Yumurta Kırıldı Bir Kere

Tarihte hiçbir isyan ve devrim gerçekleştiği tarihte başarıya ulaşamamıştır. Özellikle isyanlar genellikle daha kısa olmuş ve büyük yenilgilerle bitmiştir. Yapılan zulüm ve cezalandırma işlemi daha sonra da sürmüştür. Fakat birçok isyan aslında daha sonra meydana gelen artçılarıyla o toplumda ve tarihte iz bırakmışlardır. İsyanın yaşandığı tarihten sonra o toplum bir daha eski haline dönmemiştir. Yepyeni bir dünya, yepyeni bir toplum meydana gelmiştir.
Eğer yanlış bilmiyorsam İbn Rüşd derki: “Bir yumurtayı eğer dışarıdan kırarsanız oraya ölümü getirirsiniz. Eğer aynı yumurtayı içeriden kırarsanız oraya canlılığı getirmiş olursunuz.”
Tarihte tıpkı bu yumurta metaforu gibi gelişir. Eğer bir yerde savaş ya da işgal varsa bu oraya ölümü ve yıkımı getirir ama isyan ya da devrimde ise başlangıç itibarı ile sonuçları kötü bile olsa, zaman içinde orada yepyeni ve bambaşka bir hayat filizlenir.
MÖ 71’de Roma’da Spartaküs isyanı olur, yaklaşık iki yıl süren bu ayaklanma sonucunda Spartaküs ve arkadaşları, yenilirler ve çarmıha gerilirler. Binlerce köle öldürülmüştür. Bu isyanın görülen iki sonucu olmuştur. Birincisi yapılan savaş sonunda Roma’da Cumhuriyet rejimi yerini yaklaşık bir 30 yıl sonra diktatörlüğe ve imparatorluğa bırakmıştır. İkincisi de ayaklanmadan sonra Romalıların kölelerine artık daha iyi muamele ettikleri bilinmektedir ve özellikle büyük çiftlik sahipleri artık köle istihdamı yerine, özgür köylüleri istihdam etmeye başlamışlardır. Bu aynı zamanda ilk feodaliteye geçiş sürecidir.
Daha yakın bir tarihe gelirsek, Avrupa’da 1789 yılında başlayıp en son 1848 isyan ve devrimleriyle süren süreç sonunda hüsranla bitmiştir ama bu yaşananlar bir yandan iki dünya savaşını ve diktatörlükleri körüklerken, bir yandan da Sovyet devrimini doğurmuştur. Aynı zamanda çağımızın gördüğü bütün demokrat yönetimlerinde tetikleyicisi olmuştur.
Fakat bu yazıda benim üzerinde duracağım isyan, bizim topraklarımızda meydan gelen bir isyandır. Çünkü bu isyanın sonuçları bir coğrafyanın modern zamanlara gelinceye kadar olan kaderini değiştirmiştir.
Babailer isyanı, 1239 yılında Anadolu topraklarında, Baba İlyas’ın ve Baba İshak’ın başlattığı ve zaman içinde bütün Anadolu’da sadece Türkmenlerin değil, bazı Kürtlerin, bir kısım Hristiyanlar’ın da yer aldığı, sadece köylülerin değil, Mikail Bayram hocanın iddia ettiği gibi şehirli Ahilerinde bulunduğu bir isyandır.
“Babailer konusunda bugüne kadar yayınlanmış monografik makaleler içinde en yeni iki tanesi, Osmanlı sosyoekonomik tarihinin tanınmış titiz araştırıcılarından Irene Beldiceanu-Steinherr’indir. 1487 tarihli Hüdavendigar Livası Tahrir Defterinde,  Göynük’le ilgili kayıtlarda rastladığı bir Babai cemaati üzerine kaleme alınmış ilk makale, Babailer isyanının, Anadolu’daki bir sürü isyan arasından rastgele biri olmadığını, birçok boyutuyla yüzyılların içinden önemli etkiler yarattığını arşiv kayıtlarına dayanarak göstermek istemekte ve olaya yeni bir boyut kazandırmaya çalışmaktadır.”[1]
Ahmet Yaşar Ocak, Babailer isyanı kitabında bu isyanın nedenlerini iktisadi ve sosyal faktörler olarak ana iki bölüm halinde incelemeye çalışırken, genel bir ifadeyle şöyle söylüyor:
“1237 yılında, II. Gıyaseddin Keyhusrev babası I. Alaeddin Keykubad’ın zehirlenerek ölmesinden sonra Anadolu Selçuklu tahtına geçmiştir. Babasının zamanında doruk noktasına erişen memleketin siyasi, içtimai ve iktisadi nizamı, yeni genç sultanının beceriksiz ve kötü idaresi yüzünden hızla alt üst olmaya başladı. Bilhassa veziri Sadeddin Köpek’in kendi ikbalini ve iktidarını daha da yükseltmek için işlediği siyasi cinayetler ve gayri meşru bir takım faaliyetleri, halkın hayatında büyük krizler meydana getirdi. Bu arada göçebeler ve köylü ahali bu kötü yönetimden son derece zarar gördü. İşte bu genel rahatsızlık yüzündendir ki, 1240 yılında bir ihtilal patlak verdi.”[2]
Bu isyan 1239 yılında Adıyaman, Malatya’da başlayıp, 1240 yılında, Kırşehir yakınlarındaki Malya’da yapılan savaşta yenilgi ile sona ermiştir. Bu yazıda isyanın itikadi yönü ya da Baba İlyas ve Baba İshak’ın bu isyanı ekonomik nedenlerle mi, yoksa peygamberlik iddialarında bulundukları için mi çıkardıkları konusu üzerinde durmayacağım. Sadece Baba İlyas’ın torunu Elvan Çelebi’nin Menakıb’ul Kudsiyye’de söylediği gibi bu isyan zalim ve sefih Selçuklu sultanı ve onun veziri Sadettin Köpek’in özellikle Türkmenlere yaptıkları zulme karşı çıkarılmış bir isyan olduğunun çok açık bir şekilde göründüğünü belirtmek istiyorum. Bu isyan sırasında Türkmenler Selçuklu kuvvetlerini tam on iki kez yenmişlerdi ama sonuçta mağlup olmaktan kurtulamamışlardı.
“Babailer’in ilk baştaki bu başarılarını etkileyen bir başka faktör de hiç şüphesiz, Baba İlyas’ın feodalizme karşı bir içtimai düzen sağlayacağı iddiasıdır. O, Türkmenlere kendi göçebelik zihniyetine çok iyi uyan bir çeşit müşterek mülkiyet sistemi vaad ediyordu. Zaferden sonra ele geçecek ganimetleri eşit paylarla bölüştüreceği haberini bilhassa yaymaya dikkat ve özen göstermişti.”[3]
Ahmet Yaşar Ocak’ın yapılan işi başka bir vecheye sokmaya çalışmasına rağmen, kendisinin de hakkını teslim ettiği gibi bu isyanın temelinde zalim bir düzene karşı, yetmiş iki milleti bir gören ağyarı, ötekisi olmayan Vefai dervişlerinin ortaklaşmacı anlayışları ön planda yer alıyordu. Sonuçta Malya savaşında büyük bir kırıma uğrayan Türkmen Şeyhleri kaybediyordu. Ama uzun vadede aslında onlar bu coğrafyayı değiştirmeye başlayacaklardı.
“Baba Resul isyanının Türkiye’nin dini-sosyal tarihi açısından en önemli sonucuna işaret etmek gerekir. İsyandan sonra Anadolu’nun muhtelif bölgelerine dağılan Baba İlyas’ın halife ve müridleri, asıl Babai Hareketi diyebileceğimiz büyük dini-mistik hareketi meydana getirmişler ve batı ucunda teşekkül eden Türkmen beyliklerinde, özellikle Osmanlı beyliğinde büyük bir etkinlik kazanarak fetih hareketlerinin yürütülmesine bilfiil katılmışlardır. Abdalan-ı Rum (Rum Abdallan) adı altında XIV. ve XV. yüzyıl Anadolu’sunun batı uçlarını dolduran Babai Hareketine bağlı bu şahsiyetler, nihayet XV. yüzyıl sonlarında Bektaşiliğin ve Aleviliğin teşekkülüne ortam hazırlayarak en büyük tarihi rollerini oynamışlardır.”[4]
Peki bu dervişler kimlerdi. Şeyh Osman, Aynuddevle ( Ayna Dola ), Hacı Mihman, Bağdın Hacı, Şeyh Balı, Şeyh Edebalı, Emir Cem, Hacı Bektaşı Veli, Yunus Emre gibi birinci nesil abdallar yanında, bu şeyhlerin müridleri olan Geyikli Baba, Sarı Saltık, Barak Baba, Aybek Baba, Baba Merendi gibi dervişler de vardı aralarında. Bu Abdallar, tıpkı ahiler, gaziler ve bacılar gibi bütün bir Anadolu’yu ve Balkanları Müslümanlaştırıyor ve Türkleştiriyorlardı. Üstelik bunu diğer halklara göre daha az bir nüfusa sahip olmalarına rağmen yapabiliyorlardı.
Günümüzdeki bakış açısıyla bakıp, o günü anlamak oldukça güçtür ama 12. ve 13. Yüzyılın Anadolu’sunda, gazilerin dini inanç ve davranışlarının yanında diğer İslam ülkelerinde rastlanandan daha üstün bir dinsel hoşgörünün var olmasını anlayabilmek çok zordur. Şüphesiz bunda ana unsur, devleti yönetenlerle, Türkmenlerin diğer halklara bakışlarında olan farktır. [5]
Bugünlerde şiddetini iyice arttıran ve maalesef hepimizi sıkan bir süreçten geçiyoruz. Bizlerin 80’lerin başından beri Kürt sorunu olarak tariflemeye çalıştığımız, Marksist bir hareket olarak başlayan daha sonra taban bulan ve kimlik sorunundan, ulusal mücadeleye kadar siyasi söylemin içinde çeşitli yerlere konulmaya çalışılan, devletin ve halkın kahir ekseriyetinin silahlı bir kalkışma ve terör olarak nitelendirdiği meselenin hepimizin canını yaktığı aşikar. Bütün toplum bir şekilde bedel ödüyor. Sonuç itibarı ile Osmanlı’dan günümüze kadar meydana gelen onlarca Kürt isyanının en uzun süreni ve en sonuncusu ile karşı karşıyayız. Devlet bu isyanın silahlı kanadıyla belki de tarihinde hiç olmadığı kadar sert bir şekilde mücadele ediyor ve tabiri caizse, bu isyana destek veren, yanında duran, legal siyasetini yapan herkesi de sigaya çekiyor. İstediği bu isyanı sopa atarak sönümlendirmek, muhtemelen çok büyük kan dökülecek ve bu kısmen başarılacak, yani Türkiye Cumhuriyeti bu işin ayaklanma kısmını tarihte onlarcası görülen isyanlar gibi bastıracak. Fakat yine görünen o ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve yeni bir dönem hepimiz için açılacak. Bizler ise bu şiddetin ortasında hissemize ne düşecekse payımızı alacağız.
Bu uzun müddet süren savaşın artçıları yavaş yavaş uç vermeye başladı. Suriye’de Rojava bölgesinde ortak bir yaşam, birlikte mücadele gibi kavramlarla, orada bulunan bütün halklar, Kürt hareketinin etrafında, daha demokratik, daha özgürlükçü, daha katılımcı bir yönetim kurmaya çalışıyorlar. Aslında bu savaşın ve bu kadar uzun süren isyanın etkileri daha sonra görülecek, ben kendi adıma neyi görebilirim bilmiyorum ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacak onu biliyorum. Rojava’da yapılmaya çalışılan şey, muhtemelen bütün coğrafyayı etkileyecek, işte tam bu yüzdendir ki İsmet Özel, son yazısında anladığım kadarı ile buraya bir vurgu yapıyor.
“Bu yazıyı yazmağa giriştiğimde size kendimin niçin gerek AKP’ye ve gerekse MHP’ye hayat sahası temin eden dinamiklere uzak, giderek düşman olduğunu, buna mukabil PYD’nin parlaklığını sağlayan dinamiklerle ne derecede dost, o dinamiklerle nasıl içli dışlı olduğumu izah etmek niyetindeydim. Yazı ilerledikçe niyetlendiğim şeyi başarmağa güç yetiremeyeceğimi fark ettim. Yazarlık hayatımın ilk gününden itibaren yanlış anlaşılma ihtimaline kötü gözle bakmadım. Okurun bildiğini okuması beni tedirgin etmedi. Yeter ki, bir şey anlama zevkine talip olunsun. Geçen zaman haysiyet kaybı korkusu getirdi bana. Birileri içlerine çektiği zehri yüzüme üfürsün istemiyorum.”[6]
Benim anladığım İsmet Özel, Türklüğün bir ırk değil, bir hal olduğunu ve günümüzün ‘Türklerinin’, Kürtler olacağını her zamanki üslubu ile ama bu sefer daha ‘mahcup’ bir şekilde anlatmaya çalışıyor. Çünkü kendisinin söylediği gibi haysiyet kaybı korkusu yaşıyor.
Bildiğim bir tek şey var, bu iki halkın nabzı çok uzun zamandır birlikte atıyor. Yaşadığımız şeyler bizleri çatışmaya doğru götürse de, bizim eşit, adil ve özgürce bir arada yaşamaktan başka çaremiz yok.
[1] Babailer İsyanı, Ahmet Yaşar Ocak, s.27
[2] Babailer İsyanı, Ahmet Yaşar Ocak, s.31
[3] Babailer İsyanı, Ahmet Yaşar Ocak, s.139
[4] Babailer İsyanı, Ahmet Yaşar Ocak, s.220
[5] Osmanlılardan önce Anadolu, Claude Cahen s. 167
[6] Üçün birini almak, AKP,MHP, PYD, www.istiklalmarsidernegi.org.tr
* Vladimir Kush’un Sunrise by the Ocean adlı tablosudur.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir