Lütfi Bergen: “Ahlak Adaletten Önce Gelir”

SAMSUNG CSC

15 Ocak Çarşamba Lütfi Bergen ile ahlak ve siyaset üzerine konuştuk. Bergen bizlere ahlak kavramının içeriğini, neden başka bir terimin arkasında kullanılmayacağını ve neden adalet mücadelesinden önce geldiğini anlattı. Ankara Emek ve Adalet seminerlerinin 4. oturumu böylece tamamlanmış oldu. Bergen’in konuşmasını sizlerle kısmi düzeltmeler dışında aynen paylaşıyoruz:

İslamcılığın Bir Nizam Fikri Yoktur

Bizde genellikle ahlakın görev ahlakı meslek ahlakı ya da Topçu’da isyan ahlakı gibi bir ismin arkasına tamamlayıcı olarak kullanıldığını görüyoruz. Tamlama şeklinde oluşmuş bir algı var. Ben ahlakı böyle değerlendirmiyorum. Ahlak kavramının bizatihi kendisi üzerinde durmak istiyorum. Bu zaten vahiy gereği de böyledir. Vahiy Hz. Peygamber’e “Sen en güzel ahlak üzeresin” demiştir. Bu beyan Hz. Ayşe tarafından da “sen yürüyen bir ahlak üzeresin” şeklinde ifade edilmiştir.

90’ların sonunda bir dergi için yazmış olduğum siyaset yazıları çerçevesinde o zamanlar “siyasetin bir ahlak olamayacağını, ahlakın bir siyaset olduğunu” ifade etmiştim. Bu, ahlakın iktidar oluşturmayacağı ile ilgili bir durumdur aslında. Bugün maddeyi tutan, temerküz eden odakların bununla iktidar olmak istediklerini görürsünüz. Yahut bir sınıf üzerinden hareket eden teorilerin toplumu ya da tarihi determine edeceğini düşünürsünüz. Böyle bir algı vardır insanlarda. Dolayısıyla insanlar belli bir maddi taleple bir araya gelirler. Bu maddi talebin oluşturduğu güç, ya iktidarı zorlar yahut kendi üzerinden inşa eder. Fakat biz ahlakın iktidardan bağımsız olarak tek başına var olduğunu görürüz. Ahlak hiçbir zaman güç oluşturmaz.

Ahlak, değer üretir. Mesela yalan söylemeyeceksiniz, zina etmeyeceksiniz. Bu tutum, eğer devrime inanıyorsanız çok ‘devrimci’ bir tutumdur. Ben devrime inanmıyorum. Çünkü devrim özellikle “zulmedenler nasıl bir inkılaba uğratılacaklarını bileceklerdir” ayeti çerçevesinde ele alınan –ve bugün İslamcıların böyle algıladıkları devrim- bir siyasi, ahlaki yahut nizam tasavvuru getirmiyor. Sadece bir devirme/yıkma hareketi olarak ortaya çıkıyor. Arkasında bugün Türkiye’de 100-150 yıldır var olan İslamcılık teorisi üzerinde çalışan arkadaşlarda “nizam fikri” olmadığını görüyoruz. Yıktığımız şeyin yerine ne koyacağımız sorunsalı ortada durmaktadır. Bu sorun değişik ülkelerde zaten görünüyor. Dolayısıyla ben ahlakın kendisinin isyankâr olduğunu düşünüyorum.

Ahlak “hulk” kelimesiyle ilintilidir. Aynı zamanda “halk” kelimesiyle de ilintilidir. Dolayısıyla ahlak üzere toplanan bir topluluk varsa bunun “halk” oluşturacağını düşünebiliriz. Hâlbuki ahlak dışındaki yapılar halka değil cemiyete yahut sınıfa giderler. Buradan ahlakın aynı zamanda öteki toplumsal öbekleri parçalayıcı yönünün olduğu sonucuna varırız. Allah, Nahl 90 ayetinde “Allah iyiliği adaleti, akrabaya yardımı emreder; münkeri fahşayı ve bağyi yasaklar.” şeklinde buyurmaktadır. Burada hüsna/iyilik ile adalet kavramları bir arada kullanılmaktadır. Dolayısıyla ahlakta hüsün, kubuh kavramları üzerinden bir ayrıştırma da yapılabilir. İlim sahibi olana mesela hüsün denir. Allah’ın övdüğüne de hüsün denir. Bunların tam tersi kubuhtur. Yani çirkin de diyebileceğimiz bir kavram. Yukarıdaki Nahl ayetini nasıl gerçekleştireceğimiz sorusu üzerine düşünmek durumundayız. Hüsna/hüsün/hasan kavramları ahlakın dayandığı temel kavramlardandır.

Klasik ahlak teorisi ahlakın dört temel özelliğinden bahseder. Bunlar adalet, şecaat, iffet ve hikmettir. Erdem üzere oluşan ahlak felsefeleri bu dört unsurun biraradalığı üzerine inşa edilmiştir denebilir. Emek ve adalet kavramları üzerinden hareket ettiğimizde adaleti tek başına temel alan hareketlerin ahlaka ulaşamayacağı gibi bir sonuçla karşılaşırız. Bir toplumda adaleti esas alıp da ahlak ile ilgili bir gayeniz yoksa orada gerçek manada adalet temin edilemez. Yani iffetle adaleti, şecaatle adaleti ve hikmetle adaleti bir arada düşünmediğinizde adaletle ilgili çalışmalarınız bir sonuca ulaşmaz.

Adaletle ilgili bir başka husus da şudur: Örneğin birisine belirli bir saatte buluşacağınız konusunda söz verdiniz. Şimdi söz verdiğiniz yere söz verdiğiniz saate ulaşmak için bir gayret göstermiyorsanız ahlaki anlamda zaaf içerisinde olduğunuz herkesçe malumdur. Bu saatte burada olmamakla bir başka sonuç ise şudur: Benim sözümü yerine getirmemem başka insanların zarara uğramasına sebep olacaktır. Çünkü insanlar buraya bir kişi bile olsa bu saatte burada bulunmak için bir gayret ve emek sarf etmektedirler. Biz bu emeği dışlıyoruz. Bu sıkıntılı bir durumdur, gayri ahlakidir.

Ahlakın Bizatihi Kendisi Sistem Yıkıcı Bir Eylemdir

Ahlakın-salt manada ahlakın- sistem yıkıcı olduğunu ifade etmiştim. Bunun örneği Yusuf aleyhisselamdır. Dolayısıyla mücadele metotlarında adaleti öne koyarak değil de ahlakı esas alarak yaptığımız mücadelelerde belki uzun süreçte ama daha kalıcı olan bir noktaya varacağımız kesindir. Yusuf aleyhisselamın aristokratik sistemi ahlaki ile parçaladığını düşünürüz. Yani Yusuf (a.s) ile ilgili kıssa okunurken bu kıssanın -Türkiye’de birçok edebi mahfilde anlaşıldığı haliyle- bir aşk hikâyesi olmadığı aksine bu kıssanın iktidar-ahlak çatışması olduğunu ifade etmeliyiz. Bu kıssada, güç ile ahlakın saflığı arasında çatışmayı görürüz. Ve bu çatışmadan iktidar yenilerek çıkmıştır. Dolayısıyla mücadele metodumuzda şiddet ile hareket etmek şiddeti öne çıkarmak, hakkımız almaya yönelik şiddete dayalı bir tavır ortaya koymak aslında bizi haksız olan bir konuma sürükleyebilir.

Benzer şekilde Türkiye’de İslamcılık yahut Sol düşüncede ahlak mücadelesinden kopmuş olmanın getirdiği toplumsal bir afet durumunun olduğunu düşünüyorum. Yani Türkiye’de hak mücadelesinde devletin, siyasi iradenin yapmış olduğu birtakım hatalar veya bizatihi iradi hareketlerin karşısına benzer bir iradi hareket koyduğunuzda kan davası üretmiş oluyorsunuz. Yani zulme karşı benzer bir metotla karşı koymak sizi ahlaki olandan kopartmak anlamına gelir. Dolayısıyla biz Arap Baharında oluşan ve Arap Baharının son ayağı diyebileceğimiz Mısır’daki İhvan Hareketinde ortaya çıkan mücadele metodunun ahlaka aykırı olduğunu düşündük ve bunun üzerine birçok yazı kaleme aldık. Haziran sonrası Mısır’da oluşan tabloya baktığımızda şöyle bir durum ortaya çıktı orada: Başlangıçta bunun şiddetsiz bir irade beyanı olduğunu ifade etmiştim. Olayların ilk başladığı durumda 200 kişi şehit edildi. Daha sonra bu sayı 5000’e yükseldi. Ve bu durum Türkiye’de Müslümanların katliamlarla bitmeyeceği ve bir gün Musa’nın geleceği şeklinde algılandı. Bu mücadele tarzı ‘ahlakî’ değildi. Şöyle ki karşınızda bir şiddet varsa şiddetin önünde silahsız insanları atmak da bir şiddettir. Yani bu mücadele ahlaki bir mücadele olarak değerlendirilemez. Şöyle bir örnek verirsek ne dediğimiz daha iyi anlaşılacaktır: Bir trenin insan bedeniyle durdurulabileceğini düşünüyorsanız bir iktidarın da insan bedeniyle durdurulabileceğini düşünmeniz o derece aklî olur.

Oysa Musa (aleyhisselam) Firavun ile mücadelesinde tam tersi bir yöntem izlemiştir. Firavun Mısır’da Kıptiler ile İsrailoğulları arasında bir sınıfsal ayrışma ortaya çıkarmıştı ve büyük bir soykırım gerçekleştirmişti. Buna rağmen Mısır’daki “devrimci” Müslümanlar bu işin şiddetle çözüleceğini düşünerek bir pratik ortaya koydular. Firavunun askerlerini silahlı mücadele ile indirmeye karar verdiler. Musa (aleyhisselam) ise Allah’tan sadece “Firavuna git. O azdı. Ona karşı yumuşak söz söyle” vahyini almıştı. Şimdi bu iki yöntem arasında büyük bir ayrışma vardır.

Musa (aleyhisselam) biliyorsunuz sarayda yetişmiş bir insandır. Ve ortaya koyduğu mücadele yöntemi de ahlaki bir yöntemdir. Musa’nın mücadele metodu bir “söylem”dir. Aynı zamanda da ahlaki bir mücadele idi. Firavun Mısır’da İsrailoğullarının köleliği üzerinden bir iktidar üretti. Yani Mısır’ın uygarlığı İsrailoğulları erkeklerinin emeklerinin sömürülmesiyle oluşmuştur. Musa (aleyhisselam) kavmiyle birlikte Mısır’dan çıkmak istedi. Çünkü Allah ona öyle emretmişti. Musa bunu Firavundan talep ettiğinde Firavun “Sen benim mülkümde bozgunculuk mu yapıyorsun?” şeklinde karşılık verdi. Bu kıssayı temel aldığımızda Türkiye’deki mevcut İslami mücadelenin –Abdülhamid’in karşısındaki Mehmed Akif’ten, Elmalılı Hamdi’den tutun İhvan-ı Müslümin’e kadar birçok İslami yapı ve şahsın ortaya koydukları mücadele yönteminin– Kur’an ile bağdaşmadığını görürüz. Yani ahlak mücadelesi bugünkü İslamcılık düşüncesinin çok yabancısı olduğu bir mücadeledir.

Müslümanların siyasi otoritelere karşı tedhiş, aktivizm gibi kavramlarla ya da şu an gündemde olan silahlı mücadele gibi birtakım yöntemlerle mücadele metotları ortaya koymaları Kur’anî değildir. Kuran’da değerler üzerinde iki ayet bloğu var. Bunlardan bir tanesi Lokman Suresinde diğeri ise İsra suresindedir. Bu ayet bloklarını ben ilkeler halinde sıraladım. İsra ayetlerine baktığımızda şu ilkelerle karşılaşırız. Ana babaya iyilik et, akrabaya haklarını ver, saçıp savurma, yumuşak söz söyle, cimrilik etme, rabbin rızkını verir rızık korkusuyla çocuklarını öldürme, zina etme, Allah’ın haram kıldığı canı öldürme, yetimin malına yaklaşma, tartıda adaletli davran doğru tart, bilmediğin şeyin ardına düşme, yeryüzünde azametle yürüme, Allah’a şirk koşma. (İsra Suresi 23-39. ayetler) Dikkat ederseniz bu ayet bloğunda yumuşak söz söyle ifadesi geçmektedir. Yine Furkan suresinde “İman edip iyi işler yapan ve ben Müslümanlardanım diyenden daha doğru sözlü kim vardır.” ayeti yer almaktadır. Bu ayetler temel alındığında ahlaki mücadelenin söz olduğu ve sözün insanın özüyle de uygun olduğu gibi bir durumla karşılaşırız. Bizim bu toplumda Müslüman olarak “emin” sıfatına layık insanlar olmamız gerekiyor. Dikkat ederseniz bugünkü siyasi tartışmalar Müslümanların emin olmadıklarına yönelik birtakım haberlerin ortaya dökülmesi ile ilgili bir durumu anlatıyor. Bu süreç Müslümanlık için çok korkunç bir kayıptır. Yani bugün Türkiye İslamî perspektifte bütün kazanımlarını kaybetmiş durumdadır şu an.

İslam dini cemaatle yaşanan bir dindir. Müslüman ilk önce bu meseleye bakmalıdır. Yani bu din bir sivil toplum dini değildir. Sivil toplum kuruluşları İslam’ın yeryüzünde var olması konusunda hiçbir şekilde araç olamazlar. Sivil toplumlar birtakım ilkeleri insanlara ulaştırma konusunda aracı olabilirler lakin cemaatin ortaya koyduğu dinamiği ortaya koyamazlar. Çünkü sivil toplum bir burjuva toplum aracıdır. Sivil toplumun asıl vasfı burjuvalar arasındaki ilintileri sağlayan ve bunu merkezi otoriteye karşı konumlayan bir takım organizasyonlardır. Daha farklı tanımlamaları olsa da sivil toplum kavramının kendisinin din olgusuyla ilişkisi her zaman sorunlu olmuştur. Ahlakın iktidarı yoktur örneğin. Çünkü ahlak iktidarın konusu değildir. Yusuf as örneğinden gidecek olursak adaletli davrandığın ölçüde değer üretici bir sistemdir ahlak. Yoksa ahlaklı insanlar iktidara gelsin tartışmasını Allah resulünden sonra sahabeler sadece 4 şahıs üzerinde gerçekleştirebildiler. Ve bu 4 kişiden 3’ü şehit edildi. Yani ahlak şahsiyetinin iktidar olduğunda Ömer bin Abdülaziz’de de olduğu gibi iktidarda çok fazla kalamadığını görüyoruz.

Sivil Toplumculuk Yerine Tekke ve Ahilik

Eğer siz ahlakiliğinizi yitirirseniz imametinizi de yitirirsiniz. İmamet iktidarla ilintili olan bir şey değildir. Bu ara katmandır aslında. Yani halkla devlet sistemleri arasındaki muttaki ulema aslında bizim gerçek ahlaki önderlerimizdir. Bu tarihsel olarak böyledir. Bizim tarihsel olarak sahip olduğumuz bütün bilgiler bu ara katman ulema üzerinden bize ulaşmıştır. Yani bugün fıkhımızı oluşturan ulema iktidardan kopuk, halkın taleplerine yakın ve halkın akıl, din, mal, can, nesil emniyetini koruyan bir saha açarak, o fıkhı üreterek kendisini var etmiştir. Eğer ahlaki bir mücadeleden hareket etmezsek toplumsal olarak bireylerden oluşmuş bir yapıya döneceğiz ve bunun bizi hiçbir zaman Müslüman cemaat anlamında bizi bir halk yapamayacağını göreceğiz.

Konumuzla ilgili olarak daha somut meseleler üzerinden gidecek olursak, kurban ameliyesini gündeme getirmek yararlı olacaktır. Mesela Türkiye’deki birçok sivil toplum örgütü şunu diyor: “Kurbanımız alacağız, Çin’de veyahut Somali’de keseceğiz.” Neden bunu böyle yapıyorsunuz peki? Çünkü Türkiye’de kurbanlık hayvan 700 tl, orada 300 tl diyorlar. Şimdi bu durumda şöyle bir tipoloji ortaya çıkıyor. Ben kurbanımı Ankara’da kesmek istemiyorum çünkü çok zor bu işlemleri yapmak. Ben paramı veririm vekâleten kurbanımı keserim, tatilime de gidiyorum. Bayramdan sonra da kasaba giderim 300 liralık kurban parası gönderdim. 400 liralık etimi de kasaptan alır gelen misafirlere ikram ederim. Böyle bir tipoloji ile karşı karşıyayız. Şimdi bunu bir sapma olarak değerlendiriyorum ben. Kurban kesme eylemi batılı ve doğulu uygarlık modellerine bir isyandır. Yani biz kurbanla sizin kent formülünüze bir protesto uyguluyoruz. Siz bu kent içinde metrolar, otoyollar, altgeçitler üstgeçitler yaptınız. Biz bu yaptığını eserlerin yanında Allah’ın adına kurbanlar kesiyoruz. Bu eylem bizim bu kenti de kabul etmediğimiz anlamına geliyor. Yerli bir hareket. Ekonomik bazı yönleri de var. Kurbanı siz eğer kendi beldenizde keserseniz burada çok büyük bir iktisadi hareketlendirmeye sebep olmuş olursunuz. Böyle bir faydası var. Bu kurbanla geçinen pek çok iktisadi öğeler var. O kurbanı yetiştiren kesimlerin kırda yaşamasına fırsat vermiş olursunuz. Hâlbuki kentler dolduruluyor, kır boşaltılıyor. Kırın boşalması demek devletin dışında başka bir gücün halkın karşısına çıkıp haraç istemesi demektir. Yine ahlak üzerinden konuşalım. Ben bu örnekleri iktidar ile ahlak arasındaki ilişkiyi ya da ilişkisizliği anlatmak için veriyorum. Eğer kurbanımızı bir sivil toplum kuruluşuna verirsek aslında ülkede iktidarlar üretmiş oluyoruz diyorum özet itibariyle. Onu anlatmak için bu örneği verdim.

Bir başka alandan örnek İslami mücadelenin iki öznesi erkek ve kadındır. Bunlar değişik formüllerle evlilikler yapıyorlar. Sünni fıkıh üzerinden hareket ederek diyorlar ki “bizi iki şahit bulduk ve evlendik.” Hanefi mezhebine göre halletmiş oluyorlar ya da Caferilikte benzer şeyler yapılıyor. Fakat şöyle bir husus var; Musa (as) kıssasını tekrar hatırlayalım. Hz. Musa saraydan çıktı ve çoban bir kızla evlendi. Oradaki evlilik 8 veya 10 senelik bir Mehir anlaşmasıydı. BU aynı zamanda kayınpederinin kendisini mesleki anlam irşat etmesiydi. Bu bir ahilik sözleşmesidir aynı zamanda. Çok yönlü bir fıkıh veya hukuk olayıdır. Musa (as) eşiyle birlikte gitmiştir Mısır’a. Yani İslami mücadelede ayrı olmaz. Bu birey mücadelesi değildir. Mesela ahlaki bir mücadele siyasal sistemleri rahatsız eden bir mücadeledir. Günümüze gelince aile kuruyorlar fakat aile olmuyorlar. Birkaç sene sonra erkek kadını bırakıyor ama kadın boşanamıyor. Erkek de bu esnada ikinci veya üçüncü bir eş alabiliyor. Bu hakkaniyetle aykırı bir husustur. Ahlakı bir kenara iter adalet perspektifinden bakarsanız bir sıkıntı göremezsiniz. Yani nikâh vardır ama adam gitmiştir. Ahlak ile topluma yönelmek gerekirken bireylere yönelen bir adalet kavramı ile karşı karşıyayız. Kadın hayatını sürdürmek zorunda bırakılıyor, erkek ikini veya üçüncü eşini alıyor. Bu gerçekten sıkıntılı bir durumdur.

Adalet mefhumunun ahlakın altında yer aldığı bir görüşü insanların önemsemesi gerektiğini, insanların dikkatinin buraya çekilmesi gerektiğini işaret ediyorum. Bir de bu konuda isyan meselesine tekrar gelmek istiyorum. Biliyorsunuz Nurettin Topçu’nun “İsyan Ahlakı”, İsmet Özel’in “Evet, isyan” söylemleri var. Türkiye’de devrimcilik, isyan kavramları son derece önemseniyor. İsyan Topçu’da ve Özel’de bir şeyleri feda etmek anlamına gelecek kadar makul görünüyor. Ben Topçu gibi düşünmüyorum. Zaten başta isyanın ahlakı kavramında bir sıkıntı var. Ahlakı ikincil bir alan çekiyor bu düşünce. Bizim ahlakımız yürüyen bir ahlak olmalıdır. Öyle bir ahlak edin ki toplumda “bu kişi gerçekten ahlaklıdır” denilebilsin. “Biz ona paramızı emanet ettiğimizde ihanet etmez, akrabamızı eşimizi dostumuzu yokken korur” dediğimizde gerçekten yapar. Aslında Kur’an bize mümin erkekler ve kadınlar birbirinin velisidir diye buyurmuştur.

Bizim ahlaka ihtiyacımız var, ahlak temelli bir hareket yapmadığımız takdirde “bırakınız yapsınlar”cı bir düşünceye doğru eviriliyoruz. Bu bizim aramızda adaletin de bir şekilde kaldırıldığı, tasfiye edildiği bir saha açıyor. “Ben önce gitmeliyim. Onun için arabamı onun arabasının önüne süreyim diyorsanız” ashaptan şu örneği hatırlatmak isterim: dört yaralı sahabe kendilerine verilen suyu ötekine uzatırken vefat etmiştir. Bu insan ahlakı dediğimiz, yani başkasını, Müslüman kardeşini kendisinden daha değerli sayan feragat ahlakıdır. Bu bir bağlanıştır, bu bir değerdir. Bugün Müslümanlar hayır, biz daha önemliyiz, benim bireyselliğim ve benim kazanımlarım daha önemli diyorlar. İslamcılık bu konularda kendi özeleştirisini yapmalıdır.

Batıda erdem ahlakı, erdemler üzerine tasavvur dört unsurun birbiri arasındaki ilişkileri denetleyen bir alan açmıştır. Batı’da biliyorsunuz yöneticiler, askerler, hâkimler, burjuvalar ve feodaller var. Bu sınıfların her biri ahlakın birer değeri üzerinden toplumu baskı altına almış ve kendisini ahlakın bir değeri olarak göstermiştir. Yöneticiler şecaati, hâkimler hikmeti öne çıkarmışlar. Bizdeki ahlakçılar Müslüman toplumun geleneğine ayırmışlardır, belli bir sınıf yoktur. Hâkimlerin hikmet dediği âlimlerle filozoflara geçmiştir. Yiğitlik ve şecaat gaziler üzerinde vardır, iffet tekkeler üzerinde tesis edilmiştir Osmanlı’da. Bizim günümüz toplumunda bu kavramların karşılığı yok. Bugünkü toplum yapımızda erdemlilik üzerinde bir toplum inşası yapmaya çalışırsak sadece aktivizm ve entelektüelleri görebiliriz. Örneğin bu toplumun tekkeleri yoktur. Tekkelerin olmaması devletle halk arasında ilişkiyi sağlayabilecek hiçbir ara katman kalmamış oluyor. Bu sıkıntılı bir durumdur. İslamcılık kendisini medrese kültürü üzerinden inşa ettiği için halkın inanç değerlerine yabancı kalıyor. Hâlbuki sıradan insanın entelektüel İslam’ı anlaması mümkün değil. Örneğin Allah Resulü’nün yaşadığı dönemde bedeviler toplumdan ötelenmemiştir. Mescitte bedevinin bir tanesinin gelip ortalığı pislemesine ve ashabın ona kızmasına rağmen Allah Resulü’nün oraya su dökülüp temizlenmesini söylediğini hatırlatmak istiyorum. Yani biz bu toplumda ahlakı merkeze alarak hareket etmek istediğimizde bizden olmayan yani bizim kültürümüzden olmayan kesimlerle çatışma ortaya çıkıyor. Bu reel bir şeydir. Bu da bizi yabancı bırakıyor topluma. Dolayısıyla ara katmanlara ihtiyacımız var. Dolayısıyla halk İslam’ı denilen İslam’a uzak durmayacak bir söylem geliştirmeye ihtiyacımız var.

Adalet üzerine son derece sıkıntılı bir durumdayız. Örneğin Kur’an’da Müslüman kadın ve erkek boşanmak durumunda kalırsa bir hakeme başvurmaları gerektiği söylenir. Bizim bugün toplumda böyle organizasyonlarımız yok. Dolayısıyla bizim ahlak meselesini toplumun ihtiyaçlarına, ya da bizim kendi inançlarımızın topluma yansıması kapsamında çalışacak teşkilatlara ve kurumlara yönelik çalışmalar girmemiz kaçınılmazdır. Bu yapılmadığı takdirde İslam ile halk arasında bir kopma oluşması kesin olur.

Ahlakın iktisadı da, iktidarı da belirleyici vasfı vardır. Eğer bir toplumda teraziyi tutturmak bahsinde insanlar arası eşitsizlik oluşturuyorsak İslam’ı kesintiye uğratmış oluruz. İçinde bulunduğumuz süreçte Müslümanlık algısı Müslümanların daha çok kazanması gerektiğini ve bu dünyanın Müslümanların olması gerektiğini deklare eder. Müslümanların iktidar olması gerekmiyor, Müslümanların bir toplum olması gerekiyor. Bir medeniyet olmamız üzerine konuşuluyor. Müslümanlar Batı medeniyetini yakalaması gereken vazifelilermiş gibi algılanıyor. Bu da yanlıştır. Medeniyet dediğimiz şey Müslüman toplumun fıkıh birlikte hareket etmesidir. Fıkıhla birlikte hareket eden bireyler oluşturabilirsek ahlaki olan hedeflerimizi gerçekleştirme imkânı edinmiş oluruz. Bu bir teknolojik toplum olmayacaktır. Allah resulünün kurmuş olduğu Medine toplumu Mekke’nin zenginlikleri aktarmaya yönelik değildir. Tam tersine kardeşliği, Müslümanların birbiri ile dayanışmasını ve tevhidin o toplumda başvurulacak yegâne ölçü olmasını temel alıyordu. Osmanlı’nın son döneminde Batı’ya karşı yeniden iktidar olma kaygısını Allah resulü Medine’de Mekkelilere karşı hissetmedi. 15. ve 16. yüzyılda Osmanlı’daki gibi dilencisi olmayan ve suç işlemeyen bir toplum kurmamız gerekiyor. Bugün Türkiye’de 20 milyon dava dosyası var. Müslümanlar arasında büyük bir boşanma furyası var. Yani insanlar aynı şeye inanıyorlar fakat birlikte yapamıyorlar. Ahlakî bir aşınma var. Bunu dikkate alırsak öteki hususlardaki mücadelemiz toplumun gözünde daha itibarlı olur.

SAMSUNG CSC

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir