Osmanlıca Tartışmaları

Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı Osmanlıca tartışmaları ile ilgili -daha sağlıklı ve sakin bir tartışmanın olabilmesi için- bazı kitaplar önerdi. Attila İlhan’ın Hangi Batı’sı, Cemil Meriç-Bu Ülke, Şevket Süreyya Aydemir-Suyu Arayan Adam ve Peyami Safa’nın Doğu-Batı Sentezi. Hem önerdiği kitaplar hem de yaklaşımı önemli. Keşke Türkiye’deki her mesele sadece kitabi çerçevede tartışılacak netlikte ve samimilikte olsa. Öyle değil maalesef.

Herhangi bir meselemiz, sorunumuz bu ister tarih olsun, ister dil ve diğer başlıklar her seferinde politik tutkuların yahut pragmatizmin bir aracı haline geliyor. Daha da beteri ve acıklı olanı ise farklı kesimlerin sığ şemaları tartışmayı en geri, en ufuksuz noktaya götürüyor.

Nabi Avcı yıllar önce yazdığı ‘Enformatik Cehalet’ isimli kitabında politik tutkunun sakıncalarını Benda’nın görüşlerini aktararak izah etmiş: “Benda’ya göre Avrupadaki sanatçılar, bilim adamları, düşünürler ve din adamları ırklar ve politik görüşler arasındaki bölünmeleri körükleyen nefret korosuna katılmışlardır. (…) Ondokuzuncu yüzyıla gelinceye kadar Thomas, Roger Bacon, Galile, Monteigne, Dercartes, Racine, Pascal, Leibniz, Kepler, Huggens, Newton ve hatta Voltaire ve Montesqieu gibi adamlar, politik tutkuların tutsağı olmamaya büyük özen göstermişlerdir. Voltaire gibi, Lamartine gibi, herhangi bir şekilde politika ile “uğraşmak” zorunda kaldıkları zaman da, eleştirel tutumlarını sürdürmeyi bilmişlerdir. Oysa bugünün aydınları tıpkı “sıradan insanlar gibi” politik tutkuların tutsağı olmakta; tıpkı onlar gibi kestirme sonuçlar peşinde koşmakta,nefret ve fikr-i sabitin egemen olduğu tartışmalara girmektedirler. Üstelik bir yandan da,bunları yapmayanları fildişi kulelere kapanmakla suçlamaktadırlar. Aydınların asli görevi,ulusal ve politik tutkuların üstünde yer alan “hakikat ve adaleti savunmak” olduğu halde, modern aydınlar bu kavramları da ulusal ve politik tutkuların hizmetine koşmanın yollarını aramaktadırlar. Tutkuların sanatın hammaddesi olduğu söylenebilir. Ancak sanatın özünde var olan, sanat eserinin arıtılmasına aracılık ettiği katışıksız insanca tutkularla, sanatı pratik amaçlar doğrultusunda kullanan, edinilmiş politik tutkuları birbirine karıştırmamak gerekir.” (s. 21-22)

Politik tutkuların insanlarda nefreti körüklemesi ve aydınları bunun tutsağı yapması daha da ileri giderek memurlaştırması ne kadar ülkemize benziyor değil mi?

Devam edelim. Osmanlıca (doğrusu Osmanlı Türkçesi ya da eski Türkçe) tartışmasının biri teknik diğeri zihniyet olmak üzere iki boyutu var. Teknik boyutu sadece ehlinin bileceği cinsten.Sesli harflerin eksikliği, Arapça ve Farsça unsurların çokluğu, yazmanın zorluğu,belirli bir imlanın olmaması,belleğe ve alışkanlığa dayalı olması, geriye doğru gittikçe okumanın zorlaşması vb. Yirminci yüzyıla ait matbu bir metni okumakla daha eski yüzyıllara ait el yazısı bir metni okumak arasında dağlar kadar fark var. Üstelik alfabeyi bilmekle iş bitmiyor Arapça ve Farsça kelimeleri bilmek gerekiyor. Kuran okumayı yüzünden öğrenmekle anlamak arasındaki fark gibi. Tam böyle olmasa bile diyelim alfabeyi öğrenen bir çocuk mezar taşlarını yine de okuyamaz. Neticede Osmanlı Türkçesi çok güzel bir dil olmakla beraber bunu öğrenmek ciddi bir iştir.

İşin zihniyet boyutuna gelirsek bu modernleşme, ulus-devlet, kalkınma, ulusçuluk, ilericilik-gericilik gibi tartışmaların bir parçasıdır. Yani kendi başına dil tartışılmıyor. Türkiye’de her başlık tartışılırken bütün bunlar sil baştan tartışılıyor. Sil baştan tartışılınca bir bellek yitimi söz konusu. Taş üstüne taş konulamıyor. Üstelik geldiğimiz aşamada teorik üstünlüğün bir anlamı da kalmadı. Çünkü artık tartışmanın muhatabı kitleler. Kitleler mensup oldukları yere göre hemen saflarını seçip tantanayı kopartıyor.Osmanlıca tartışması da bu tuhaf tarafgirliğin gözetiminde,kitlelerin hakemliğinde yapılıyor. Nabi Avcı’nın bahsi geçen minnet duyulacak kitabında kitle kültürü ile ilgili bölümü alıyorum.

“J.S.Mill için kitle,akla yönelik bir tehdittir ve artık fertler kalabalıklar içinde kaybolmuşlardır. (…) Ortega’ya göre bütün toplumlar iki bileşenden oluşur: Azınlıklar ve kitleler. Azınlıklar özel nitelikleri olan bireyler ya da gruplardır. Bu nedenle kitle kavramını genellikle yapıldığı gibi sadece emekçi kitlesi olarak tanımlamamak gerekir.Kitle alelade kişidir, halktır. Tek bir bireyin varlığında,onun kitle olup olmadığına karar verilebilir. Yalın bir kıstası var Ortega’nın. İnsanlar temelde iki kümeye ayrılır: 1. Başkalarına oranla kendinden daha çok şey istenen; bu yüksek istekleri karşılamasa bile bundan vazgeçmeyen, güçlükler ve görevler yüklenen kişiler; 2. Kendilerinden hiçbir belirli şey istenmeyen; yaşadıkları anı olduğu gibi yaşayıp mükemmelliğe doğru en ufak bir çaba göstermeyen; kısacası dalgalar üzerinde sallanıp duran, şamandıra örneği kişiler.

(…) Tarihin hiçbir döneminde kitle günümüzde olduğu ölçüde iktidar sahibi olmamıştır.Bu yüzden günümüzün siyasi manzarasını en iyi özetleyebilecek kavram –hipertansiyon gibi tehlikeli bir yükselişe işaret eden- hiperdemokrasi kavramı olabilir. Üstelik bu tehlikeli yükseliş, sadece siyaset sahasına da özgü değildir. Eskiden kalifiye azınlıklara veya böyle olduklarını iddia edenlere ayrılan bütün alanlar, kitlelerin saldırısına uğramıştır. (…) Ortega diğer yandan uzmanları eleştirir. Uzmanlar bilinmesi gereken onca şeyden sadece bir tek bilimi; ve hatta o bilimin bile kendi uğraştığı bölmesini bilir. Üstelik bu uzman kendi alanı dışında bir şey bilmemeyi erdem kabul eder. Bu tip bilgili değildir, çünkü uzmanlık alanına girmeyen hiçbir şeyi bilmez. Bilgisiz de değildir, çünkü bilim adamıdır. Bu yüzden olsa olsa bilgili bir cahil bir ignoramustur. Ortega’ya göre kitlelerin bugünkü egemenliğini simgeleyenler, hatta bu egemenliği kuranlar işte bu ignoramuslardır.

Benda’ya göre de insanlar temelde iki ayrı gruba ayrılırlar: Bir yanda, mensup olduğu toplumsal sınıf ne olursa olsun, maddi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen sıradan insanların oluşturduğu kitleler, öte yanda da, kitlelerden apayrı, onları bir ölçüde denetim altında tutan;pratik amaçlar gütmeyen,belirli bir sanatla veya ilimle veya sadece metafiziki spekülasyonlarla meşgul olan, “benim melekutum bu dünyada değil” diyebilen aydınlar.”

Alıntıyı fazla uzatmayayım kitabın ilerleyen bölümlerinde kitle kültürünü savunanların görüşleri var. Yukarıdaki alıntılar bir tür elitizme götürecek cinsten gözükse bile bu günü anlamak bakımından ve önemli gerçeklik içermesi bakımından önemli. Öyle gözüküyor ki bundan sonra memleketteki her tartışma kitlelerle beraber yapılacak. Biz işi bilenler ne demiş ona bakalım.

İlber Ortaylı Ne Demiş?

Yıllar önceki bir kitaptan ilgili bölümü özetliyorum (Gelenekten Geleceğe, Hil yayınları, 1982, s.45-54): Türkler tarih boyunca birkaç kez alfabe değiştirdiler. Alfabenin değiştirilmesi ilk ve ortaçağ toplumları için köklü bir değişiklik sayılmayabilir. Yazı ve kayıt işleri ile  dar bir bürokratik kadronun,birkaç rahip ve şairin uğraştığı geleneksel toplumlarda yazı ile ilgisi olmayan geniş yığınlar böyle bir değişimden haberli bile olmamışlardır. Oysa basının, kitapların ve eski çağlara oranla yaygın eğitimin var olduğu modern çağlarda böyle bir değişiklik kolay cesaret edilecek bir iş değildi. İlber Ortaylı harf devrimini başarılı buluyor ve Arap harflerine karşı, kökü 19. Yüzyılın ilk yarısına kadar uzanan bir akımın varlığını vurguluyor.

Bu sorun Latin harflerinin kabulü ile çözülmüştür. Alfabe denen teknik aygıtın tarihsel gelişimine baktığımızda Latin alfabesi en gelişmiş yazıdır. Fonetik bakımdan mükemmelliği seslilerin önemli olduğu Türkçe için onu en uygun yazı çeşidi kılmaktadır. Türk harf devrimini batıya karşı biçimci bir özenti ve bir üst yapı devrimi olarak değerlendirmek yanlıştır.Yazı bürokratik örgütlerde temel bir aygıttır. Bir kayıt aracı olarak mal ve hizmet akımlarının kontrolüne yarar.Bu anlamda bir teknik altyapısal unsurdur. Bu teknik aygıtın bürokratik işlerliğini sağlayacak şekilde mükemmelleşmesi, toplumsal-teknolojik modernleşme için büyük öneme sahiptir.

Eski bürokrat kadro ve dar aydın tabakanın kullandığı yazı belleğe ve alışkanlığa dayanmaktadır. Hatta, her yazarın kendine göre bir imla düzeni vardı. Herkesin kabul ettiği standart imla kuralları ve okunması basit bir yazı yoktu ve buna gereksinme de duyulmadı. Çünkü 18. Yüzyıla kadar okur-yazar oranı % 5-10’u geçen ülke yoktur.

Genellikle faaliyetleri artan, etkinlik alanları büyüyen bürokrasilerde eleman sayısı da artmaktadır. Bu ise yazı konusundaki alışkanlığı eski bürokratlarla karşılaştırmayacak kadar az olan yeni memurların bürokratik örgütlere girmesi demektir. Çünkü gelişen hayat maliye, adliye, eğitim örgütlerinin eleman gereksinmesini arttırmıştır. Öte yandan modernleşen orduların yeni subay kadrosuysa artık,eskisi gibi okuma-yazma bilmeyen kahramanlardan değil topografya-mekanik-matematik bilen ve talimnameleri okuyup anlayabilen kimselerden oluşturulmak zorundaydı. Bu savaş adamlarının ise bir Çin mandarini, bir Osmanlı divan katibi veya bir manastır rahibi gibi ömürlerini yazı ve girift imlaya adayacak kimseler olmayacağı açıktır. Bundan başka yayın hayatının gelişmesi,geniş yığınların okuma yazmayı kolayca kavramasını gerektiriyordu. 18. yüzyıldan beri İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Rusça, Almanca gibi batı dillerinin imlasının geçirdiği değişiklikler böyle bir büyük toplumsal değişime dayanmaktadır.

Alfabe ve imla değişmeleri konusundaki ikinci önemli etken ise ulusalcılık akımlarıdır. Ulusal bilicin uyanmasına paralel olarak 19. Yüzyıl tarih, filoloji, etnoloji gibi bilimlerin gelişmesi için uygun ortamın doğduğu dönemdir. Dilbilim araştırmaları, örgüt ve ilişkiler sistemi anonimleşen, yazılı kültür ürünlerinin yaşamın önemli bir parçası haline geldiği Avrupa endüstri toplumunun gereksinimine hizmet ettiği gibi, toplumların ulusalcı bilincini de yönlendiriyordu. Aydınlar standart imla ve basit kurallı yazıyı bir ulus için övünç saymaktadırlar. Böyle bir ortamda Romanlar Latin kökenli bir ulus olarak, Slav asıllı Kiril alfabesini attılar ve 1860’da Latin alfabesini kabul ettiler.

İşte Osmanlı İmparatorluğu 19. Yüzyılı böyle bir ortamda yaşıyor ve modernleşme sürecine giriyordu. Memur sayısı arttıkça bürokrasinin yeni adaylarının hukuk,maliye,yabancı dil bilmeleri klasik devir Osmanlı memurları gibi hattat olmalarına, edibane üslupla fermanlar ve beratlar kaleme almalarına yeğ tutuldu. Bunun sonucu Tanzimat bürokrasisinin kayıtlarında bulunan titulatürde (elkab) yazışma üslubunda bir sadeleşme başladığı gibi kaligrafide (yazı çeşidi) de standart bir düzene geçildi.

Ülkede ortaokulların açılması sivil okulların kurulmasıyla eğitim yaygınlaştıkça Arap harflerinin Türk dili ile uyuşmazlığı sorunu kendini hissettirdi. Bu sorunlarla sadece Osmanlı bürokratları değil,eğitim ve düşün alanında yeni bir uyanış dönemine giren Çarlık Rusya periferi vilayetlerindeki Müslüman aydınlar da uğraşmaya başlamıştı. Latin harflerinin kabulünü savunmaya kadar işi götürenler vardı. Kazan Üniversitesi profesörü Ebu Musa Kazım Bey ve ünlü dramaturg Mirza Fethali Ahundof bunların başında gelir. Latin harflerinin bilinmeyen ve kendini gizleyen bir taraftarı Ali Vehbi Bey’in yayınladığı hatırata göre Sultan II. Abdülhamid’dir. Ona göre: “Halkımızın büyük cehaletine sebep,okuma-yazma öğrenimindeki güçlüktür. Bu güçlüğün nedeni ise harflerimizdir. Belki bu işi kolaylaştırmak için Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur.” Manastır vilayetinin Görice sancağında Kuran-ı Kerim ve Ulum-u Diniye muallimi olan Hafız Ali Efendi, Latin harflerine taraftar olduğu için işinden atılmıştır.
Basılan kitabın az olduğu ve halkın büyük çoğunluğunun ümmi olduğu o zamanki Türkiye’de iddiaların tersine bu değişim fazla bir yıkım yapmadı. Yeni Türkiye alfabesi Türk fonetiğinin özellikleri iyice düşünülerek hazırlanmıştır ve bugünkü Türk alfabesinin sayesinde, Türkçe imla sorunu en az olan dillerdendir. Latin harflerinin kabulünde rol oynayan bir neden de bölgesel ağız farklarını kaldırmaktı.

Her sahaf dükkanında toplananların tekrarlaya geldiği,yeni kuşakların eski mirası harf devriminden dolayı tanıyamadığı yakınması Osmanlıca bilmeyenlere özgü bir dedikodudur. Dil ve tarih kaynaklarındaki zamanın getirdiği imla-sentaks farklılığı nedeniyle, bu kaynakları inceleyip işlemek için yalnız Arap harfleri bilgisi yetmez. Tarihi metinleri okuyup değerlendirmek bütün ülkelerde her aydının değil, karşılaştırmalı filoloji, etimoloji ve tarih bilgisine sahip uzmanların yeteneğine girer.

Latin harflerinin kabulüyle batı kültürünün kaynaklarına kolayca inmek savı pek geçerli değildir. Arap harfleri kullanımda kalsa da Türk aydını batı literatürüne gene yönelecekti. Tanzimattan beri yönelmiştir de… Latin harflerinin kabulüyle düzgün bir imlanın gelişi okur-yazarların artmasına yardımcı olmuştur. Daha fazla bir gelişme olmamasının nedeni toplumsal yapıdaki çetin engellerdir. Türk toplumu harf devrimiyle büyük bir değişmeye girmiş değildir, değişmeye giren Türk toplumu harfleri değiştirmek zorunda kalmıştır.

İsmet Özel Ne Diyor?

İsmet Özel Türkçenin Kuran kaynaklı bir dil olduğunu söylüyor. Konya İstiklal Marşı Derneği’nin hazırladığı, “Türk Dili Kuran Sözü” adlı kitapta Kuran kaynaklı kelimelerden bir sözlük yapılmış. Kuran-ı Kerim’de geçen bazı kelimelerin telaffuz edildiği şekliyle aynen (misal: Tabut, ticaret, taht, türab, ced, cisim, hortum, dünya, zelzele, sel, şecere, şekil, tehlike, yetim… gibi 2923 kelime) Kuran-ı Kerim’de aynen geçmemekle beraber inceleme konusu kelime köklerinin tamamının da bu kök kelimenin çekimleri ve türemişleri olarak (misal: ahize, emniyet, ibrik, battaniye, bakkal, toprak, cadde, imza, matara, millet, kısır, gurbet, kırtasiye, mahalle, mezbaha gibi 9525 kelime ve terkib olmak üzere aynen geçenlerle beraber 12.448 kelime ve terkib) Türkçe’de yer aldığını tespit ettik. İsmet Özel’den özetliyorum:

İnsan yok olma tehlikesini sesle atlatır. Dolayısıyla insanın lisanı hem cismani varlığının ispatıdır, hem de bir vatanı olduğunun işaretidir. İnsan lisan sahibi ise mevcut olduğunu hem kendi kendine hem de başkalarına gösterir; hem de bir vatanın içinde olduğu anlaşılmış olur. Lisansız vatan olmaz. Dilin menşei dolayısıyla Kuran-ı Kerim’in bize öğrettiğine dikkatimizi çevirdiğimiz zaman anlarız ki Adem’e ilk öğretilen şeyler isimler, kelimeler. Kelimeler sadece insanın mevcudiyetini işaret etmiyor, aynı zamanda insanın faik olduğunu da gösteriyor. Kelimeleri olmadığı zaman insan dün bir şey. Arapça ve Farsça yön tayin edici olmadığı şartlarda Türkçe tekellüm edilemez. Biz ifade gücünü Arapçanın sınırları içinde arayıp bulmuşuz. Türkçe dediğimiz dil Arapça sarf ve nahvini bilen insanların günlük hayatlarını idame ettirmek için ortaya çıkardıkları bir dildir. Bu dil Azericeyle, Kırgızcayla, Özbekçeyle, Türkmenceyle, Tatarcayla akraba değildir. Nasıl ki Latinceden Fransızca çıkmışsa Türkçe, Arapça gramer bilen insanların günlük hayatlarını devam ettirmek için bu topraklarda ortaya çıkardıkları bir dildir. Yani bu, aynı zamanda telaffuzuyla, aksanıyla da birlikte doğmuş bir dildir. Türkçe bir Müslüman’ın itikadi yerini yaşayarak göstermesine yarayacak bir dil. Örneğin kaza. Biz Türkçe konuşan insanlar kaza geçirdiğimizi, kazaya uğradığımızı, başımıza bir kaza geldiğini söyleriz. Allah istediği için, kaderimizde bu olduğu için oldu; Arapçada kaza bu demektir. Ama Araplar hiçbir zaman kaza geçirdiklerinde “kaza geçirdim” demez. Bunun gibi binlerce kelime vardır. Biz Türkçeyi sadece itikadi pozisyonumuz dolayısıyla benimsemiş insanlarız. Bunu üretmedik, icat etmedik, itikadi pozisyonumuz sebebiyle benimsedik. Türkler “istiklal” deyinceye kadar dünyada kimse istiklal demiyordu. Bu Arapça değil Türkçedir; medeniyet, cemiyet Türkçe kelimelerdir. Kuran’dan uzaklaştırılmış bir Türkçe ile şekillendirildik. Türkçenin öztürkçeleştirilmesi falan filan hırgürü içinde… Kuran’dan ne kadar uzaklaşılırsa onlar için o kadar iyiydi. Hudud demediler. Rumcasını kullandılar: Sınır. Türkçe falan değil sınır. Biz Kuran’da ve Hadis’te sık sık şöyle ikazlarla karşılaşırız: “böyle demeyin şöyle deyin” diye. Demek ki bu önemli. Madem Türkleri yok edemedik dillerini yok edelim dediler. Gavur dillerine nispet edilen bir Türkçe üretmeye başladılar. Bize yapılan en büyük kötülük Kuran’dan müstakil bir Türkçenin etkili ve muteber kılınmasıdır.Türkçenin kendine mahsus bir tınısı var mı? İşte bunu güzel Kuran dinleme sansına ermiş olan insanlar anlayabilirler. Türkçe Arapçanın değil Kuran-ı Kerim’in okunuş tarzına uygundur. Kuran tilavetine benzer. Nasıl ayetleri, sureleri okurken bitişte iddiasız bir şey vardır. Deklarasyon bile olsa cümlenin sonu söner. Türkçe de böyledir. Türkçe de Kuran okunuyor gibi konuşulur. Cümlenin sonu aşağı doğrudur. Harf inkılabı denilen tuhaflık büyük bir cehaletten doğuyor. Fenikeliler telaffuza uygun, çıkarılan sese uygun işaretler sistemini kurdular. Onun için Resm-i Arabi deniyor. Yani Arapça ses ver,onu resmediyorsun. Yani sesin resminin yapılmasından sonra Yunanca konuşanlar bunu Yunan alfabesi yaptılar. Latince konuşanlar Latin alfabesi yaptılar. Araplar da kendi konuştukları sözlere uygun resimler yaptılar. Çince ve Japonca böyle değil mesela. Orada manayı resmediyor burada sesi resmediyor. Türkçe Müslüman alimlerin bize hediye ettikleri bir dildir. Bu da rengiyle tınısıyla müşahhas bir şeydir. Tabii burada yazı da önemli. Çünkü eski yazımızda sesler olmadığı için nerede uzatma yapılacağı, neyin nasıl tonlanacağı meselesi senin aynı zamanda Türkçe kaliteni de ortaya koyuyordu. Türkçe Arapçadan daha çok bir İslam dili, çünkü Türkçe Müslüman olarak düşünmenin ürettiği bir dil. Türkçe,iletişim için değil, Türk olmak için doğmuş bir dil. Her milletin kendine mahsus bir hayat kaynağı var. Bizimki de Kuran-ı Kerim. Araplardan daha çok.

“Otomobilini düşünen insanların Türkçeyi düşünmelerine imkan yok” diyor İsmet Özel. Fakat bugün her tartışmada olduğu gibi Osmanlıca tartışması da siyasi rantın bir parçasıdır ve aslında otomobilini düşünenlerin daha çok kazanması, mevkilerini kaybetmemesi için bir araç haline gelmiş durumdadır.

1 Response

  1. Alp Çıracı dedi ki:

    Abi yazı ilginç de aman diyorum. Kitleler, azınlıklar, hiper demokrasi filan. Benim bildiğim iki ortega var biri fb’de topçuydu öbürü de elitizmin, aristokratik bir yönetimin teorisyeni olan bir zat. nabi avcı da islamcılığın uzak romantik zamanlarının güzel bir ihtimaliymiş işte, çoktan kaçmış. hele spesifik olarak osmanlıca tartışmasının günahını nasıl kitlelere kestik hiç anlayamadım. mesele kitleler mi yoksa elit ve elitist bir kadronun yediği bir halt mı? hele bu osmanlıca meselesinde insanların pek umursadığı, mobilize olduğu filan da yok yani, iktidar ve yakın avenesinin goygoyu.

    Raymond Williams’tan şifa niyetine:

    “Kitleler öteki insanlardır… Aslında kitle diye bir şey yoktur; insanları kitleler olarak görme biçimleri vardır. … Şurası kesindir ki bizim türden toplumlara özgü olan insanları bu şekilde görme biçimi, politik ya da kültürel sömürüye alet olmakta cephane sağlamaktadır. Gördüğümüz şey diğer insanlardır; birçok başka insan, bilmediğimiz, tanımadığımız insanlar. Pratikte ise kafamıza göre uygun görünen bir formüle uyarak onları kitleler haline getirir, o şekilde yorumlarız. … Bizim işimiz kitleyi değil formülü incelemek olmalı. Şunu hatırlamak oldukça yardımcı olacaktır: Biz kendimiz de her zaman başkalarının gözünde belli bir kitleye dahil ediliriz. Kendimiz için bundan rahatsızlık duyduğumuz ölçüde aynı nezaketi başkalarına da göstermek, insanların bu hakkını teslim etmek gerekir.”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir