Şeriati’yi Takip Edebilmek için Bir Ters Çevirme Denemesi

Merhum Şeriati adına hürmetle…

Ali Şeriati, Müslüman dünyanın emek ve sınıf siyaseti ile tanışmasında önemli figürlerden biridir. Kendi hayat hikayesinden göreceğimiz üzere Avrupa’da merkezileşmiş sınıf siyasetini, bulunduğu bölgenin- İran’ın- diline tercüme ederek yerel şartlarda emek siyasetini yeniden üretmiştir.  Öyle ki bu siyaset; Cezayir’den İran’a devrimleri doğurmuş, Somali’den Sudan’a kadar sol siyaseti şekillendirmiştir. Yazıp ettikleri ile sınıf mücadelesinin dilini Avrupalı merkezinden alıp dönüştürerek kendi içinde bulunduğu çağın zulüm sistemlerine gereken cevabı fevkalade üretmiştir.

İran’da molla düzeniyle, onların kelimeleri ile mücadele ederken, bir yandan da İran şahının baskıcı yönetimine karşı isyanı örgütlemiş, kendi döneminde üniversite gençliğini örerek devrimi yapacak kadroları yetiştirmiştir. Bu yolda öylesine çalışmıştır ki deyim yerinde ise -günümüzde gerçekleşen durumun aksine- o Şah döneminin sonrasını restore etmeyi değil, Şaha karşı örgütlenmeyi hedeflemiştir.

Öte yandan, yazıları harekete geçmeye, dağınık bir isyanı teşvik etmekten ziyade sınıf  ilişkilerine dayalı bir hareketi örgütlemeye yönelik olsa da kendini yeniden üretmemiş, halk tabanına yayılamamış, mustazafların belirli bir kısmına hitap etmiştir. Örneğin İran devrimi sonrası ortaya çıkan tablo hepimizin malumudur.  Nitekim Şeriati’nin belli fikirleri rejim tarafından övülürken, bir yandan da bazı kitapları yasaklanmakta, hatta eşi Puran Şeriati eşi hakkında röportaj verirken ülke siyaseti hakkında söz etmekten kaçındığını ifade etmektedir.  Öyle ki müslüman-sol siyaset her ne kadar hayatta olsa da teorileri pratikle birleşmediği için entelektüalizm çıkmazına sıkışarak bitkisel hayata girmiş durumdadır. Bu halin kanımca en önemli sebebi, müslüman-sol siyasette halka mâl olmuş kavramların kullanılması yerine, günümüzde iktidarın eteğinden ayrılmayan mollavari baskıcıların anlam sahasını çoktan işgal ettiği kavramların dönüştürülüp halka “götürülmeye” çalışılması ve bu kavramların sadece belli bir zümreye ulaşacak şekilde yerelleştirilmeye çalışılmasıdır.

Bunun en açık tezahürü zaman zaman denk geldiğimiz “gerçek İslam” tartışmasıdır. Karşılaşılan herhangi bir çelişkide taraflar, ayetleri, hadisleri ve geleneği birbirlerine fırlatarak bir “İslam ideasını” gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Nitekim müslüman-sol siyasetin önemli isimlerinden, Ali Şeriati’den feyz alalım, Seyyid Kutup’tan anti-emperyalist referanslar verelim, dini “güncelleyelim” derken güncellenen “din” sadece tartışma masasında kalmakta, ayetin hadisin ve geleneğin doğduğu nesnel şartlardan ve daha önemlisi bugün yaşadığımız hayattan oldukça uzaklaşmaktadır. Deyim yerindeyse, din herkesin sahip olduğu ancak sadece belli zümrelerin konuşabildiği, kendini ifade edebildiği bir alana hapsolur. Oysaki din hepimizin günlük hayatında akıp gitmektedir. Din mefhumu sadece camilerde, tartışma ortamlarında konuşulan tartışılan bir kavram değil, bilakis Müslümanların savaşta-barışta, grevde-fabrikada, okulda-teneffüste hayatının anlık gidişatını belirleyen akışkan ve hareketli bir fenomendir. Bundan dolayı altında bu kadar çok tartışmanın yattığı kavramlar, dinin tüm sahiplerine ulaşamamaktadır. Din, bu tartışma masalarında kalan entelektüel bir ilgi alanından başka bir şeye dönüşmemekte, zulme karşı bir enerji üretememektedir.

İktidarlar günümüzde dini güncel hayattan, akıp giden hayattan soyutlayıp onu muhafazakarlık-devletçilik gibi kalıplara sıkıştırmakta ve kelimenin tam manası ile camileri sadece kendi kışlaları, müminleri ise kendi iktidar sevdasının askeri haline getirmeye çalışmaktadır. Böylelikle dini/inancı, sadece mitinglere, camilere, fetih kutlamalarına ve cinselliğe sınırlayarak yaşamdan çekip almaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, müslüman-solun entelektüelizmden çıkamaması da bu durumu beslemiş durumdadır.

Bu açıdan, Merhumu yad etmenin en iyi yolunun, onu eleştirerek yeniden üretmeye çalışmak olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bu yazıda Şeriati’nin Dine karşı Din eseri üzerine tespitlerimi dile getirip, ardından ünlü “Ne Yapmalı?” sorusuna yanıt arayacağım.

Şeriati, konferansına tarih boyunca çatışmanın, din ve dinsizlik arasında değil, din ile din arasındaki dikotomiden doğduğunu söyleyerek başlar. Bir manada şehirleri dinlerin kurduğunu söyleyerek tezini kuvvetlendirir. Bunun ardından Şirk dinini tanımlayarak, bu dinin tarih boyunca ekonomik temelli egemen bir yapı olduğunu vurgulayarak, ezilenlerin dinini, yani asıl dini, şirk dininin karşısına koyar.

Bu noktada Şeriati hem Avrupa’daki din karşıtı söyleme, hem de o gün İran’ın içindeki molla kesimin din anlayışına karşı bir araç üretmeye çalışmaktadır. Ancak konferansında gördüğümüz üzere ürettiği araç, kullandığı kelimeler ve anlatılar sebebiyle, belli bir zümrenin hafızasına sıkışıp kalmaktadır. Örneğin Şeriati, kendi yaşadığı günden hiçbir örnek vermez iken, Belam Baura’yı, Firavunu ve Karun’u oldukça ayrıntılı bir şekilde anlatır. Hz. Musa’yı, Hz. İbrahim’i ve Hz. Muhammed’i işlerken onları o toplumda ortaya çıkaran mekanizmaları incelemek yerine, idealize ederek, şuanda ve burada olan olaylara bir reçete sunmaz. Çünkü bu tarihsel figürleri, bir nokta, bir erek suretinde göstererek onların ortaya çıkış kanunları ve günümüze bu kanunun sirayetini ele almaz. Bir başka deyişle, Hz. Musa’nın mustazaflarla birlikte olduğunu söyleyerek, hareketin kaynağının Hz. Musa gibi bir ideal karakter olduğunu alt metinde hissederiz. Aynı şekilde, bu tip bir okuma zulme karşı direnişin peygamberler gibi ideal karakterler üzerinden gerçekleşebileceğini savlar. Peygamberler gibi ideal figürlerden, anlattığı mitik hikayelerden ve kendi hayatında merkezi kıldığı “irfan” kavramından bir “örüntü” ve yapı çıkarmak yerine, bu figürleri oldukları hali ile ele alıp onları muhalif bir söylem içerisinde yeniden donuklaştırmaktadır.

Ayrıca ortaya koyduğu tarihsel ve mitik olaylar, tamamen geçmişe dair bir tarih okunmasından ibaret kalmaktadır. Bundan dolayı da tezi, eylemsel bir tezden ziyade entelektüel bir alana sıkışmaktadır. Mevzubahis sıkışma, bir hareket  örgütlemeye engel olmakta, devrimin önemli öznelerine -işçilere- ulaşamamaktadır. Bu ulaşamamazlık hali, genel itibariyle müslüman-sol akımların da ortak sorunudur. Geçmişteki tecrübelerden de anlayacağımız üzere belirli bir alana sıkışan bu söylem kendini hareketin kaynağı olan halka ve işçilere kendini açamamaktadır.

Öte yandan benimsediği anti-emperyalist sınıf mücadelesi zamanla onun “aydın” sınıfına kapanmasına sebep olmuştur. Bu pratik, Galiyev’in pratiği ile oldukça benzeşmektedir. Nitekim Vahidof ile sendikalarda örgütlenen müslüman sosyalizm, zamanla -mollacı Sağ-SR’lerin ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı tezinin karşıtı komünist unsurlar sebebi ile- anti-emperyalizme oradan ise mücadelenin sadece milli bir mücadeleye kapanmasına sebep olmuştur. Bunun sonucunda sınıf mücadelesi dilini genişletememiş ve retorik bir kısımda entelektüelizme kapanmıştır.

Bu bakımdan, teklif edebileceğimiz bakış açısı, sınıf mücadelesini emeği ortaya koyanlar arasında örmektir. Bu kaidenin zorunlu sonucu ise Şeriati’yi ters çevirmekten ileri gelir. Yani, içinde bulunduğumuz hayatta zaten halk olarak birebir ilişkide olduğumuz dini hayatımızı esas alarak bir sol söylem inşa etmek siyasetin önünü açacaktır. Örneğin, faiz üzerindeki “Nas” furyasının karşısında, faizin tarihsel ve fıkhi açılarını unutmaksızın günlük hayatımızda nasıl bir etkiye sahip olduğu vurgulanmalıdır. Aynı şekilde, dini alanı işgal ederek, zulmü ve adaleti hutbelere, camilere ve mitinglere sıkıştıran iktidar karşısında adaletin peşinde olduğumuzu, grevlerde, iş yerlerinde ve dahi eylemlerde ortaya koymak bu açıdan mühimdir. Şeriati merhumun da dediği gibi “Sonradan İlahi adalet diye göklere çıkardılar ki yeryüzünde ondan söz edilmesin.”

İyilik, hayır ve iman gibi kavramları yukarıdan aşağıya bir şekilde düşünmek, bu kavramları – zikrettiğimiz gibi- yukarıya hapseder. Günlük hayatın içinden bu denli çekip alınmış bir dini anlayış iktidarın temellüküne geçmeye, en azından belirli bir zümrede tutuk kalmaya mahkum olur. Bu noktada mühim olan, hayatın olağan akışı içerisinde tecrübe ettiğimiz inançtan yola çıkarak günlük hayattan neşet eden bir dille ve tepeden inme sloganlardan kaçınarak bir hareketi örmektir.

Günümüzde çalışanların kaderi; birilerinin faiz kararlarına, kıdem tazminatına koyacakları dini hükme bağlanmış, kadınların ve gençlerin sosyal hayatlarında çektikleri zulümler din adıyla meşru kılınmaya çalışılmıştır. Bu ahval ve şerait karşısında alacağımız tutum, ne müslüman kimliğimizi reddetmek ne de dini yaşayışımızı ideal kalıplar içine sıkıştırmak olacaktır. Alacağımız tutum, kuşandığımız şuanda ve burada olan inancımızı örgütlemek olmalıdır.

Bu noktada, bir kategorilendirme yapmak yararlı olacaktır. Müslüman-sol geleneğin ideolojik/entelektüel bir alana sıkışmış olması sebebiyle bu olguyu İslamcı-Sosyalizm olarak adlandırmayı uygun buluyorum. Nitekim bugün İslamcılık nasıl ki belli bir entelektüel zümreye sıkışmış durumda ise, İslamcı-Sosyalizm de buraya sıkışmış ve kendini dönüştürememiş durumdadır. Bugün “Ne Yapmalı?” sorusunun cevabı ise dini yükümlülük ve mücadelemizi kuşanıp, entelektüel alanı aşıp şuanda ve burada olanı örgutlemektir. Müslüman-sol söylem içinden ifade edersek Vahidof’un yaptığı gibi fabrikalara, çalışma alanlarına dönerek mücadeleyi oradan örmektir.

Şuanda ve burada olan inancımızı örgütlenmenin pratikteki yolu ise ekonomik ve ideolojik mücadeledir. Ekonomik mücadele ile pratiğe nüfuz etmek, orada pişmek entelektüel ve akademik duvarları kırarken, tabandan örgütlenmiş bir hareketin işaretlerini bize gösterir. Nitekim bugün Yemeksepeti direnişinden Pakens grevine kadar, oradan Barınamıyoruz pratiğine dek ortaya çıkan eylemlilikleri  “müslüman” kimliğimiz ile takip etmeli ve omuz vermeliyiz. Bu yol, bize yeryüzünde olan zulümlerden ibret almanın ve  sınıf mücadelesinin hakiki bir uygulamasını verecektir. Nitekim sınıftan ve pratikten üretilen bir anlayış genel manada sol sıkışmayı -en bariz çıktısı seçimde solun yüzde on oranına sıkışması- özel manada da İslamcı-Sosyalizm’in orta sınıf duvarını aşmamızı sağlayacaktır. Nitekim, ancak emek mücadelesi merkezli bir hareket, entelektüel savrulmalardan azade kalabilir.

İdeolojik mücadele ise İslamcı-Sosyalizm geleneğini bırakmadan onu dönüştürüp aşmamızı sağlayacaktır. Nitekim bugün iktidar her alanda olduğu gibi dinimizi, kavramlarımızı hunharca işgal etmekte ve bu işgale karşı duran herkesi ve her şeyi ezip geçmektedir. Din üzerinden kadınları ezmekte, din üzerinden işçinin hakkı ile oynamakta, inancımızı bir korku aracı olarak kullanarak ya bizleri “korku dolu ve tekinsiz” bir dine mecbur etmeye yada inancımızı işgal edilmiş haliyle reddetmeye zorlamaktadır. Hutbelerden miting nutuklarına kadar inancımız bir inançtan ziyade ideolojik bir araca dönüştürülmüştür. Dinimiz selametin değil korkunun kaynağı haline getirilmiş, din dilindeki sertlik, inancımızı günlük hayatımıza tatbik etmemizi zorlaştırmıştır. Öyle ki inancımızda artık adalet hassasiyetinden ziyade cehennem korkusu, zalimin karşısında durmaktan ziyade tâbi olmak vardır.

Nihayetinde karşımıza bu denli örgütlü bir şekilde çıkan otoriteye ve onun yandaşlarına karşı almamız gereken tavır, kâr elde etmek için sömürdüğü işçilerin, gençlerin yanında ekonomik mücadele ile bulunurken, inancımızı kuşanmak olmalıdır. Nitekim ekonomi ile politikanın ayrılmazlığını bu denli tecrübe ettiğimiz şu günlerde her iki mücadele biçimini de beraber yürütmek elzemdir.

Yazımı Şeriati’nin bu sözleri ile bitirerek, şehadetini yad ediyorum:

“Eğer bir din yetimi korumuyor, kimsesize sahip çıkmıyor, ezilenlerin sesi ve soluğu olmuyorsa yalandır ve afyondur. Bunlar olmadan kılınan namaz, tutulan oruç, gidilen hac, kesilen kurban, ihya edilen kandil geceleri, ziyaret edilen türbeler vesaire Ebu Cehil ‘in hacılara su verip de yetimi ve yoksulu görmemesi gibi yalandır, afyondur.”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir