Müslüman Kalmak Politiktir! (4)

“Bir olalım, iri olalım, diri olalım” Hünkar Hacı Bektaş Veli

“Eğlenmen! Rum’a varın!”  Hoca Ahmet Yesevi

“Ya Hacı Bektaş Veli, işte nasibini aldın. Sana beşaret olsun ki, Kutbu’l-aktab’lık mertebesi senindir ve kırk yıl hükmün vardır. Şimdiye kadar bizim idi. Bundan böyle senin olsun. Zaten bizim de intikal vaktimiz geldi. Haydi  git, seni Rum’a saldım ve Rum-abdalları’na seni baş kılıp ser-ceşme eyledim!”

Hoca Ahmet Yesevi, Velayetname-i Bektaş Veli

“Sulhu sağlamayan amel salih değildir.”  Musa Akbal

“Kimiz biz Türkler? Tatmin edici bir kimlik şöyle tasrih edilse gerek: Biz Türkler Tanzimat öncesinde Osmanlı Devleti’ne araç vermeyen kişiler olduğumuz kadar devlet sınıflarını şer’i gerekçelerle muaheze edebilenleriz.” 

İsmet Özel

İlk üç yazıda kabataslak bir tarih okuması üzerinden ilkesel noktalardan yaklaşan bazı çıkarımlar yapmaya çalıştım. Yazı serisinin genel seyri içerisinde bakıldığında tarihsel olarak en tartışmalı ve “kirletilmiş”, karanlık bir döneme sıra gelince ara vermek durumunda kaldım. Zira öncelikle Müslüman toplumların özellikle de Anadolu coğrafyasını yurt edinmiş bizlerin Müslümanlığı bahsine gelmek için klasik dönem olarak tanımlayabileceğimiz Abbasi ve Emevi sultanları döneminin üzerinden geçmek ve fıkıh geleneğinin asli duruğunu resmetmek gerekiyordu. Bu dönemde olan biten olayları tanımlarken de yarılmaların ve ayrışmaların temel nedenlerini anlatmak gerekiyordu. Zira, bu toprakların İslamlaşma serüvenini anlamak için çeşitli itekleyici/tetikleyici nedenlerle buralara yönelen Türki topluluklara ulaşan İslam’ın nasıl bir şekle evrildiğini görmeden buraya doğru akan dalganın fotoğrafı havada kalacaktı. Elbette ki bu dönemler için ciltlerce kitaplar yazıldığını ve sadece bir makale ile konunun detaylı anlatımının imkan dahilinde olmadığının farkındayız. Bu bağlamda her ne kadar ciddi bir tartışmayı es geçmiş olsak da özet anlatımlarla tarihi süreci kısaca aktarıp yazı dizisindeki esas mesajımızı ortaya koymaya çalışacağız.

Mevali isyanlarıyla Emevi saltanatını devralan Abbasi sultanlığı, görece olarak daha katılımcı ve cömert bir şekilde ancak yine kirli hesapların döndüğü bir liderlikle İslam coğrafyasına egemen oldu. Zaman içerisinde özellikle Mevalilerin çevrelerde kurduğu devletler (Harezmşahlar, Gazneliler, Tolunoğulları, Fatımiler, Kölemenler, Samanoğulları, Karahanlılar, Delhi Sultanlığı vb.) nedeniyle otoritesi günden güne zayıfladı. Bu tarihlerde özellikle Orta Asya’ya dönük akınlar ve Talas savaşı sonrasında (Çin devletini iç savaşlar nedeniyle zayıflaması da etkili olmuştur.) yayılması Sogdiyan (Maveraünnehir), İran ve Hindistan’da bazı devletlerin ortaya çıkmasına imkan tanıdı. Bu devletler halifenin meşruluğunu hafifseyen merkezi otoritenin dışında canlı bir etkileşim alanı kurabilen yapılardı. Tarihin bir cilvesi olarak Oğuz boylarından olup sürülen Selçukiler, halifeye(!) mutlak biat edip Samanoğulları, Gazneliler ve Karahanlılar arasından sıyrılarak Selçuklu Devleti’ni kurdular. Anlı şanlı Gazneli ordusunu Dandanakan savaşında yendikten sonra Abbasi halifesinin armağanı olan Sultanlık unvanına nail oldular.

Sonrasında “fetih” sosu verilmiş olan bir talancılıkla, sultancı zihniyeti mecz ederek büyük bir imparatorluğa dönüştüler. Ancak ilk üç yazıda da görüleceği üzere Müslümanlığın tarihinin ve politik tavrının başka bir ana damardan seyrettiği kanaatindeyiz. Bu ana damar; meşvereti, ilim için serdedilen tecessüsü/hakikat arayışını, irfanı, düzenin ihdasını, paylaşmayı ve marifeti gözeten bir seyirle buralara kadar ulaşabildi. Tabi bu durumun tarihsel anlamda etkileyici unsurlardan ve dönemsel iktidar boşluklardan dolayı oluşabildiğini ayrıca görmek gerekiyor. O döneme (10.yy.-13.yy.) ait kabataslak bir siyasi okumayla özellikle Anadolu coğrafyasındaki hareketlenmeler ve oluşumlar rahatlıkla bir yerlere oturacaktır. Bu anlamda yapılacak yorumları ve dipnotları tarihçilere bırakmanın faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Öncelikle Müslüman kalmanın, politik tavır alışta neye tekabül ettiğini görebilmek için o dönemin en dikkate değer unsuru olan “Türk aklını” ve Müslümanlık yorumunu masaya yatırmak durumundayız. (Burada Türk kavramını bir ırk olasında ziyade tarihsel bir rol olarak ele aldığımızı ve bu rolün, bir halkın karakteristik özellikleriyle birlikte şekillendiğini şimdiden söylemeliyiz.) Ulus devlet anlatısı ile kirletilmiş olan tarih okumasına muhalif olanların ilk kalemde Orta Asya’dan gelen bu halka dair tüm yorumları faşizm olarak okuma reflekslerini anlamak ve kabul etmemekle birlikte bir devlet tarihi yazımı heveslisi olmadığımızı açıkça beyan etmek durumundayız. Zira yapacağımız yorumsamanın iktidara hizmet etmemesi gayretini en başında beri gözetmeye çalışıyoruz. Türkler için söyleyeceklerimizden bu yorumun çıkmamasını özellikle ümit ediyoruz.

Türk aklı dediğimiz şey, (ki Türk kelimesinin icat edilmiş bir şey olduğu ve aslında Türkmen denmesi gerektiğini söyleyen görüşe ayrıca saygı duyuyoruz.) tarihçilerden edindiğimiz bazı verilere göre farklı bir dinamizme sahip görünmektedir. Muteber tarihçiler ve antropologlar Türklüğü tanımlarken ırk vurgusunu benimsemezler. Belli bir soy asabiyetinden türeyen bir tavır olduğunu reddederler. Zira farklı ırklardan olmalarına rağmen Türk olarak kabul edilen birçok kavme rastlamaktayız. (örneğin Kırgızlar) Ortak özellikler arandığında en dikkate değer yorum olarak; Türkün Türkçe konuşanlar olduğu söylenir. J. P. Roux, Türklerin Tarihi kitabında şöyle der: “Türk, Türkçe konuşandır. Bu ölçüt asla etnik değildir. Türklerin ilk kolunun belirgin bir ırkın özelliklerini taşıdığı doğrudur. Ama bu antropolojik niteleme ayırıcı özelliğini hemen kaybetmektedir.”

Burada dil vurgusu ön plandadır. Dil bize ne imkanı tanır? Türkçe “medeniyet” dillerinin aksine konuşması ve kelime türetmesi kolay bir dildir. Bilindiği üzere sonradan eklemeli oluşu, sade yapısı, hemen hemen bütün alfabelere uyumlu bir görünüm arz etmesi ve şiire/manilere fazla müsait olması büyük bir avantaj olarak görülmektedir. Türkler gittikleri her yerde (ki Asya’da ve Avrupa’da savaşmadıkları topluluk çok azdır.) farklı alfabeleri kullanmakla birlikte kullandıkları dilin kolaylığı nedeniyle rahatlıkla diğer toplumlarla kaynaşabilmişlerdir. Anlatmak istediklerini basitçe anlatabilecekleri bir şiir geleneğine sahip olmaları, yazılı metinleri önceleyen klasik medeniyet havzalarındaki halklarla kaynaşmalarını kolaylaştırmıştır.

Müslümanlığın Orta Asya’daki dikkate değer bir role sahip olması Fergana ekolünden yetişen biri olan Yesi’li Xace Ahmet’in Türkçe irşat yapmasıyla başlar. Bu durum Hanefi-Maturidi geleneğini benimsemiş olmasıyla da doğrudan alakalıdır. Xace Ahmet Türkçe ibadete cevaz veren Hanefiliğin açtığı alanı etkili bir şekilde kullanmıştır. Çalması ve imalatı görece olarak kolay olan müzik enstrümanlarıyla halk arasında tedavülü kolay olan şiir, Orta Asya bozkırlarında İslam’ın hızla karşılık bulmasına vesile olmuştur. Moğol yükselişi nedeniyle başlayan göç dalgası, tamamen halkın kontrolünde olan sözlü anlatı imkanının Anadolu’ya taşınmasına ve bu topraklarda karşılık bulmasına imkan tanımıştır. Kanaatimiz o dur ki Türklüğü İslam’la birlikte başlatan ve şiirin ve sözlü (ayrıca yaşanan/dinamik) anlatımın önemini sürekli vurgulayan İsmet Özel’in iktidarların eline geçmeyen son kale olarak bu alana işaret etmesi boşuna değildir. Zira şiir, iktidarların temellük edemediği hali hazırda yegane şeydir. Hala Suriye’de yaşanan dramı en güçlü şekilde yıkık duvarlara yazılan şiirlerle anlamlandırabilmekteyiz.

İkinci dikkate değer karakteristik özellik olarak Türklerdeki soy asabiyetinin kırılganlığı, mecliste alınan kararların gücü ve kadının diğer toplumlara nazaran köleleştirilmeyip boy içindeki güçlü konumunu meşveret kültürüne bağlayabiliriz. Türkler diğer toplumlara nazaran lider saplantısı içinde olmayan bu anlamda değişimlere açık olan ve karar süreçlerine kadınlar dahil herkesi katmaya çalışan bir yapıdadır. Boyun yönetimine ortak olabilecek olanların boğdurulması, bize yönetimde olanların tabandaki meşruluk anlamında asaletlerinin zayıflığını gösterecek nitelikteki bir veridir. İtaat kültürünün yüceltilmesi bahsi ise savaş anında bir olmanın ve diri olmanın genelin kazanımı için anlamlı olmasıyla ilişkilendirilebilir. Buradan rahatlıkla meşveret bahsini öne çıkarabiliriz.

Sultanlar döneminde Mezopotamya, İran ve Mısır bölgesinde kadınlar toplum içinde zamanla ikincil bir duruma itilmişlerdir. Ancak Türk toplumlarında bu tutum mekes bulmamıştır. Xace Ahmet için anlatılan bir menkıbede, mescidinde kadınlarla beraber halka olunması adeti nedeniyle Fergana yöresi alimleri tarafından eleştirildiği ve gizlice teftiş için birinin gönderildiği yazılır. Menkıbede bu yerginin Hoca’nın kerametiyle anlamsızlaştırıldığı da anlatılır. Bir kabın içine konulan pamuk ve mum hiçbir şekilde yanmadan Hoca’nın mescidini teftiş için eleman gönderenlere iletilir. Menkıbeden anlaşıldığına göre bu tartışmalar en azından bir dönem için durulmuştur. Sonrasında Yesevi geleneğin bu adeti devam ettirdiğini hala bilmekteyiz. Yesevi meşrep meclislerinde kadınlar ve erkekler beraber cem eder ve güncel konuları beraber istişare ederlerdi. Anadolu Ahileri de bu adetleri nedeniyle özellikle Mevleviler tarafından ağır şekilde eleştirilmişlerdir. Peygamberin mescidindeki sünnete hiç de aykırı olmayan bu adet bizim için önemli bir noktaya işaret etmektedir. Kadınlar toplumun yarısını oluştururken sessiz bırakılmamalıdır.

Boy Beyinin rahatlıkla değişebilmesi de toplumun menfaati için en doğru karar kim ise onun öne çıkmasına imkan tanımaktadır. Soylular, Türk toplumunda dokunulmaz olmamışlardır. Bu da günümüzde demokrasi olarak tanımlanan halk kararının boy içindeki etki alanını gösterir niteliktedir.

Üçüncü bir bahis olarak “düzencilik” şeklinde tanımlayabileceğimiz noktaya değinebiliriz. Türk toplumu, sükuneti ve düzeni gözetir. Bunun için devleti kontrol etmeyi de görev sayar. Eğer devlet bozgunculuk yaparsa düzeni kendi ihdas ettiği kurumlarla sağlamaya çalışır. Anadolu coğrafyasında tesis edilen ve gücünü halktan alan otonomik yapılar yüzyıllar boyunca iktidara karşı cephe almışlar ve paylaşım kültürlerini bozan temerküz zihniyeti ile mücadele etmişlerdir. Sükuneti ve adaleti sağlayacağına inandıklarında ise yöneticiden yana saf tutmuşlardır. Ö. L. Barkan’ın meşhur Kolonizatör Dervişler makalesinde değindiği ve komünist gibi yaşarlar dediği çoğunlukla Bektaşimeşrep olan Türkmenler, yağmacılığın ve düzensizliğin kol gezdiği ücra köşeleri mesken tutarak hem sonradan gelenler için hem de yerleşik nüfus için dirlik sağlamışlardır. Ayrıca şehirlerde hızlıca yayılan Ahiler, ekonomik hayatın temerküz zihniyetinin çıkarına işlemesine engel olacak, tabir yerindeyse paralel bir iktidar alanı oluşturmuşlardır. Bu örneklerin Türk aklındaki düzencilik ile bir bağı olduğu kanaatindeyiz. Bu örnek verdiğimiz yapılar imparatorluk temerküzü motivasyonu ile önce Selçuklu ve Moğol devletleri tarafından hırpalanmış, sonrasında Osmanlı devleti eliyle ortadan kaldırılmış ya da kontrol edilebilir noktaya çekilmiştir. Günümüz itibarı ile halkın düzeni tesis imkanı maalesef sadece dört yılda bir önüne konulan sandıklara tahvil edilmiştir.

İslam’ın ikinci koşusunu yaptığı kabul edilen Türkler’in mirası üzerinden konuya devam edeceğiz. Yine ayrıca vurgulamak gerekiyor; Müslüman kalma bahsinde geçmişte yaşanmış bir tecrübenin ve tavrın içinden güncele dair bir yorum ve ilke çıkarabilmek için Türklerin yaptıklarını masaya yatırıp tarihsel rollerini ortaya dökmeye çalışıyoruz. Sanırım bir süre daha bu izlek üzerine devam edeceğiz.

İşleri en doğrusunu Allah bilir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir