleyen ana damardır.

Osmanlı’nın gerileme dönemlerinden itibaren Türk aydını ve askerini ele geçiren yok olma korkusu, yeni bir yurt kurma ve o ülkeyi ‘uygar’ dünyada layıkıyla temsil etme endişesi ile arayışlar içine girmişti. O nedenle Milliyetçi söylemde Anadolu Türk’ün hep son kalesi, son yurdu olarak görülmüştür, buradan da atılarak yok olma korkusu çok etkili olmuştur. Ama bu hedefi kurabilmek için bir teoriye ihtiyaç vardı. İşte tamda o sıralarda bir Fransız imdada yetişmiştir. Leon Cahun, aynı zamanda bir kütüphanede müdür yardımcılığı yapan bir edebiyatçıdır ve ‘1873 yılında Paris’te yapılan 1. Oryantalistler kongresinde verdiği konferansta kıyılarında prehistorik bir Türk halkının yaşadığı, eskiden var olmuş bir Orta Asya denizi varsayımını ortaya atmıştır. Bu deniz kuruyunca, Türkler bir Avrasya haritasında gösterilen yollar boyunca göç etmişlerdir. Leon Cahun’un bu varsayımlardan çıkardığı sonuçlar Türkler için baş döndürücüydü:

Türkler Isık-Kul’dan Avrupa’nın kuzeyine, Aryenlerin gelişinden o kadar önce gelmişlermidir ki, onlara kıyasla bölgenin yerli halkı sayılabilsinler? (….)

Eski Etrüskler ile Türkler arasındaki dil ve tip benzerlikleri düşünülür, Etrüsklerin Alpler’deki Retlerle aynı dili konuştukları ve o halde kuzeyden gelmiş oldukları göz önüne getirilirse, söz konusu sorunun giderek öne çıktığı anlaşılacak ve bunu çözümlemek için gerekli öğelerin bir bölümünün hangi yönde aranması gerektiği görülecektir.

(…..) Avrupa’ya ilk gelen Turani halkların Türkler olduğunu böylelikle saptayabiliriz; Doğu Asya’nın kuzeyine doğru çıkanlarda aynı halklardır.

220px-leon_cahunBu birkaç cümlede, sonraları çok genel biçimde yayılan, Adriyatik’ten Çin denizine kadar uzanan Türk dünyası imgesinin ilk dile gelişini görebiliriz.’ 1

“Leon Cahun aynı dönemde ‘Fransa’da Ari dillerinden önce kullanılan dilin Turani kökeni’ başlıklı bir konferansta verdi. Bu konferansta ses birimlerinin karşılaştırılmasına dayanan görüşlere rastlanmakta, yazar Aral Hazar havzasındaki yer isimleriyle bazı Fransız yer adları arasında akrabalık kurmaktadır. Doğruluğu oldukça tartışmalı olan bu metnin 1931’de yapılan Türkçe çevirisi ve Kemalist tarih yazımının kuruluşundaki temel yapıtlardan biri olan Türk Tarihinin Ana Hatlarına Giriş içinde yayımlanması ona özel bir önem verildiğini göstermektedir. “ 2

  1. Yüzyılın sonuna doğru Ruslar Türkistan’ı işgal edip sömürgeleştirmeye başladılar. Bu sömürgeleştirme sırasında bölgedeki Türkler Osmanlı halifesine dayanışma çağrısında bulunuyorlardı. İşte tamda bu Osmanlı içinde bir yandan da dış Türkler meselesinin görülmeye başlandığı zamanlardı. Bu sıralarda Orhun anıtları keşfediliyor ve metinler çözümlenmeye başlanıyordu. Bu konudaki en önemli çalışmayı 1896 yılında Wilhelm Thomsen yapmıştır. Leon Cahun bu çalışmayı da içine alacak şekilde kendi kitabının içine koyar.

“Cahun yazıtlardan, sonraları Türk tarihçilerinin de çıkaracakları sonuçlara varır ve söylemin bugünkü Türk ders kitaplarının söylemiyle yakınlığı, eski Türklerin yüceltilmesinde kullanılan formüllerin benzerliği çarpıcıdır: Adalet duygusu, kadın-erkek eşitliği, örgütlenme, hiyerarşi ve disiplin ruhu. Yazıtlardaki metinler, bugünkü ders kitapları yazarları gibi, Cahun’ü de ‘ulusal duygulardan’ söz etmeye götürür.

Burada özel bir ulusal onur duygusunun, bir tür dar, ama bir diğer açıdan çok çağdaş yurtseverliğin, başka bir hedefi bulunmayan, kendi içinde bir amaç olan ve ifade edilmekten başka karşılık beklemeyen askeri saygınlık duygusunun filizlendiğini görüyoruz. (…) (Türk’te) kabile duygusu ne denli zayıfsa, birlik ulus duygusu da o kadar güçlüdür ve askeri disiplinle ortaklaşa kazanılmış zaferlerin yarattığı gelenekle durmadan gelişmektedir. Bayrak tapıncı, önce Türk, sonra Moğol isminin kutsanması, şovenizm buradan kaynaklanmaktadır.” 3

Görüldüğü gibi Türkçülük akımının ilk teorisi bir Fransız’ın yaptığı çalışmalarla ortaya çıkmıştır. Aslında tam o yıllarda Türkçülük konusunda çalışmalar yapıp, Batıda yükselen Türklük karşıtı görüşlere karşı çıkan bir diğer kişide İstanbul’a sığınmış ve Mustafa Celaleddin ismini alarak Müslüman olmuş Polonyalı göçmen Constantin Borzacki’dir. Şöyle diyordu.

“ Türk ulusu sıradan bir ulus değil, uzun ve zaferler dolu bir geçmişin ve nedeni bilinmeyen bir sarsıntının ardından, çifte su verilmiş enerjisi ile bir yenilenme öğesi sağlayabileceği coğrafi koşullara Tanrı’nın yerleştirdiği Yafetik ( Kafkas ötesi ) bir çekirdekti” 4

Bu ilk Türkçülük üzerine çalışmalar yapanlardan sonra 20. Yüzyıl başlarında üç önemli isim ortaya çıkıyordu. Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Zeki Velidi Togan, bu bahsettiğim kişiler, Osmanlı’nın yıkılışı ve kurulan yeni Türk Cumhuriyeti’nin günümüze kadar gelen ideolojisinin kurucuları olmuşlardır. İşin ilginç tarafı bu kişilerden Ziya Gökalp her ne kadar kabul edilmese de Kürt asıllıdır. Diğerleri ise Rusya’dan Türkiye’ye göç etmiş dış Türklerdendir.

Buraya kadar görüldüğü gibi memleketteki Milliyetçi ideolojinin temelini atanların etnik ve kültürel olarak ‘Türklükten’uzak olduğu görülüyor. Bu örnekler bile bu ülkede neden ırka dayalı bir milliyetçiliğin yapılmaması gerektiğini zannediyorum çok iyi anlatıyor.

Bu ekip Türk Milli Eğitimindeki Tarih ders kitaplarına damgalarını vurmuşlardır. Gerçi Zeki Velidi Togan sonradan Bolşevik olmakla suçlanmış ve memleketi terk etmek zorunda kalmışsa da bu üçlü önemlidir.

Peki bu ilk dönmede ortaya atılan ve yaklaşık 1970’lere kadar birkaç nesile Tarih kitapları vasıtasıyla aktarılan Türk tarih tezi kısaca nedir, ne yapılmaya çalışılmıştır.

Neolitik çağda yapılmış bir göçten bahsetmektedir, her nasılsa çölleşen bir coğrafyadan Türkler İrlanda’dan, Malezya’ya kadar bir alana göçler gerçekleştirmişlerdir.  Gittikleri her yere medeniyet götürmüşlerdir. Kendi benliklerini hiç kaybetmemişlerdir. Birçok devlet kurmuşlardır. Ders kitaplarından biraz örnekler verecek olursak;

“İklim değişmesi anayurtta kalan Türklerin tarihleri ve yaşayışları üzerinde de belli başlı şu tesirleri yaptı:

  • Türk ırkının bir kısmını göçebe hayatla yaşamaya mecbur etti. Göçebelik Türk tarihinde iklim değişmesi neticesi bir zaruret oldu.
  • Türk yurtlarının bir kısmının bozkır haline gelmesi Türk ırkını hayati, iktisadi menfaatleri birbirinden farklı, zıt bulunan şehirli ve göçebe olarak iki zümreye böldü.” 5

Dikkat edilirse göçebe yaşamı olan kuraklığa bağlayan bir anlayış var. Yani Türkler o kuraklık olmasa göçebe yaşamazlardı demeye çalışıyorlar. Çok önemli yerleşik bir medeniyet olduğumuz iddiasını bu paragraflar bile iç.inde barındırıyor.

“ MÖ en az 7000 yıl önce Çin’e giden bu Türklerin bıraktıkları sanat eserlerine ve yazılara göre Çin yerlilerinden çok üstün bir medeniyet sahibi oldukları (…) Medeni, yüksek ahlaklı, ve saf Türkler orada asırlar ilerledikçe medeniyeti daha ileriye götürerek son asırlara kadar yeryüzünün en ehemmiyetli  medeniyetlerinden biri halinde saklamışlardır.” 6

“Diğer bir kısım göç dalgalarıda yüksek Himalayalrın geçilmez sarp dağlarla Anayurttan ayırdığı geçilmez Hind’e biri Şimaligarbi de, diğeri Şimailişarki de olmak üzere iki koldan indi. Burada da yerlilerin medeniyeti yoktu, tarihten evvelki zamanlarda burası maymun sürülerine benzeyen kara derili insan kümeleriyle doluydu. Türkler bunları cenuba sürerek  Hind’e yerleştiler ve bugün yeni yapılan araştırmalarla Harappo ve Mohenjodaro’da eserleri ortaya çıkarılan yüksek medeniyeti kurdular.”7

“Türklerin bir kısmı Suriye ve Palestin yolu ile Mısır’a gitmişlerdir. İberlerde aynı yoldan gelmişler ve Afrika’nın Şimalini dolaşarak İspanya’ya gitmişlerdir. Şimal yolundan gidenler Karadeniz’in şimalinde, Tuna boylarında ve Trakya’da yerleştiler. Daha sonra bunlardan bir kısmı Makedonya, Teselya ve Yunanistan’a inerek oraya yerleştiler. Yine Tuna boylarına ve Trakya’ya yerleşen Türklerden bir kısmı Çanakkale ve İstanbul boğazlarından geçerek Anadoluya garp yolu ile girdiler”8

“Türkler Mezopotamya’ya indikleri vakit ırmak boyları henüz bataklık idi. Burada kanallar açarak fazla suların zararını gideren, toprağı arklarla sulayarak parlak bir medeniyet yaratan Türkler olmuşlardır. Bu yaptıkları işler onların anayurttan çıktıkları zaman medeniyetçe ne kadar ilerlemiş olduklarını gösterir. Bir yandan Dicle, Fırat, öte yandan Kerka ve Karun ırmakları boylarında ve ağızlarında kurulan ve güzel sanatlar, cemiyet hayatının ilerleyişi bakımından çok verimli olan medeniyete Sümer Elam medeniyeti denir.” 9

Görüldüğü gibi ortaya konulan Türk Tarih tezi bütün bir Dünya medeniyetinin kurucularının Türkler olduğunu iddia etmektedir ve bu tez1931 yılı ile 1945 yılı arasında yetişen bir nesli yani 1960 ile 1980 yılları arasında Türkiye entelektüel hayatına yön verecek olan bir nesli yetiştirmiştir. Bu iddia önce bu şekilde devam ederken özellikle Atatürk’ün ölümü ile birlikte yerini Anadolu medeniyet tezine bırakmıştır. Bu kadar kusursuz ve medeni ataları olduğu dikte edilen bir nesil ise kendisinden sonra gelenlere bunu aşılamışlardır.  Aslında ‘damarlarımızdaki bulunan asil kanın’ teorik yönü öyle bir işleniştir ki, bizler bunun Milliyetçilikten ziyade ırkçılık olduğunu bile çözemedik. Irkçılığı, Yurtseverlik zannettik maalesef.

1) Etienne Copeaux Tarih Ders kitaplarında, Türk Tarih Tezinden, Türk İslam Sentezine s.33

2) Etienne Copeaux Tarih Ders kitaplarında, Türk Tarih Tezinden, Türk İslam Sentezine s.35

3) Etienne Copeaux Tarih Ders kitaplarında, Türk Tarih Tezinden, Türk İslam Sentezine s.37

4) Etienne Copeaux Tarih Ders kitaplarında, Türk Tarih Tezinden, Türk İslam Sentezine s.32

5) Etienne Copeaux Tarih Ders kitaplarında, Türk Tarih Tezinden, Türk İslam Sentezine s.65

6) Etienne Copeaux Tarih Ders kitaplarında, Türk Tarih Tezinden, Türk İslam Sentezine s.65

7) Etienne Copeaux Tarih Ders kitaplarında, Türk Tarih Tezinden, Türk İslam Sentezine s.65

8) Etienne Copeaux Tarih Ders kitaplarında, Türk Tarih Tezinden, Türk İslam Sentezine s.65

9) Etienne Copeaux Tarih Ders kitaplarında, Türk Tarih Tezinden, Türk İslam Sentezine s.65

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir