Hülya Gülbahar ile Söyleşi

Kadına yönelik şiddet ve cinayet olaylarındaki artış üzerine 1978 yılından beri kadın hareketinin içerisinde olan aktivist ve avukat Hülya Gülbahar ile bir söyleşi yaptık. 1994-2004 yılları arasında Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın gönüllü avukatlığını ve 2007 yılında Kadın Adayları Destekleme Derneği (KA-DER) başkanlığını yapan Gülbahar, kadın cinayetlerinin bir “cins kırımı” olduğunu belirtiyor. Kendisini dinliyoruz.

 

Adalet Bakanı 2002-2009 arasında kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığını açıklamıştı. Başbakan ise kadın cinayetlerinin aslında artmadığını sadece son dönemlerde daha görünür olduğunu söylemişti. Aslında kadın cinayetlerinin artmadığı yalnızca daha görünür olduğuna dair iddiaları ve 2002 öncesi istatistiksel veri olmadığı için artışın yüzde 1400 çıktığına dair açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

HG: 2002’den önce de Türkiye’de cinayetler cinayet olarak kayda geçiyordu. Türk Ceza Kanunu değişinceye kadar insan öldürme suçu adam öldürme suçuydu. Kadın da öldürülürse adam öldürme fiili ile yargılama yapılıyordu. Ama istatistiklere öldürülen adamın cinsiyeti olarak kadın yazılıyordu. Dolayısıyla Türkiye’nin insan öldürme, cinayet davalarına ilişkin istatistikleri her zaman sağlam olmuştur. Ölenin cinsiyetine bakılır maktul, maktule kavramlarıyla kadın mı erkek mi olduğu istatistiki kayıtlara geçerdi.

Bu, kadına yönelik şiddet, psikolojik şiddet, fiziksel şiddet rakamı değil. Doğrudan cinayet rakamı. Bu yüzden görünür olduğu tezi, aynen münferit olaylardır tezine benziyor. Sayın başbakan da, dönemin Kadın ve Aileden sorumlu bakanı Selma Aliye Kavaf’ta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Nahide Opus kararı[1] için münferit bir karar demişti. Günde en az beş kadının öldürüldüğü bir ülkede ki bugün bu rakam artmış olabilir, bu tür olaylara münferit demek için gerçekleri kasıtlı olarak çarptırıyor olmak gerekir.

Münferit söyleminin tutmayacağı görüldüğü için ardından görünürlük iddiası ortaya atıldı. Türkiye’de kadına yönelik genel olarak şiddetin her biçiminin görünürlüğünün artmış olması bir gerçek. Ama özellikle son dönemde şiddetin patlama yaptığı da bir gerçek. Bir ülkede genel şiddet olgusunda bir artış varsa, otomatik olarak öncelikle kadın üzerinde şiddetin arttığını görürüz. Dolayısıyla ülkede sporda şiddet artacak, gündelik hayatta şiddet artacak, hastanelerde doktorlar dövülecek de, kadınlara yönelik şiddet ve kadın cinayetleri artmayacak, böyle bir şey mümkün değil. 2009 Temmuz ayından sonra ise elimizde resmi veri yok. Çünkü resmi veri açıklamayı bıraktılar. 2009’un temmuz ayını yıla vurursak 2009 yılı için günde yaklaşık 5 kadın, cinayete kurban gidiyor. Dolayısıyla bu nedenle ben cins kırım adını kullanıyorum. 

Neden 2000’lerden sonra kadın cinayetlerinde bu kadar büyük bir artış meydana geldi?

HG: Kadına yönelik şiddeti artıran faktörlerden birisi kadının geleneksel hizmet ve itaat çemberinin dışına çıkmaya çalışmasıdır. Kadın cinayetlerini kazıdığınız zaman, altında hizmet ve itaat olduğunu çok net bir şekilde görürüz. Bir cins bir cinse, çocukken babasına, erkek kardeşlerine; evliliğinde kocasına, yaşlılığında oğullarına su getir dedikleri anda elinde bir bardak suyla koşacaksa ve bir cins diğer cinsin susadığı her anda ona su taşımakla yükümlüyse, orda kadına yönelik şiddetin sonlandırılması mümkün değildir. Kadınlar bu rollere direneceklerdir, itaatsizlik edeceklerdir, hizmette “kusur” edeceklerdir, bunun bedelini de bazen canlarıyla ödeyeceklerdir. Yaşamları pahasına kadınlar buna direneceklerdir.

Günümüz için ise Türkiye’de olduğu gibi küresel neoliberal ekonomi politikalarının yarattığı ekonomik yıkımın, sosyal devletin daraltılmasının, sosyal hakların kısıtlanmasının etkisi var. Medyanın cinsiyetçi kalıpları tekrar eden, şiddeti körükleyen özendiren yayınlarının etkisi var. Dünyanın doğu, batı, kuzey, güney birçok ülkesinde artan politik muhafazakârlığın, zaman zaman da dinsel muhafazakârlığın etkisi var. Bütün dünyayı etkileyen bu olaylar nedeniyle birçok ülkede yapılan ölçümlerde yüzde 5 – 15 oranında kadına karşı şiddetin ve kadın cinayetlerinin arttığı gözlemleniyor.

Neoliberal politikalar ile kadına yönelik şiddet arasındaki bağlantıyı biraz açabilir misiniz?

HG: Küresel politikaların en önemli örneklerinden bir tanesi seks işçiliğine sürüklenen kadınlar meselesi yani kadın ticareti meselesi. Bugün yapılan ekonomik araştırmalar bize, kadın ticaretinin uyuşturucu silah alkol ticareti kadar karlı bir alan olduğunu ve dev bir küresel dünya sektörü haline geldiğini gösteriyor. Hatta öyle ki, kadın ticareti bugün uyuşturucu ticaretinden elde edilen kazancı geçmiş durumda. Dolayısıyla bu her yaştan kadının alınıp satıldığı, sınır dinlemeksizin değiş tokuş edildiği bir dünyada genel olarak bütün kadınların hatta giderek artan bir şekilde erkek çocukların ya da genç erkeklerin de seks işçiliğine sürüklendiği bir süreç yaşıyoruz. Bunun bütün dünyada kadına karşı şiddeti körüklememesi mümkün değil.

Kadına yönelik şiddet konusunda Türkiye’ye özgü sebepler var mı?

Dünya’ya ilişkin bütün bu süreçler birebir Türkiye için de geçerli. Fakat 2002’den sonra Türkiye’de farklı olan şey muhafazakâr hükümet politikalarının dünyadaki muhafazakâr hükümet politikalarından daha da muhafazakâr olması gerçeğidir. Bugün özellikle Avrupa ülkelerinde muhafazakâr demokrat dediğimiz partilerin, kadın erkek eşitliğini istemeyerek de olsa kabul etmiş olduklarını, kadın erkek eşitliğine aykırı bir söylem geliştirmediklerini görüyoruz. Bu ülkelerdeki muhafazakâr partiler, kendilerini diğer partilerden kadın erkek eşitliğine inanamamak konusunda değil, aileyi güçlendirici politikaları daha fazla uygulamak konusunda ayırt ediyorlar. Bu politikaları uygularken de ister istemez o ülkelerin bağlayıcı yasal mevzuatı nedeniyle aile içinde eşit ilişkiler kurulması gerçeğinin altını çizmek zorunda kalıyorlar.

Hem kadın erkek eşitliğine inanmayan hem kitle partisi olan muhafazakâr bir parti olamaz. Yalnızca Avrupa ülkeleri için söylemiyorum bunu, dünyanın birçok ülkesinde de aynı standart kadınlar açısından yakalanmış durumda. Kadın erkek eşitliğine inanmamak bugün ancak marjinal partilerin ya da marjinal siyasi hareketlerin iddiası olabilir. Türkiye’deki muhafazakârlığın ayırt edici yanı ne yazık ki bu. Ve Türkiye’deki şiddetin artışını körükleyen ana etmenlerden biri de bu. Özellikle başbakanın söyleminde ifadesini bulan ama başbakan gibi düşünen binlerce siyasi ve bürokratik kadronun iş başında olduğu bir ülkedeyiz.

Başbakanın, kadının yeri evidir, kadınlar anamızdır, annelik kutsaldır, kadınlıktan anneliği çıkarttığınızda geriye kutsal olan bir şey kalmaz, kadınlar 3 çocuk sahibi olmalıdır, çocuklara kadınlar bakmalıdır, kreş eken huzur evi biçer, gibi tespitleri var.  Türkiye’de çocuk, yaşlı, engelli bakımının kadının asli görevi olduğunu, onun dışındaki alanların erkeklerin alanı olduğunu ve kadının arızi olarak bütün bu işleri hallettikten sonra çıkabileceği alanlar olduğunu söyleyen bir zihniyet iktidarda.

Kadınlar Türkiye’de kendi hayatlarına ve kendi kararlarına sahip çıkıyorlar. Yükselen muhafazakâr dalgayla beraber kadınların kendi hayatlarına sahip çıkma bilinci ve kararlılığı da yükseldi. İkisi birbiriyle ciddi bir biçimde çelişiyor.

Türkiye’ye ek olarak bir türlü sonlandırılamayan iç çatışmayı ve buna bağlı olarak göç ve yerinden edilmişlik olgusunu da eklemek gerekiyor. Militarizmin, savaş ve şiddet dilinin yükseldiği ortamlardan kadınlar en büyük zararı görüyor. Çünkü militarist dil eril bir dildir.

2005 yılında namus cinayetlerindeki tahrik indirimini kaldıran düzenlemeler yapıldı ve son çıkan şiddet yasası ile kadına yönelik şiddet daha konuşulabilir ve tartışılabilir hale geldi. Ama hala her gün kadına yönelik şiddet ve cinayet olaylarını duymaya devam ediyoruz. En iyi yasayı bile çıkarsak uygulamanın değişmesi çok daha önemli sanırım. Bir avukat olarak uygulamaya yönelik yaşadıklarınızdan bahsedebilir misiniz?

HG: Yasalar değiştiği halde o yasaları uygulayacak mekanizmalardaki erkeklerin zihniyetinin hiçbir şekilde değişmediğini gösterecek yüzlerce örnek sayabilirim. Makam ve kamu otoritesini kullanan kadınların çoğunda da durum çok farklı değil. Bir tane örnek vereyim, bu yıl 8 Mart haftasında, bir kadın hâkim bir ay önce boşanmış olduğu için, benim koruma emri verilmesi için başvurduğum kadının talebini reddetti. Hâlbuki kanunda boşanmış kadınlar yararlanamaz diye bir ibare yok, eşler diyor. Ve buna ilişkin, tüm kadınlar medeni nikâh şartı aranmaksızın 4320 sayılı ailenin korunmasına dair kanundan yaralanacaktır diye bir yönetmelik çıkartıldı. Ama 8 Mart haftasında mecliste şiddet yasası görüşülürken hakim, bir ay önce boşanmış olduğu için itiraz yolu kapalı olarak böyle bir karar verdi.

Türkiye’de, en yoğun şiddet yaşandığı dönemler evlilik öncesi veya sonrası fark etmeksizin bir ilişkiyi sonlandırmaktır. Dolayısıyla şiddete karşı kadınların korunmasını nikâh koşuluna bağlarsanız, bu yasayı sadece balayı dönemlerine bağlarsınız. Balayı dönemlerinde de şiddet daha düşük dozda olur. Şiddetin yükseldiği dozlar, nişanın atılmaya çalışılması, ayrılmaya çalışılması, evlilik ilişkisine kadının girmediği, bir de kadının boşanmak istediği zamandır.

Kadın cinayetlerine bakarsak iki konuda yoğunlaştığını görürüz. Seviyordum, evlenmek istemedi öldürdüm, ayrılmak istedi öldürdüm. Şiddetin yoğunlaştığı her iki dönem için de burada medeni nikâh yok. Medeni nikâh ilişkisi bitmiş diyerek kadınları koruma kapsamı dışına çıkartırsanız, bu kanun milyonlarca kadını kapsamayacak diyerek, bir medeni hal ayrımcılığı yaparsınız.  Aynı zamanda bu bütün bir topluma mesajdır. Yani şiddete karşı koruma yasasını sadece nikâh koşulu içerisinde sınırlıyor olmak, bütün topluma kadın ancak ailenin bir parçasıysa korunur, ailenin bir parçası değilse korunmaması gerekir mesajı vermektir. Bir cinsin bir cinse hizmet ve itaat etmek zorunda olmasını sorgulamayan, değiştirmeyen hiç bir iktidar kadına yönelik şiddet sorununu çözemez, tam tersine üretir.

AB süreci nedeni ile Türkiye’de pek çok yasa değiştirildi ve yeni yasalar çıkartıldı. AB’ye ve bunun kadın hareketine olan etkisine nasıl bakıyorsunuz?

HG: Türkiye’de yasaların değişimi konusunda Avrupa Birliği sürecinin kuşkusuz bir etkisi var. Ama şunu da açıkça söylemek gerekir ki, soyut ve dolaylı bir etkisi vardır. Kritik hiçbir konuda biz Avrupa Birliği’nin yoğun desteğini görmedik.

Türk Ceza Kanunu’nda kadın cinayetleri, tahrik indirimi, ayrımcılık yasakları, çocukların cinsel istismarı, evlilik içi tecavüz vb. kritik konuları tartışılırken, AB hiçbir zaman bizim yanımızda olmadı. AB’nin ayaklandığı konu, başbakanın zinayı suç olarak yeniden Türk Ceza Kanunu’na sokması konusuydu. Ama Türkiye içi muhalefetimiz de başbakanı bu konuda vazgeçirmeye yetecekti zaten.

AB’nin biz bir tek yerde desteğine ihtiyaç duyduk. O da Medeni kanunda yer alan evlilik içinde edinilen malların eşit paylaşılması konusunda. Bu konuda AB hiçbir biçimde, yanımızda olmadı. Biz o mücadeleyi yalnız verdik. TCK’daki diğer konulardaki mücadeleyi de biz yalnız verdik. Dolayısıyla böyle Türkiye’de olan her şeyi AB’nin etkisine bağlamak, Türkiye içi dengeleri küçümsemek anlamına geliyor. Ayrıca aynı zamanda, AKP içerisinde, bu tür yasaların doğru bir biçimde, demokratik bir biçimde çıkması için mücadele veren, gayret gösteren kadroların emeğini de küçümsemek anlamına geliyor.

Ne mutlu ki, AKP mono blok bir yapı değil. O yapı içerisinde en azından yasalar ve anayasa düzeyinde kadın erkek eşitliğini ortadan kaldıracak düzenlemeler yapılmasını istemeyen kadınlar ve erkekler var. Sadece Fatma Şahin’den ibaret değil bu süreç. Örneğin Serpil Yıldız’ın adını burada özellikle anmak istiyorum. Büyük şehir belediyeleri ile nüfusu 50.000’i geçen ilçe belediyelerine sığınak açma yükümlülüğü getirmek için deliler gibi uğraşan AKP’li kadın milletvekili Serpil Yıldız’dı.

Ailenin Korunması Ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un” adının kadın değil aileyi koruma olarak düzenlenmesine yönelik eleştirileriniz oldu. Bu aile kurumunu reddeden bir tavır mı?

HG: Siyasetçilerin aile modeli üzerinden siyasi kurgu yapmaları demek, toplumu aile üzerinden şekillendirmek ve yönetmeye çalışmak demek. Benim ana itirazım bu konuda.

Türkiye’de güzel bir yönelim vardı. 2002 yılında aile ile ilgili anayasanın 41. maddesine eşler arasında eşitlik ilkesi konuldu. Aile hassas bir konu, aile konusunda da demokratik ve özgürlükçü olmak gerekiyor. Aile muhafazakârlık kaldıran bir olgu değil. Aileyi muhafazakârlık kalıpları içerisinde yorumlamaya çalıştığınız takdirde,  antidemokratik, şiddet üreten devlet tescilli kurumlar üretiyorsunuz demektir.

Aileden murat, devletin tasdikname verdiği, nikâh cüzdanı gibi, devletten izin alarak sevişilen, devletten izin alınarak çocuk doğurulan bir kurumsa ve devletin izin verdiği koşullarda ayrılabildiği bir kurumsa, tabi ki böyle bir kurumun korunması değil tamamen değiştirilmesi gerekiyor.

Sadece kadın ve erkek bireylerin huzur ve keyfi açısından değil, toplumun sağlıklı bir toplum olabilmesi için de bütün bunların tartışılması gerekiyor.  Bu yüzden dünya eşcinsel evlilikleri, evlilikte sadakat mi önemlidir güven mi önemlidir diye tartışıyor. Evlilik yeminlerini değiştiriyorlar. Bence güven sadakatten daha önemlidir. Bu tartışmalar yapılacak, Türkiye bundan kaçamaz. Çünkü insanların özgür tercihleri eninde sonunda kendine bir yol bulup gidiyor.

İnsanların hayatına devlet eliyle bu kadar müdahale edemezsiniz, etmemeniz gerekiyor. Bu yüzden, değişik aile biçimleri içinde insanların yaşama haklarına saygı gösteren bir devlet politikası olması gerekiyor. Onlara karışan ve o yaşam biçimleri içinden siyasetçinin canının istediğini gösterip herkes böyle yaşayacak dediği bir aile modeline tabii ki itiraz ediyoruz.

Yapılan yasal değişikliklerde kadın hareketinin rolünü anlatabilir misiniz?

HG: Pek çok yasal değişiklik kadın hareketi sayesinde oldu. Seksenden sonra kadın hareketinin yaptığı ilk işlerden bir tanesi, medeni kanunun aile reisliği dâhil olmak üzere tümden değiştirilmesi talebi oldu. Kadınlar yüzbinlerce imza topladılar. 1987 yılında İstanbul’da yapılan ilk yürüyüş, bir yargıcın kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin diye mahkeme kararına Türk milleti adına yazdığı kararı protesto etmek için yapılan dayağa hayır yürüyüşüydü.

Seksen öncesi de çok güçlü bir kadın hareketi vardı Türkiye’de. Ama talepler daha genel ve ekonomikti. Eşit işe eşit ücret, çalışan kadınların kreş hakkı, kadın üreme sağlığı haklarının savunulması gibi alanlara yoğunlaşmıştı. Bütün kadın örgütleri daha darbe olmadan, sıkıyönetim tarafından kapatıldı. Başta, ilerici kadınlar derneği olmak üzere, bütün arşivleri yok edildi. 1980 darbesinden sonra, siyasi partilerin kadın kolları oluşturmaları bile yasaklandı. Türkiye kadın hareketi böyle bir dönemden geçti.

Siyasi görüşü ne olursa olsun kadın hareketi her zaman, iktidarı kullanan, karar verici konumda olan, kanunları çıkartan, bütçeyi yapan, devletin bütçesindeki kaynakların hangi cinse nasıl tahsis edileceğine karar veren erkeklerle mücadele ederek geçti. Türkiye’de hiçbir kanun değişikliği ya da hiç bir anayasa değişikliği kendiliğinden ya da AB’ye şirin görünmek için yapılmadı. Hepsinin arkasında çok ciddi bir kadın mücadelesi var.

2004 yılında eşitlik maddesine kota ve pozitif ayrımcılık eklenmesi için mücadele etmiştik. Anayasa değişiklikleri sırasında kotaya ve pozitif ayrımcılığa karşı çıkan bütün partilerden kadın ve erkek milletvekillerine Türkiye’nin birçok kentinden kadınlar çok kısa bir protesto faksı çektik. Çağdaş demokrasilerde kotaya ve pozitif ayrımcılığa karşı çıkmak çağdışı ve anti demokratik bir tutumdur yazıyordu protesto metninde. Bu metin CHP’li, MHP’li, AKP’li, bütün milletvekillerine gönderildi. İçlerinden bir tanesi altı ayrı kadın örgütünden altı ayrı kadını seçerek ceza davası ve hakaret davası açtı. Bu kadınlar, nezdinde altı kadın örgütü ve altı kadın örgütü nezdinde Türkiye kadın hareketi, kota ve pozitif ayrımcılık istediği için ceza davasında yargılandılar. Davacı, sonradan kadın ve aileden sorumlu bakan olan Nimet Çubukçu’ydu! O dava senelerce sürdü, son dakikaya kadar bakan hanım çekmedi davayı, son dakikada, son gün, karar verilecek, çekeyim ben davayı dedi. Biz de hayır, devam etsin dedik ve beraat ettik.

Ailenin Korunması Ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un hazırlanmasının öncesindeki süreçte aktif bir rol aldınız. Bu süreci ve yasaya yönelik eleştirilerinizi anlatabilir misiniz?

HG: Türkiye’de kadına yönelik şiddetle ilgili devletin attığı her adım, Türkiye kadın hareketinin baskısı ve talebi sonucunda olmuştur. En temel hakları için, eşiyle babasıyla mücadele edip hayatını kaybeden kadınlar sayesinde olmuştur. Hareketin içinde görmediğimiz kadınların mücadelesi de çok önemli. Kadının çalışma hakkının kocanın iznine bağlı olmasının iptali de, İzmirli Hatice Albayrak[2] diye bir kadının tek başına avukatı ile verdiği mücadele sayesinde olmuştur.

Bütün bu mücadelelerin bilgi ve deneyim birikimi ile bu yasaları kadınlar biçimlendirdi. Son şiddet yasası için de aynı şey geçerli. Fatma Şahin, aile ve sosyal politikalar bakanı olmadan önce, AKP kadın kolları başkanıyken daha kapsamlı bir kadına yönelik şiddet yasası çıkarılması için kadın örgütleriyle görüşmelere başlamıştı. Bu görüşmeler çerçevesinde hazırlanan taslak geçtiğimiz yaz bakanlar kuruluna sunuldu. Kurul, daha kapsam maddesinde, yakın ilişki içinde yaşayanlar tanımını çıkartarak, yeni şiddet yasasının sadece evli kadınlara uygulanması gibi bir daraltma önerisinde bulununca, kadın örgütleri sürece örgütlenerek müdahil oldu. 19 Eylül 2011’de Bakanlıkla kadın örgütleri bir toplantı yaptı. Bu toplantının ardından 236 kadın örgütü bir araya gelerek Şiddete Son Platformu’nu oluşturdu. Bu platform 33 sayfalık alternatif yasa taslağını hazırladı. Bu noktada Fatma Hanım’ın sivil toplum örgütleriyle bir araya gelmesi onların görüşlerini alması olumlu bir çabaydı. Ancak bu çaba ve süreç sonuçlanmadan taslak metin kadın örgütlerinden habersiz olarak yeniden Bakanlar Kuruluna gönderildi.

Ne yazık ki, yasanın bu son halinde başta adının ailenin korunması olarak değiştirilmesi olmak üzere pek çok olumsuz nokta bulunmakta. 2 yıl içinde 14 ilde açılacak ve 7/24 çalışacak tercihen kadın 5566 personelin görevli olacağı Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri ile ilgili hükümler budanarak çıktı. Toplumsal cinsiyet tanımı, ev içi şiddet tanımı gibi bütün tanımlar, şiddet uygulayan erkeğe ve şiddette maruz kalan kadınlara verilecek destek hizmetlerinde insan onuruna yakışır müdahalede bulunmak da dahil olmak üzere bir çok temel hak ve nokta Bakanlar Kurulu tarafından budandı. Budanan bu maddelerin en azından bazılarının yeniden yasaya sokulması için uğraştık.

Bakanlar Kurulu’ndaki bu muhalefet nedeni ile sanırım Fatma Şahin’de kamuoyu önünde bir miktar zor durumda kaldı. Buna elinden geldiğince direndi ama daha fazla direnmesi istifa anlamına geleceğinden onun sınırları da buraya kadar oldu. Bu taslak tartışmaları sırasında şunu gördük ki; her şeye para var, her konuya para bulanabilir ama kadınların yaşam koşullarını düzeltecek kadınları şiddetten korumaya yönelik para harcamayı gerektiren hiçbir şeye para yok.

5566 personel sayısı adeta kadınlarla alay eder gibi 362’ye düşürüldü. Bu devlet geleneği ne yazık ki değişmiyor. Kadınla ilgili alanlarda muhafazakâr politikaları desteklemek söz konusu olduğunda yani hastalara, yaşlılara ve çocuğa evde kadınlar baksın dendiğinde şartlı nakit transferi gibi para ödemeleri ile kadınlara destek veriliyor. Muhafazakâr modeli kadınların ve toplumun kafasına yerleştirmek için her şey yapılıyor onun dışında devlet bir kuruş bile para vermek istemiyor.

İkinci bir nokta; bu taslak sırasında Şiddete Son Platformu harcadığı mesainin 3’ te 1’ini erkekleri korumak için harcamak zorunda kaldı. Örneğin şiddet uygulayanlara karşı alınacak önlemlerin insan onuruna yakışır bir şekilde olması talebimizin yasaya açıkça yazılmasını istedik. Çok büyük mücadeleler sonucunda mecliste eklendi tekrar.

Daha çok kadına yönelik şiddet üzerine konuştuk ancak kadın sorunu sadece şiddet olgusundan oluşmuyor. Bu yüzden son olarak kadın sorunu ilgili düşüncelerinizi anlatabilir misiniz?

Bütün Türkiye toplumunun bir konuda kafasının net olması gerekiyor: kadınlar ve erkekler eşittir. Biyolojik farklılıklar ayrıntıdır, bu eşitliği asla engellemez. Kadınların kadın olarak farklı ayrımcılık biçimlerine maruz kalmaları, son tahlilde erkeklerden tamamen farklı yaratıklar olduğu sonucunu doğurmaz; farklılaştırılmışlardır.

Toplumsal cinsiyet dediğimiz kavram, kadınları ve erkekleri, kadınlık ve erkeklik rolleri konusunda biçimlendiren din, ordu, eğitim, ekonomi politik gibi koşulların tezgâhından geçirip, kadınları iyice kadınlık görevlerine hapseden, erkeği de erkeklik klişelerine hapseden bir tezgâhtahtır. Bu tezgâhları ortadan kaldırdığınızda kadınlar ve erkekler arasındaki biyolojik cinsiyet farklılığının önemsizliğini görebiliriz. Hele ki günümüzde, bedensel işin arızileştiği, çöp gibi erkeklerin, dev gibi kadınların olabildiği ve bunların birbirleriyle evlenebildiği bir dünyada yaşıyoruz.

Kadın sorunu dediğimiz şey eşitlik, özgürlük, adalet ve demokrasi açısından nerde olduğumuzu gösteren bir sorun. Sadece kadınların değil, erkeklerin de ciddi bir şekilde ilgilenmesi gereken bir sorun. Bu sorunla ilgilenirken, geçici sloganlar, formüller ve klişelerle ilerlememek gerekiyor. Cinsiyetler arası hiyerarşiye bakmak, hizmet ve itaat ilişkisinin sorgulanması gerekiyor.

İnsanlar siyasi yelpazede nerede durursa dursun hizmet ve itaat ilişkisini sorgulamadan ve kendi gündelik hayatlarını dönüştürmeden kadın sorunu ile ilgili hiçbir şeyi değiştiremezsiniz. Türkiye siyasetinin ve sivil toplumunun kendini yenilemeye ihtiyacı var. Dinin, geleneklerin ve politik mirasın ataerkil yorumlarından kurtulmak gerekiyor.

Kadınların bilgisini, deneyimini ve enerjisini toplumun yararı için doğru bir şekilde kullanamadığımız sürece hiçbir sorunu çözebileceğimize inanmıyorum. Erkeklerin ve erkeklerin sunduğu bir takım iktidar kırıntılarından faydalanan kadınların ataerkil sistemin sunduğu ayrıcalıklardan feragat etmesi gerekiyor. Aslında Türkiye kadın hareketi fazla bir şey istemiyor bütün tapuların yarısını, bütün koltukların yarısını, bütün araçların yarısını, bankalardaki paranın yarısını yani sadece hakkı olanı istiyor. 5 bin yıl siz iktidarı kullandınız her şeyin sahibi oldunuz bir 5 bin yıl da kadınlar sahibi olsun demiyoruz. Sadece adil ve vicdanlı bir hareket olduğumuz için sadece hakkımız olanı ve bizden alınanı istiyoruz. Yani adalet istiyoruz.

Teşekkürler….



[1] Türkiye Cumhuriyeti, 2002 yılında Nahide Opus davasında, kadın yurttaşını koruyamadığı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından ceza almış tek devlet oldu.

http://bianet.org/bianet/dunya/115147-hukumet-aihm-kararini-kadinlar-hukumeti-utanc-verici-buluyor

[2] 29 Kasım 1990 tarihinde Medeni Yasa’nın 159. maddesi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Anayasa Mahkemesi maddeyi eşitlik ilkesine aykırı bulmuştu. Medeni Yasa’nın 159. maddesi kadının çalışma hakkıyla ilgili kocanın iznini öngörüyordu. İptal kararı, İzmir’de Hatice Albayrak’ın açtığı bir dava nedeniyle verilmişti.

2 Responses

  1. sami dedi ki:

    elerinize sağlık. günde beş kadının öldürüldüğü bir ülkeyi güzel anlatmış hülya hanım.

  1. 9 Mart 2013

    […] Hülya Gülbahar ile yaptığımız söyleşide de yer alan -söyleşi yapılan an itibariyle son açıklanan verilere göre- günde beş kadının öldürüldüğüne ve kadın cinayetlerinde yüzde 1400 artışa ilişkin istatistiğin kaynağı neymiş diye baktık. […]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir