Nefes mi, Kültürel İktidar mı?

i.

Her ergen muhakkak ailesinden utanır bir gün. Aileden utanmanın psikolojik gerekçesini bilemem, belki sadece basit olarak ne olduğundan, kimliğinden utanmaktır mesele. Öyle ya, aile belli bir yaşa kadar görüp görebileceğin yegâne örnekliktir ve sen başkalarını tanımadan onları aşabileceğini dahi düşünemezsin. Ailenle birlikte başkaları ile temas ettiğin ilk majör olayda ise gösterdiğin tepki, oturmuş olmayan kişiliğinin de etkisiyle, ailenden utanmak olur.

ii.

“Coğrafya kaderdir” diyen her kimse çok doğru söylemiş. Güngören’de bir salondayız, bir arkadaşımla birlikte sahneye çıkacak sanatçıları bekliyoruz. Arkadaşım görece daha ekâbir bir semtin çocuğu. Salon hınca hınç, Belediyemizin kültür-sanat etkinlikleri gayet yerinde, çoluk çocuk toplanmış insanlar. Sanatçılar çıkıyor, alkış kıyamet kopuyor. Durulunca alkışlar, sanatçılar çalmaya başlıyorlar. Kalabalık icrayı biraz oynak buluyor olsa gerek, alkışlar tekrardan yükseliyor. Hafiften bir çiftetelli havası, fakat sanatçıların kimliğinden olsa gerek bu icrayı olağanüstü bir ciddiyetle sergiliyorlar. Alkışı takiben yaşlıca olanı kalabalığa bir bakış atıyor. Bakışı duyan kalabalık suspus oluyor; “Napıyorsunuz ulan, bi’ dursanıza!” diye içten içe kalabalığa söven ben, sanki bakış bana atılmış gibi kalakalıyorum. Dumur, utanç karışımı bir hissiyat. Yanımdaki arkadaşa bakıyorum göz ucuyla. Bir ergen olarak ailemden bir kere daha utanıyorum o gün.

iii.

Başka bir zaman diliminde, yine bir kültür merkezindeyim. Bu sefer müzik dinletisine değil, bir film gösterimine gidiyorum. Ergenlik bitmiş, aylaklık sona ermiş, esnek ve güvencesiz emek piyasasının bir neferi olarak kültür-sanat faaliyeti kovalıyorum. Şehirler farklı olsa da Büyükşehir’in burada da çalıştığı aşikâr. Öyle ki yer bulamıyorum, bir köşeye çekilip filmi bekleme derdindeyim. Oldukça şık bir abi muavin anonsu kıvamında filmi takdim ediyor. Halkımız ellerinde patlamış mısırlarla salona geliyor, ilk 10 dakika sürekli olarak perde önünden geçenler her seferinde dikkatimi darmadağın ediyor ama hafif bir tebessümle olayı takip ediyorum.

iv.

Film oldukça vurucu temalar etrafında şekillense de nedense hiç etkilemiyor beni. Modern dünyanın en önemli problemlerine dikkat çekiliyor, kapitalist sanayi toplumunun geldiği nokta, mültecilik meselesi, doğal veya doğaya ait olan her şeye düşmanlık salt Türkiye ölçeğinde baktığımızda bile dikkatimizi çeken problemler. Peki neden etkilenmiyorum filmden? Yoksa çok mu sekülerim?

Doğrusu modernizm eleştirisinin karşısına kurtuluş reçetesi olarak olarak ütopik bir primitif-tasavvuf yolu koyulduğu için film beni pek etkilemiyor. Kanımca bu film bir arayış veya bir yol hakkında değil. Daha ziyade önceden kaydedilmiş rehberli bir tur bu, hani müzelerde gezerken elinize tutuştururlar ya bir kulaklık, bir kayıtçalar. Ne gezmeye ne eserleri keşfetmeye gerek kalmaz. Önceden kaydedilmiş rehber size tatlı tatlı anlatır. Zihninizi keşif ve anlamlandırmak ile meşgul etmenize gerek kalmaz. Belki de yönetmen kendi karamsarlığından, en azından bireysel bir kurtuluşun imkanına açık kapı bırakarak kurtulmaya çalışıyordur diye düşünüyorum. Orası da fazla öznel olduğu için eleştirilemeyecek bir nokta gibi geliyor bana.

Filmin geçtiği distopik mekan belki etkileyici fakat anlatısı ikna edici değil. Mültecilik bugün modern Batı medeniyetinin en önemli sınavı, fakat filmdeki mülteciliğin kıstasları belli değil. Bir Afrikalı görmüyoruz, gözleri çekik bir kız çocuğu var mülteci kervanında, Arap bir kız çocuğu teste tabi tutuluyor ve anlamadığımız bir şekilde testi geçemiyor. Avrupa’nın Asya ve Afrika’ya düşmanlığı mı anlatılmak istenen? Veya mültecilik sınavını sadece modernist Avrupa mı geçemedi? “Sınır kapılarını açarız haberiniz olsun” diyen siyasetçinin makamında galasını yapan bir film için fazla devrimci buluyorum bu anlatıyı.

Biraz daha düşününce aklıma farklı sorular da geliyor. Modernizm eleştirisini kapitalizmin modern Batı dünyasından çıkmasından hareketle yapacaksak, bugün Müslümanların ona dört elle sarılmış olmasını nasıl açıklayacağız? Zihin dünyamızı iğfal edip, o özlemle andığımız Anadolu irfanımızı paramparça edenler gerçekten seküler Batı ve modernizm düşüncesi mi? Geçen gün eve aldığım bakliyatın modernist Batıdan ithal edilmesinin herhangi bir açıklaması mevcut mu? Peki organik fetişi ile olağanüstü paralar harcanan doğal ürün pazarının ayrı bir kapitalizm oluşturmasına ne diyeceğiz? Filmin gösteriminin yapıldığı şehirde Toprak Mahsulleri Ofisi binasının kültür merkezine çevrilmiş olması kaderin garip bir cilvesi mi?

Film bir kopuş hikayesi olmaya çalışmakla birlikte bunu başaramıyor bana kalırsa. Rahatı, hali vakti yerinde bir profesörün karşı tarafa, ötekine hicretini görüyoruz. Fakat bu kopuş anlatısında korkunç boşluklar var. Profesör esasında salt bilimsel bir meraktan karşı tarafa geçiyor ve geri dönmüyor. Acaba gerçek anlamda bir zulme direnmeden, zalime hayır demeden hakiki bir kopuş yaşamak mümkün müdür? Sahi, o Gezi Parkı göstericilerine aşırı derecede benzeyen aktivistler neye karşı direniyor?

Filmin Musa Peygamber’in Hızır kıssasına referans vermesinden ve onu takiben ilerlemesinden hareketle, başka bir peygamberin hayatına bakalım biraz da. Acaba Rasulullah (s.a.v) yıllar boyu bir mağarada tek başına ne düşündü? Mekke’nin en güçlü ailesine mensup, genç ve zengin bir tüccar olan Hz. Muhammed’i, karısı ve birkaç yoldaşından başka kimseye derdini anlatamayıp, dağlara yollayan motivasyon neydi? Ne oldu da her şeyi bırakıp hicret etti? Nasıl geri döndü ve hakkı tebliğ etti?

v.

Filmin ardından söyleşiye geçiyoruz. Modernizm ve sekülerizm eleştirisi burada tam gaz devam ediyor. Söyleşiyi yöneten moderatör filme ilgisizliğin sebebini Türkiye sekülerlerinin filme cephe almasıyla açıklıyor. Bundan dolayı filmin festivallerde hak ettiği değeri görmediğini söylüyor. Kalitesiz filmlerin, yalnızca seküler yönetmenler tarafından çekildikleri için değer gördüğü iddiaları havada uçuşuyor. Esasında ortada tam olarak anlamlandıramadığım bir kültürel iktidar tartışması dönüyor. Dinleyiciler kültürel iktidar savaşında kendini surlara sancağı diken Ulubatlı Hasan zanneden moderatörü, sekülerlerin zaten ne kadar namussuz olduğu ön kabullerinden olsa gerek, çıt çıkarmadan dinliyorlar.

Söz birden AVM kültürünün sinema sanatını popüler çerez filmlere hapsetmesine geliyor. Film dağıtımında ve salonlarda tekelleşmeden bahsediliyor. 29 binlik gişenin gerekçelerinden biri de filmin gösteriminin fazla sayıda salonda yapılamaması belki de. Ne yazık ki bu sorun seküler-muhafazakar bütün sinema sanatçıları için geçerli. Geçtiğimiz yıl maddi imkansızlıklardan dolayı sekülerizmin kalelerinden Beyoğlu Sineması kapanma noktasına gelmişti. Bir dayanışma programıyla tekrar ayağa kalktı da, sayesinde hala güzel filmler izleyebiliyoruz. Fakat hala kurtarılmış değil. Buna rağmen, herhangi bir yerel dayanışma ağı örgütleyememiş, kendi sinemasını ve sinemacısını üretememiş, bir de üstüne üstlük TRT’den Kültür Bakanlığı’na, bütün kamu imkanlarına hükmeden insanların kendilerinin ve kendilerinden olanların filmlerinin kültürel bir hegemonya oluşturamamasını, filmlerinin izlenmemesini tamamen meseleden bağımsız seküler kesimlere bağlaması gerçekten utanç verici oluyor benim için.

vi.

Güngören Belediyesi’nin sıradan bir kültür merkezinde Erkan Oğur dinlemek, Güngörenliler için önemli bir olaydı. Ağır geçim koşullarında hayatta kalmaya çalışan yurdum emekçi sınıfı için birkaç türkü duyunca dertlerden uzaklaşmak, kendini çiftetelli ile gösteriyordu belki de. Bir sanat etkinliğinde huşu içinde bir dinletiyi dinlemek yerine, Birol Topaloğlu’nun çaldığı tulumda sahneye çıkıp müzisyenlerle beraber horon çevirmek, onlara maişet meşgalesini bir nebze unutturabiliyordu.

O gün duyduğum utancı bugün hatırladığımda, ergenlik döneminde aileden utanmak gibi bir şey olduğunu anlayabiliyorum. Haksız ve kibirli olduğu açık. Fakat film gösteriminin ardından gerçekleşen söyleşide hissettiğim hakiki bir utançtı. Bana ait olandan, ailemden değil, başkası adına utandığım bir anı yaşadım. Bir iktidar kavgasının tarafı olarak, bütün değerleri paramparça ederek ilerlemek neticesinde artık utanamıyor olmak ile karşılaşmak beni keskin bir utanç ile baş başa bıraktı.

vii.

Eve dönüyorum. Filmin finali kafamda farklı bir şekilde yankılanıyor, soruyorum kendime; nefes mi, kültürel iktidar mı?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir