‘Sınıf Perspektifinden Göçmenliğe Bakmak’ Panelinden Notlar

Yeni Emek Çalışmaları Ofisi’nin çağrıcılığını yaptığı 19 Ekim’de gerçekleşen ‘Sınıf Perspektifinden Göçmenliğe Bakmak’ başlıklı panele katıldım. Panelin ilk bölümünde dört farklı konuşmacı sunumlar yaptı, ikinci bölümde ise katılımcılar olarak gruplara ayrılarak belli sorular çerçevesinde tartıştık ve bu tartışmaların çıktıları üzerinden neler yapılabileceğine dair konuştuk. Notlarım ve izlenimlerim üzerinden paneli aktarmak istiyorum.

Panelin ilk konuşmacısı olan Didem Danış, küreselleşen ekonomide göçmen emeğinin nasıl bir yer tuttuğu ile ilgili bir sunum gerçekleştirdi. Türkiye’de yasal çalışma izni olan göçmen sayısının yüz bin civarında olduğunu ve emek piyasasında göçmenlerin payının ne kadar olduğunu tam olarak bilemediğimizi ifade etti. Ayrıca 1960’larda başlayan iç ve dış göçlerle beraber işgücü piyasasında etnik kökene dayalı bir hiyerarşinin oluştuğunu ve bu hiyerarşinin emek piyasasının ikili / parçalı bir yapı olarak görülmesine sebep olduğunu belirtti. Ama şuandaki duruma baktığımızda, ikili bir yapıdan çok daha karmaşık bir resimle karşı karşıyayız. Etnisite, ırk ve toplumsal cinsiyet temelli yaklaşımlardan iş gücü piyasasının kesişimsellik barındıran birçok katmana bölündüğünü söyleyebiliriz. Ayrıca Danış’a göre göçmenlerin uğradığı ayrımcılıkların büyük bir kısmı yasal statüdeki kayganlık durumundan kaynaklanıyor. Örneğin, 1960’larda Almanya’ya göç eden Türk işçilerin çalışma şartları ne kadar kötü olursa olsun yasal statüye sahip olmaları onların hak arama mücadelesinde pozisyonlarını güçlendiren bir faktördü. Bugün ise Türkiye’deki göçmenlerin çok küçük bir kısmı yasal statüye sahip. Bu durum ise göçmenlerin kayıtsız ve güvencesiz olarak çalıştırılmasını kolaylaştırıyor.

İkinci sunumda ise Pedriye Mutlu, öncelikle göçe ve göçmenlik meselesine devlet merkezli bakışın hakim olduğundan bahsetti. İnsanların, göçmenlerin toplumsal uyumunu halk-ulus ikiliği üzerinden, göçün ekonomik boyutunu ülke kalkınması üzerinden ve göçmenlik meselesinin ise vatandaşlık kavramı üzerinden tartışmasının bu devletçi bakışa örnek olarak verilebileceğini belirtti. Daha sonra, yerli ve göçmen işçilerin emek piyasasında en çok karşı karşıya geldikleri tekstil piyasasını ve bununla ilgili yaptıkları saha çalışmasını anlattı. Türkiye’de tekstil piyasasında yasal mesai süresinde çalışma konusunda yüzde iki gibi bir orandan bahsediliyor. Ve Türkiye bu alandaki ihracat payını koruyabilmek için ucuz emek gücünü en çok bu alanda istihdam ediyor. Mutlu, yaptıkları saha çalışmasından yola çıkarak yerli işçilerin Suriyeliler hakkındaki algıları temelde iki söyleme dayandığını belirtti. Birincisi, işverenler tarafından Suriyeli işçilerin ucuz emek olarak görülmesi, genel ücretler üzerinde düşürücü bir etkide bulunuyor. İkincisi, ev kiralarının artmasında Suriyelilerin payı olduğu düşünülüyor. Aslında, göçmenler üzerinden şekillenen süreç, emek piyasalarının daha da güvencesizleşmesinin ve esnekleşmesinin bir parçası. Son olarak, göçmenlerin ve özellikle son dönemde Suriyelilerin, mağdur, tehdit ya da fırsat olarak görülmesinin ve bu algılar üzerinden var olan eşitsizliklerin ve sorunların gizlenmeye çalışıldığını belirtti.

Benim için panelin en bilgilendirici ve ufuk açıcı konuşması Şebnem Oğuz’un sunumu oldu. Temel sorusu küresel göç bağlamında emeği nasıl düşünebiliriz idi. Bu bağlamda, sırasıyla liberal, yapısalcı ve Marksist yaklaşımlardan bahsetti. Liberal yaklaşım, rasyonel ve çıkarcı birey varsayımından yola çıkarak, bireylerin itici-çekici faktörlerden dolayı göç ettiği yönünde bir argüman sunuyor. Bu, temelde göçe sebep olan yapısal dinamikleri göz ardı eden bir yaklaşım. Yapısalcı yaklaşımda ise göçmenlik meselesinde ‘prekarya’ kavramı ön plana çıkıyor. Guy Standing’in kitabıyla ortaya çıkan ‘prekarya’ ya da ‘yeni tehlikeli sınıf’ kavramının göçmenleri, kadınları ve etnik azınlıkları kapsadığı şeklinde bir argüman var. Aslında, proleterya gibi istikrarlı işlerde çalışamayan kesimler bu tabakaya dahil ediliyor. Şebnem Oğuz’un sunumunun büyük bölümünü oluşturan Marksist yaklaşım ise bu ikisinin ötesinde bugüne dair daha farklı bir perspektif sunuyor. Öncelikle Marx’ın göreli artı nüfus (reserve army of labor) teorisinin kategorilerini anlamak önemli. Göreli artı nüfusun dört farklı kategorisi var:

  • Saklı artı nüfus; çeşitli sektörlerdeki mülksüzleşme süreçleri sonucu işsiz kalan kitle.
  • Aktif işgücü ordusu; düzenli ve güvenceli işlerde, ortalama ve ortalama üstü ücretlerde çalışan kitle.
  • Akıcı artı nüfus; sürekli işini kaybeden ve yeniden başka işlere girmeye çalışan kitle.
  • Durgun artı nüfus; düzensiz ve güvencesiz işlerde, ortalama ücretin altında çalışan kitle.

Bu kategoriler arasında sürekli bir akışın ve geçişkenliğin söz konusu olduğunu vurgulamak gerek.  Saklı artı nüfus, temelde iki sebepten dolayı ortaya çıkıyor. Birincisi, tarımdaki mülksüzleşme. İkincisi ise savaş ve çatışma sonucu insanların topraklarından sürülmesi. Durgun artı nüfus ise yapısalcı yaklaşımın prekarya kavramına denk düşüyor. Diğer bir deyişle, durgun artı nüfus, sürekli istihdamda bulunan kitleden oluşuyor. Saklı artı nüfustan durgun artı nüfusa doğru olan akış yoğunluklu olarak göçmenlerden oluşuyor.

Bu kategorileştirmenin temelde üç politik sonucu var.

Birincisi, göçmenleri durgun artı nüfus üzerinden tanımlamak onları aktif bir sınıfsal özne olarak tanımlamak anlamına geliyor. Bu aynı zamanda, aktif ve akıcı artı nüfustaki yerli işçilerle aynı sınıfsal düzlemde ilişkilerinin olduğunu belirtmek açısından da önemli.

İkincisi, yerli işçilerin göçmen işçilere karşı tepkilerinin yanlış bilinçten kaynaklandığını göstermesi gibi bir sonucu var. Kriz zamanlarında, bu tepkilerin yükseldiği biliniyor. Bunun sebebi, krizden dolayı aktif işgücü ordusunun istihdam edildiği işler azaldıkça, akıcı artı nüfus bu işlere giremiyor ve güvencesiz işleri talep ediyor. Burada ise karşısına durgun artı nüfusun yani özellikle göçmenlerin çalıştığı işler çıkıyor. Şebnem Oğuz’un vurguladığı ve benim de önemli bulduğum nokta şu, göçmenler sınır dışı edilse dahi krizden dolayı yok olan güvenceli işler geri gelmeyecek ya da durgun artı nüfusun istihdam edildiği güvencesiz işlerin koşulları ve ücretleri düzelmeyecek. Çünkü, yerli işçilerin göçmenlere yönelttiği tepkiyi ortaya çıkaran durum kapitalist sistemin rekabetçi yapısından kaynaklanıyor.

Üçüncü sonuç ise, işçi sınıfında her zaman politik haklardan yoksun bırakılan bir kesimin var olduğunu gözler önüne sermesidir. Bu kesimin vasıfları yükselse de, çalışma şartları ya da hakları değişmez. Ayrıca, bu kesimin varlığı, akıcı nüfusun kendi koşullarının öfkesini çıkartabileceği bir yapı işlevi görür. Devlet ise göçmen politikaları üzerindeki baskılar yoluyla, yerli işçinin ’haklı’ öfkesini bastırmaya çalışır. Örneğin, sınır dışı etme söylemleri,  göçmenlerin ‘sınır dışı edilebilirliği’ fikrini yaymak için kullanılmaktadır. Aslında, ucuz işgücü olarak görülen göçmenler daha çok istihdam edilir, ama yerli kitlenin göçmen düşmanlığı bu tarz algılar üzerinden şekillendirilir.

Panelin son sunumu ise Baran Gürsel’in göçmenliğin ruhsallığı üzerineydi. Gürsel öncelikle göçmenlerin ruhsallığını kayıp merkezli düşünmemiz gerektiğini vurguladı. Kayıp, insan üzerinde ezilmişlik duygusuna ya da kendini kaybın faili hissetme üzerinden suçluluk duygusuna sebep olur. Göçmenlik durumunda ise kayıp çok şiddetli yaşanır. Kaybedilen şeyin geri gelmeyeceğinin bilincine varıldığında, insanlarda bir yenilenme ihtiyacı ve isteği gözlemlenebilir. Ruhsal dünyadaki boşluğun ve kaybın telafisi yapılmaya çalışılır. Göçmenlik durumunda bu çalışma üzerinden sağlanabilir. Bir göçmen hayatında tutunabileceği ve canlı, hareketli olan tek şey olarak çalışmayı düşünebilir ve bunun üzerinden umut duygusunu koruyabilir. Ama aynı zamanda, sömürü ilişkileri şiddetlendiğinde, iç dünyadaki bunalımın dış dünyada gerçeklik kazandığı düşünülerek, bu durum göçmenin kendine alternatif bir hayat tasarlamasının önünde bir engel oluşturabilir. Yani aslında, göçmenler iş hayatı ve emek üzerinden psikolojik açıdan iki farklı şekilde etkilenebilir. Gürsel, ayrıca yerli işçinin ruhsallık durumuna da değindi. Yerli işçi, göçmenle karşılaştığında aslında kendi içsel göçmenlik deneyimini yaşamış oluyor. Göçmenlikle özdeşleştirilen kayıp, yıkım, sürgün, hayal kırıklığı, öfke gibi durumları bu karşılaşmada hissedebiliyor. Yerli bir işçi bu içsel göçmenlik deneyimini kaldıramadığında ise karşısındakini çok güçlü ve kendini çok güçsüz olarak algılayabiliyor. Örneğin, ‘İşimizi çaldılar’ ya da ‘Ülkelerinde savaşmayıp, kaçtılar’ gibi söylemler göçmeni idealize eden ve onları faillikleriyle her şeyi değiştirebilecek güçte gören bir yaklaşımın somut örnekleri. Ayrıca, bu kendini güçsüz hissetme durumu, karşısındaki yok etme arzusuna da dönüşebilir. Bu durumun en önemli sebeplerinden birinin yerli işçi ile göçmen işçi arasındaki farkın abartılması olduğu vurgulandı. Aynı şekilde, yerli işçi ile göçmen işçi arasındaki aynılığı abartmanın ise göçmenliğin yapısal şartlarını görmezden gelmeye sebep olabileceği belirtildi.

Son olarak Baran Gürsel, göçmen işçileri örgütlemeyi amaçlayan kurumların nasıl işlevleri olması gerektiğinden bahsetti. İlk olarak, bu kurumların ‘zemin’ işlevi görmesi gerek. Göçmenlerin her zaman sınırların (ev, iş, toplum) dışına itilme korkusu yaşadığı göz önüne alındığında, örgütlerin bu sınırların ötesini de kapsadıklarını hissettirmeleri çok önemli. İkinci olarak, örgütlerin ‘sınır’ işlevi olması gerek. Yani yerli işçi ile göçmen işçi arasındaki farklar göz önünde tutulmalı ve göçmen işçiler kendi özgün ifade alanlarını oluşturmalarına yardımcı olunmalı. Son olarak, göçmen işçilerle çalışan kurumların ‘çatı’ işlevine sahip olması gerek. Göçmenlerden ve onların deneyimlerden öğrenilecek şeyler olduğunun bilincinde olunması gerek. Mesela, göçmen örgütlenmesi diğer güvencesiz işçilerin nasıl örgütlenebileceğine dair bilgiler verebilir.

Panelin ikinci kısmında ise katılımcılar dört gruba ayrıldı. Her gruba moderatörler belli sorular getirdi ve cevaplanması istendi. Cevap aradığımız sorular şunlardı:

  • Göçmen işçi olmanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?
  • Yerli işçi olmanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?
  • Göçmen işçiler ile yerli işçiler nasıl bir ortak zeminde buluşturulabilir?
  • Türkiye’nin özgün koşulları göz önüne alındığında göçmen işçilerin örgütlenmesinin yolları neler olabilir?

Bu sorular çerçevesinde her grup kendi arasında tartışmalar yaptı ve grup çalışmasının sonunda ortaya çıkan cevaplar sunuldu. Panelin özellikle bu kısmında, somut duruma dair öneriler konuşuldu. Ben de öncelik verilmesi gereken şeyin, göçmenlerin örgütlenmesinden önce, yerli işçilerin göçmenlere dair algısını değiştirmek yönünde çalışmalar yapılması olduğunu vurguladım. Çünkü yerli işçinin göçmene dair görünürde ‘haklı’ sebeplerden kaynaklanan öfkesini ve ırkçılığını yok etmeye çalışmadan, işçilerin beraber mücadelesinin imkanlarını aramak bana çok anlamlı gelmiyor. Buna karşılık, ırkçılığın iki grubun ortak bir zeminde buluşup ortak sorunlar için beraber mücadele etme süreçlerinde aşılabileceğine dair fikirler de sunuldu.

Tüm dünyada ve Türkiye’de göçmenlerin ucuz işgücü olarak görüldüğünü ve birçok farklı sektörde sömürü şartlarında istihdam edildiğini biliyoruz. Kapitalizm, göçmenler üzerinden maliyeti düşürürken, yerli işçi ile göçmen işçileri ise bu rekabete dayalı sistemde birbirine düşman ilan ediyor. Bu noktada, sınıf dayanışmasını önemseyenler olarak, örgütlenmenin daha özgün ve kapsayıcı yollarını düşünmemiz gerek.

Türkiye’deki göçmenlerin durumunu, göçmen emeğini ve sınıf mücadelesinin göçmenlerle olan ilişkisini ele alan bu paneldeki sunumlar ve tartışmalar da, bu konuya dair önemli perspektifleri sunmuş oldu. Somut örneklikler ve deneyimler üzerinden aynı tartışmayı ve çözüm yolları aramayı devam ettirmeliyiz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir