Neden Canavarlara Aşık Oluruz?

Son dönemin meşhur dizilerindeki bir sahneyle bolca kavga ediyorum kendi çapımda. Başrol oyuncusu yakışıklı jönümüz gitmeye çalışan kızı kolundan tutup çekiştirerek gitmesine izin vermez. Başrol oyuncusu güzel kadın da biraz kızmakla beraber daha çok aşık olur yakışıklı jöne. Yıllardır çoğu filmde, kitapta, dizide baş karakter olan zorba erkeklere aşık olur kadınlar. Belki biz böyleyizdir, belki de ısmarlanmıştır bize bu hayatlar. Bu aşk, “koruyup kollayacak” erkek arayışı ile doğrudan alakalı olur genelde kurgularda. Bu kurguların kadın karakteri de ağlak, naif ve zarif kadınlardan oluşur (Hayır, burada ağlamanın kendisi kötülenen unsur değil fakat ağlamayı bir kalkan olarak kullanmanın, çözümü sürekli başkasında aramanın kendisi kötüleniyor.).

Hobbes, Leviathan kitabında kaostan kurtulmak isteyen topluluğun kendileri için bir düzen koyucu olarak Leviathan’ı ortaya çıkarmalarını doğal seleksiyonun bir parçası olarak kabul eder. “İnsan insanın kurdudur” sözüyle, bireysel korunma güdüsünün ve toplumda kendi iç denetimini kuramayan insanların daimi olarak birbirleriyle savaşmalarının zorunlu olduğunu söyler. Onun için düzene, herkesin üstünde otorite kuracak mutlak bir egemene yani Leviathan’a ihtiyacımız kaçınılmazdır.

Birçok kurguda (belki de gerçek hayattan da izler taşıyan bu kurgularda) kadın, kurtların arasından kendi kurdunu seçme ve evinin direğini, koruyup kollayan mutlak otoritesini bulma telaşı içinde kendine bir canavar seçer ve onu aşkla kutsar.

Peki bu kurgunun, bu arzunun handikabı nedir?

Herkes birbirini ezmesin diye hepimizi ezen bir canavar oluşturmak ya da kaostan düzene kaçmak için seçtiğimiz adamın hayatımızı daimi bir kaosa çevirmesi. Yemeğin tuzuna mı köpürecek? Manavı, market çalışanını mı kıskanacak? Bizi “korumak” uğruna kapıyı üzerimize mi kilitleyip gidecek? Yoldan geçen bir erkeğin bakışları yüzümüze değdi diye morlar mı açtıracak yüzümüzde? Kahramanımız bu sefer nasıl koruyacak bizi?

Aynısını devlet üzerinden de görebiliyoruz, bizi dış güçlerin şerrinden koruyacak karizmatik bir lider ya da güçlü devlet – güçlü millet! Halkının kendisine oy vermeyen %50’sini terörist ilan etmekten asla imtina etmeyen ve bunu ülkesini, vatandaşlarını sevdiği, halkın adamı olduğu için gerçekleştirdiğine inanmamızı isteyen bir reis var.

Erkekler karşısında Kadınlar veya Devlet karşısında Halk neden bir canavara sığınma ihtiyacı duyar?

Sorumluluktan bir nebze olsun kurtulmak ve iradenin ağırlığını hafifletmek olabilir mi? Düşünün, hayat için kendiniz tüm kavgayı vermektense, iradenizi cebren de olsa elinde tutan birinin sizin yerinize kavga etmesini istemek daha kolay görünmüyor mu? Tıpkı cennete gitmek için kendisi kafa yorup amel etmek yerine bir şeyhe ve hocaya sığınan mürit gibi. Geleneksel fıkıhta bize avam(halk)ın, alimlerin içtihatlarına göre amel etmesinin uygun olduğu ve kendi kendilerine din üzerine kafa yormamaları öğretilir genelde. Hatta geleneksel İslam kaynaklarınca kullanılan bir hadise göre; kadının basit amelleri yerine getirip, eşine itaat etmesi cennete gitmesi için yeterlidir. Bunun en basit anlatımı ise; Kur-an’la irtibatı olmayan, ayetler ve toplum hakkında kafasını yorması gerekmeyen, tefekkür etmesi beklenmeyen bir kadın demek.

Bu durum kadınlar için, iddia edilip öğretilegeldiği gibi gerçekten doğuştan gelen ve kadınlığın gerektirdiği, zorladığı bir sığınma güdüsü mü? Yoksa bu bizim hayatımızın her evresinde zihnimize ve bedenimize işlenen bir öğreti ve kurgusal bir gerçeklik mi?

Bir insanı her gün ama her gün, pek çok farklı yol ve yöntemle 15 yıl boyunca aklına işleyerek bedeninin zayıf olduğuna inandıramaz mısınız? Çok mu Black Mirror kokuyor? Hayır, hayır büyük komplo teorileri ortaya atmama gerek yok bu yazıda sizi ikna etmek için.

Kadınlar için kendilerini eksik hissettiren öğreti, aslında erkekler için de kendilerini eksik hissettikleri bir noktaya kadar geliyor. Sistem kadını eksiltirken, erkeğe fazla yükleme yapıyor. Rolünü kabul etmeyen kadın ya da erkek, toplum tarafından uyumsuz kişiler olarak kısmen dışlanıyor ya da ciddiye alınmıyor. Erkek Leviathan olmayı, kadın ise onu seçen ve aşkla kutsayan kişi olmayı kabullenmeli. İlişki içerisinde erkek evin dışında ama yönetici (tıpkı Leviathan’ın halkın içinden seçilip yönetici yapılması gibi), kadın da evin içerisinde fakat yönetme sürecinin dışında kalıp sadece tabi olmalıdır (halkın aslında yöneticilerini seçmesi fakat yönetmenin kurallarına dair söz sahibi olamaması gibi).

Bu yazıyı yazmamın tetikleyicisi olan birçok mesele var, bunlardan biri de kendi hayatımdaki zorluklar karşısında gösterdiğim tavır. Maddi ve manevi olarak en zorlandığım anlarda beyaz atlı prensi zihnime çağırıyor oluşum beni huzurla huzursuzluk arasında bir yerde konumlandırıyordu.

Selefi bir gelenekten beslenerek gelmenin iyi yanları da oluyor ara sıra. Mesela selefilikte aslolan kişinin kendi müçtehidi olmasıdır. Kişinin kendi müçtehidi olacak kadar dine vakıf olması gerekir. Bu sebeple selefiler, Peygamber dışında vazgeçilmez bir lider tanımazlar, hareket etmeleri ve iman etmeleri için onlara yol gösterecek bir kurtarıcı aramazlar. (Burada selefiliğin kendisi değil yöntemi övülmektedir.) 30 yıllık hayatımın büyük bir bölümünü bu müçtehitlik için emek vererek, dini öğrenerek geçirdim. Yalnız bu öğretinin çoğunluğunun erkek merkezli bir dini yorumdan geçtiğini anlamak da, son 5-6 yılım hariç benzer bir zamana tekabül etti. Son 5-6 yılımı selefilikten öğrendiğim müçtehitliği gerçek hayata uygulamakla geçirdim; kendi paramı kazanmak, kendi evimi idare etmek, kendi kurallarımı ve yaşayış biçimimi belirlemek, kendi sorumluluklarımı kimseyi ortak etmeden yüklenmek. Zorlanmadığımı asla söyleyemem, insanın bir takım şeyleri kendisi için yeniden inşa etme süreci madden ve manen oldukça zorlayıcı.

Çocukluğumdan beri kadın olarak çalışmak ve para kazanmak hayalinden dini referanslarla uzaklaştırılan koşullanmış zihnim ile, hayatın belki de sarsarak öğrettiği “kişinin kazandığı kendisinedir, hiç kimseye yaslanamazsın”ı tecrübe etmiş aklım kavgaya tutuşmak zorundaydı. Elbette bu, kimsenin kimseyle dayanışamayacağı ve herkesin yalnız kalmak zorunda olduğu bir tez değil. Yalnızca yaşamının devamlılığı için gereken tüm gücü, kendi kemiklerinde, kendi aklında, kendi bedeninde bulmalı insan.

Hem siyasette, hem ilişkilerde insanlar sorumluluk almaktan kaçındığı ya da var olan öğretilerle devam ettikleri sürece Leviathan’ın kılıcı hep boynumuzda asılı olacak. Halkın siyasete bir taraftardan ziyade bir katılımcı olarak iştirak ettiği ve insanların ilişkilerini tahakküm etme/edilme üzerinden kurmadığı, eşit sorumluluk ve eşit söz hakkı aldığı bir sisteme inanmak ise boynumuzu o askıdan kurtarmanın aracı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir