Mehmet Bekaroğlu

1954’te Rize, Fındıklı’da dünyaya gelir. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yapar, bu dönemde siyasetle Milli Türk Talebe Birliği üyesi olarak tanışır. Ankara Üniversitesi Talebe Birliği’nin kuruluşunda yer alır, iki dönem başkanlığını yürütür. Yüksek öğrenimini tamamlayıp, ardından Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde psikiyatri uzmanlığını yapar. 12 Eylül darbesine denk gelen zorunlu hizmetini Gaziantep Özel Tip Cezaevi’nde yapmaya koyulur. Peşi sıra askerliğini Metris Cezaevinde psikiyatr olarak gerçekleştirir. Mahkumlara “komünizm tedavisi” uygulaması, hipnozla tedavi etmesi istenen bu yıllar cezaevi yönetimlerine direnerek geçer. 12 Eylül rejiminin gevşemeye başladığı 1984 yılında askerliğini bitirip Gaziantep Özel Tip Cezaevi’ne döner. Bu dönemde tutuklu ve hükümlülerle sohbet ve kitap okuma gibi faaliyetlere girişme imkanı olur. 1987 – 1999 yılları arasında Karadeniz Teknik Üniversite Tıp Fakültesi’nde öğretim üyeliği görevinde bulunur, psikiyatri profesörü olur ve akademik hayatını psikiyatri anabilim dalı başkanıyken siyasete atılmak üzere sonlandırır.

1998 yılında Recai Kutan’ın Fazilet Partisi Başkanı olmasıyla başkan danışmanı olarak aktif siyasete girer. 1999 genel seçimlerinde Fazilet Partisi’nden Rize milletvekili olarak mecliste yerini alır. Mecliste insan haklarını inceleme komisyonu başkanlığı yapar. 2000 yılında parti genel başkan yardımcısı görevini üstlenir. Bu dönemde hükümet siyasi mahkumlar için F tipi hapishanelerin kurulmasını gündeme getirir ve bu hapishane tipinin getireceği tecrit koşullarına karşı 20 Ekim 2000’de sosyalist mahkumlar ölüm orucu eylemlerine başlar. Mehmet Bekaroğlu, hükümetin ölüm oruçları karşısında takındığı vurdumduymaz tavrı ve 19 Aralık 2000’deki “Hayata Dönüş Operasyon”u ile zirveye ulaşan şiddet politikasını engellemeye yönelik yoğun çaba sarf eder. Yüzden fazla insanın öldüğü, beş yüze yakın insanın sakat kaldığı bu süreçte akıntıya karşı kürek çekenlerden biri olur.

Fazilet Partisi’nin 2001’de kapatılması üzerine Saadet Partisi’ne yine genel başkan yardımcısı olarak geçer, ancak ilişkisinin her zaman dalgalı olduğu bu partiden 2004 yılında istifa eder. Bekaroğlu 2006 yılının son aylarında Ertuğrul Günay ile sözcülüğünü üstlendiği Yeni Siyaset Girişimi hareketi ile gündeme gelir. Müslümanlık ile barışık bir sosyal adalet siyaseti vurgusu taşıyan bu hareket, Günay’ın 2007 seçimleri öncesi kendi ekibi ile AKP’ye katılmak üzere girişimi terk etmesi ile akim kalır.

Bekaroğlu bu yıllarda aynı zamanda Doğu Konferansı hareketinde aktif olarak yer alır. Doğu Konferansı 2003 Irak işgali üzerine nüvesi oluşan, 2005 yılında İstanbul’da 17 ülkeden 150’nin üzerinde aydının katılımı ile gerçekleştirilen toplantı ile kurumsallaşan bir harekettir. Çağrıcılarının ifadesiyle Doğu Konferansı’nın amacı “bölge ülkelerinin toplumsal hareketlerinin ve organizasyonlarının ve bizzat bölge insanının birbiri ile doğrudan ilişki kurmasını” sağlamaktır. “Buradan, bize yönelik saldırılara verilecek cevabın ve tüm insanlık için anlamlı olacak bir önermeler dizisini yaratacak sinerjinin imkânları oluşacaktır.” Doğu Konferansı hareketi ilerleyen dönemde bu yıllardaki etkinliğini yitirse de Bekaroğlu hareketi sürdürmek için çaba harcayanlardan biri olur. Hareketin hedeflerine sahip çıkan bir grup gönüllünün 2008 yılından günümüze çıkarmayı sürdürdüğü Doğudan dergisinin yazı işleri sorumlusu ve düzenli yazarı olur.

Bekaroğlu isminin kamuoyunda yeniden yaygın bir şekilde duyulur hale gelmesi 2008 yılında Numan Kurtulmuş’un Saadet Partisi genel başkanı olmasından sonra partiye geri dönmesi ve 2009 yılı yerel seçimlerinde bu partinin İstanbul belediye başkan adayı olması ile gerçekleşir. Tuzla tersanelerinde başlattığı kampanyası boyunca özelde İslami burjuvaziye genelde kapitalizme keskin bir eleştiri getiren emekten yana bir siyasi söylem kurarak dikkat çeker. Desa deri fabrikasında sendikalaştığı için işten atılan ve fabrika önünde direnişini sürdüren Emine Aslan ile o fabrikanın mağazasından alışveriş yapan ancak Aslan’ı görmezden gelen Emine Erdoğan arasındaki farka dikkat çeker:

“Bu ülkemizin önemli bir çelişkisidir, bakınız Emine Arslan da başörtülü, Emine Erdoğan da başörtülü. Bütün başörtülüler bir değildir. Biz kimsenin dinine, inancına karışmıyoruz. … Farkına varın, bu Emine Hanım’ın hakkı gasp ediliyor, öbür Emine Hanım hiç oralı değil, uzaklara bakıyor. Emine Hanım, Filistin’deki, Gazze’deki çocuklar için ağlıyor ama Emine Hanım, bu Emine Hanım için de ağlasın. Bu Emine Hanım’ı görmediği sürece Gazze için dökülen gözyaşlarını, sahte olarak kabul edeceğiz. Öncelikle en yakınınızı göreceksiniz.”

“Emineler arasındaki fark” ifadesinde görülen siyasi imge ve ifade üretme becerisini hayli tartışılan “jipe binen başörtülü ile otobüs durağında bekleyen başörtülü” imgesini siyasi literatürümüze kazandırarak bir kez daha gösterir. Maaşları ödenmeden işten çıkarılmaları üzerine direniş başlatan MEHA tekstil fabrikası işçilerine destek ziyareti yaparken “Kapitalizm toplumun bütün kesimlerini vuruyor, başı örtülü örtüsüz ayrımı yapmıyor, Başbakanın ve bakanların eşlerinin başındaki başörtüsü, başörtülü işçilerin haklarını koruyabiliyor mu?” diye seslenir. Suyun ticarileştirilmesi ve metalaştırılmasının istişare edildiği 5. Dünya Su Forumu’nu protesto ettiği basın açıklamasında şunları söyler:

“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar; Tayyip Erdoğan’a, Hilmi Güler’e, Kadir Topbaş’a Mülk Suresi’nin son ayetini,  Rumel Kuyusu’nun hatırasını hatırlatacak kimse yok mu aranızda? Bu gün insanlardan, hayvanlardan, bitkilerden esirgemeyi tasarladığınız suyu, yarın mahşer meydanında kimden hangi yüzle isteyeceksiniz?  Nerede iyiliği öğütlemek, kim yapacak kötülükten sakındırmayı? … Temiz ve içilebilir suya erişim tüm insanların ve tüm canlıların hakkıdır. Bu haktan kesinlikle vazgeçilmemelidir. Su, kaynaklarında ve kullanımında kamuya ait olmalıdır. İnsanca yaşam için gerekli ve yeterli temiz su insanlara karsız olarak ulaştırılmalıdır. Bugün burada, İstanbul’da toplanan 5. Dünya Su Forumu, dünyanın ve Türkiye’nin suyunu paketleyip satmayı amaçlamaktadır. Verimli ve etkin kullanma sadece bir kılıftır. Su hayattır, hayat satılamaz.”

Seçim sonrası partide faaliyetlerine devam eder, ancak Saadet Partisi’nde yaşanan anlaşmazlıklar sonucu Numan Kurtulmuş ile beraber partiden ayrılarak Halkın Sesi Partisi kurucuları arasında yer alır. Halen bu partinin başkan yardımcılığı görevini yapmaktadır.

Mehmet Bekaroğlu evli ve yedi çocuk babasıdır. Gerçek Hayat Yazıları (Vadi Yayınları, 2007) ve Siyasetin Sonu (Elips Kitap, 2007) isimli iki kitabı vardır. Günebakış, Gerçek Hayat, Yeni Harman, Fikir Zamanı, Radikal İki ve Doğudan yazılar kaleme aldığı yayın ve internet sitelerinden bazılarıdır.

Mehmet Bekaroğlu günahıyla sevabıyla, eksiğiyle fazlasıyla Emek ve Adalet Platformu’nun kendine hedef olarak koyduğu “dini ve seküler merkezli toplumsal adalet arayışlarının ortak bir söylem ve eylem” oluşturabilmeleri gayretinin memleketimizdeki önde gelen emektarlarından biridir. Bu ihtimale ikna olduysak ve bu ihtimalden heyecan duyduysak bunda onun katkısı elbette büyüktür.

BİRKAÇ SÖYLEŞİ

HABER7.com, 14.02.2009. Bu tarihte söz konusu internet sitesinde yayımlanan söyleşi 3 saat içinde yayımdan kaldırılır.

Bekaroğlu Haber7’ye konuştu

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayımız Bekaroğlu, sosyal sorumluluk ilkesini hatırlattı ve çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Saadet Partisi Genel Başkan değişikliği ile birlikte yeni bir havaya büründü. Partiye katılımlar çoğaldı. 2001’deki bölünme ve 2002 seçimleri ile birlikte gidenler, yeni genel başkan Numan Kurtulmuş’un pergel metaforu etrafında yeniden toparlanmaya başladı. Bu isimlerden birisi de 2002’de alınan seçim sonuçlarından sonra istifasını vererek yeni bir siyasi oluşumun içine giren Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu. Sivil siyasetin en kuvvetli temsilcilerinden olan Bekaroğlu şimdi Saadet Partisi’nin İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı.

Kadir Topbaş ve Kemal Kılıçdaroğlu polemiklerinin tam ortasında adının açıklanması ile bir anda dikkatleri üzerine çeken Bekaroğlu, söylemleriyle de tartışma konusu oldu. Dün ajans5.com’da yer alan demecinde, başörtülülerin jipe binemeyeceğini söyleyen Prof. Bekaroğlu, partisinin tabanı da dahil bir gruptan tam destek alırken ciddi anlamda eleştiriler de aldı. Aynı zamanda psikiyatrist de olan Bekaroğlu ile bu sosyolojik çıkışını detayları ile Haber 7 konuştu. Haber7.com’un misafiri olan Bekaroğlu ile sadece başörtüsü çıkışını değil, Saadet Partisi’ndeki değişimi, neden döndüğünü, Numan Kurtulmuş’u, 2002’deki istifası, parti içi demokrasiyi, siyasetin geleceğini ve daha birçok konuyu anlattı.

“Başörtülüler jipe binemez” diye bir açıklama yaptınız. Özellikle İslami kesimden size dair çok ağır eleştiriler geldi Haber7.com’a. Soğukta durakta yanında çocuğu ile bekleyen başörtülü bir kadın ile önünden süratle geçen jipi süren başörtülü kadın fotoğrafını örnek verip, değişimden bahsettiniz. Nasıl bir değişim bu?

Başörtüsü üzerinde örnekler veriyorum. Başörtülü bacılarımız kusura bakmasın. Onlarla ilgili bir şey değil. Başörtüsü bizler için çok zor bir mücadelenin simgesi. Bu konu tamamen iffetle, mağduriyetle, mazlumiyetle ilgili. Hele 28 Şubat’ın mağduriyetinin yaşandığı o günleri düşünün. Hala daha yaşayan insanlar var. Aynı anda iki şey birden yaşanıyor. Gerçekten mağduriyetin, mazlumiyetin, itilmişliğin, ezilmişliğin simgesi olan başörtüsünü takan bir kadın ve teşhirciliğin simgesi olan jipte. Ben jipe binmek haramdır demiyorum… Ama ahlaki ve etik değil. Bu resim derin ve vicdani bir çukur açıyor.

28 Şubat’taki horlanma, dışlanma ile değişime uğrayan başörtülüler bu çukuru açanlar mı çukurun için düşenler mi?

Düşenler… 28 Şubat’ta baskılar çok yaygınlaştı. Belki toplayıp hapishanelere koymadılar insanları, işkence tezgâhlarından geçirmediler, solculara daha önceden yaptıkları gibi. Ama sürekli bir kayaya su damlası misali, her gün her gün aynı yoğunlukta baskılar geldi. Panik havası oluştu. “Elimizdeki bütün kazanımları kaybedeceğiz” korkusu yaşandı.

Nasıl kazanımlar, maddi mi manevi mi?

İkisi de. kişisel  ve gurup olarak elde edilen kazanımlar. Çok partili anlayışa geçtikten sonra elde edilen, Kuran kursundan imam hatiplere, yurttan kişisel olarak elde edilen mevki ve makamlara kadar… Bunlar birleşince büyük bir paniğe yol açtı. Manavından tutun üniversitedeki asistanına kadar fişlendi. Korkular oluştu. Başörtüsü özgürlüğü için imza toplayanlar, eylem yapanlar işlerinden oldu…

İslamcılar bir anlamda değişime zorlandı yani…

Evet. Tam o anda, “Bir yolu var. Siz değişirseniz, gelişirseniz” denildi.  Hep demokrasi üzerinden vize gösterildi. Ama hiç kimse “demokrat olun” falan demedi. Herkes “modern olun” dedi. Partiye de demokrat olun denmiyordu. “Yaşam tarzınızı, biçiminizi değiştirin. Bize uyun” denildi.

Başörtüsünü açsa problem olmayacak mıydı?

Olmazdı. “Başörtünüzü açmadan bizim gibi yaşayın” denildi çünkü. Mesele buydu. Açsa problem değil. Zaten sembol olmaktan çıkar. O zaman ‘bizden’ mücadelemizden ayrılır. Ama hem başörtüsü takarak hem de ‘bizdenmiş’ gibi yaşaması, jipe binmesi… 28 Şubat’tan ve 2002’den olan budur. Başörtüsü kaldı. Çıkarmadı ama onlar gibi yaşamaya başladı. Bununla birlikte açık haramları da yapmıyoruz. İçki içmiyoruz. Zinadan uzağız. Orucumuzu tutuyoruz. Hacca, umreye gidiyoruz. Eve tabi bunlar 2 bin dolarlık haclar değil ama gidiliyor. Hiçbir şey ihmal edilmiyor. Fakat bana göre dinin, namaz ve oruç kadar, hatta topluma taalluk ettiği için daha da önemli şartları var. Onlar ihmal ediliyor.

Nedir bu şartlar?

Mesela adalet… Yanınızda çalışan insanın hakkını kendisine teslim etmek. İşçisinin maaşını piyasaya göre veriyor. Adalet ilkesine göre belirlemiyor. İsraf… Müslüman olmayan zengin de aynı yollarla, banka faizi, yatırım şu bu gibi yollarla para kazanıyor. Beş yıldızlı otelde kılıyor. Bir Müslüman da namazını kılıyor. İbadetlerini yapıyor. Ama o da beş yıldızlı otelde kalıyor. İçki yok. Yüzdüğü havuz ayrı ayrı vesaire… Ama diğer taraftan israf… Alabildiğine var. Açık büfelerde yemekler kırk çeşit. Tıksırıncaya kadar yiyorlar. Kolalarını içiyorlar. Akşam uzanıp televizyon izlerken Filistin’den manzaraları görüyor. Affedersiniz tam de “geğirirken” internetten EFT ile 100 dolar yardım yapıyor. Sonra da rahatlayıp yatıyor.  Olay budur. Bu başörtüsü açmaktan da çok daha tehlikeli vahim bir şey. Çünkü bu vicdanları götürüyor. Değiştiriyor. Bozuyor. Başörtüsü bugün takmaz yarın takar. Namazı ihmal eder. Kaza yapar. Birleştirir kılar. Kılmaz. Ayrı bir şey. Ama bu toplumu kaydırıyor. İsraf ve adalet. Dinin temelleri.

Buradan şu anlam da çıkıyor. Başörtüsünü açmaya gerek yok. İsraf ve adaletsizlik olmak geri dönüp, namazı da, orucu da, başörtüsünü de götür…

Kesinlikle. Bir süreç içinde onları da alıp götürecek. Hepsinden yoksun olacak. Öbürlerinin yaşam tarzını “yeşilimsi bir şekilde” üretiyoruz. Bu hem hiçbir şey yapamamak ve medeniyet iddiandan vazgeçmektir. Hem de dinin özünü, asıl içeriğini bozmaktır. Büyüklenmek var işin içinde. Diğerlerini farklı görmek var. Kibirlenmek var. İsraf var. Adalet duygusunu kaybetmek var. Vicdan duygusunu yitirmek var. O nedenle Kitabımız ve Peygamber Efendimiz diyor ki “ Aranızda bir grup olsun. Tereddüt edebilirsiniz. Şaşırabilirsiniz. Onlar sizi uyarsınlar. Aranızda bir vicdan olsun sizi uyarsın.”

Bu vicdan da Saadet Partisi mi olacak?

Evet bu ülkenin, dünyanın tüm insanlığın vicdanı Saadet Partisi’dir. Saadet Partisi büyümeli. İktidarı denetlemeli. Muhalefetin olmaması, bu arkadaşların içeriden doğru şekilde eleştirilmesi lazım…

Örnekleri jipe binen başörtüler üzerinden verdiniz hep. Bununla birlikte başörtüler dahil çok kişi de jip var. Size karşı tavır alabilirler. Böyle bir çekingeniz yok mu?

Onlardan oy istemiyorum. Erkek ya da kadın, başörtülü fark etmez. Jipe binen bana oy vermesin. Sadece bu kadar söylüyorum.

RADİKAL İKİ, Güldal Kızıldemir, 07.11.2010

”Allah, ekmek, özgürlük”

Mehmet Bekaroğlu: “Siyasetçilerin Pennsylvania ilişkileri çok ayıp bir şey. Böyle bir şey olamaz. Bir siyasi partinin Pennsylvania ile ne ilişkisi olabilir?”

Rize eski milletvekili Mehmet Bekaroğlu’nu Radikal okurları belli aralıklarla Radikal İki’ye yazdığı yazılardan iyi tanır. İnsan hak ve özgürlükleri konusunda tavizsiz bir Müslüman olan Bekaroğlu, Saadet Partisi’nden kopan Numan Kurtulmuş’un Halkın Sesi Partisi’nin kuruculardından ve ünlü bir psikiyatri profesörü.

“Halkın Sesi Partisi daha sol ve antiemperyalist bir duruşa ve İslamcı özgürlük anlayışına sahip olacak” diyorsunuz. Açık açık AKP’den farkınızın ne olduğunu söyleseniz…

Biz programımızda dini siyasetin aracı olarak kullanmayacağımızı çok açık bir şekilde tekrar tekrar belirtiyoruz. Bu temel ilkelerimizden biridir. Dinin siyasetin aracı olamayacağını tartışmasız biçimde söylüyoruz. Biz bu toplumda yaşıyoruz ve bu Müslüman bir toplum. Alevisi, Sünnisi, az dindarı, çok dindarıyla…

İnanmayanıyla…

Tabii ki inanmayanlar da var. Başka dinlerden olan insanlar da var. Bir kişi bile olsa, onun özgürlüğünün garanti altına alınması gerekliliğine inanıyoruz. Ama bu toplum çoğunluk olarak Müslüman bir toplum ve dine iki bakış var. Uç noktada biraz abartarak söylüyorum, din zenginin oyuncağı, eğlencesi haline geldi. Medyaya çıkan VIP umreleri, yok efendim kafayı dağıtmak için haftasonu umreleri… Oysa bütün dinler, büyük öğretiler, fakirin öfkesi olarak gelmiştir. Biz “fakirin, mazlumun, sömürülenin, zayıf bırakılmış olanın sesi, öfkesi, çığlığı olması gerek” diyoruz. AKP’yi ise birinci kategoriye koyuyorum.

Yani?

Müslüman insanların yozlaşması, değişmesi, paranın dayattığı hayat… Bu, Kuran-ı Kerim’de Müslümanların en çok uyarıldığı konudur. Haksız yolla, iktidar aracını kullanarak ve birtakım bilgi sahipleri tarafından bunu meşrulaştırarak zenginleşiyorlar. Zenginleşirken de içinde bulundukları toplumu, mahalleyi unutuyorlar. Ayrışıyorlar. Önce mahalle içinde mahalleden farklı bir yaşama geçiyorlar, sonra mahalleyi terk edip sitelere filan taşınıyorlar. Tayyip Erdoğan’ın Burhaniye Emniyet mahallesinden, Kısıklı Saklı Bahçe villalarına çıkması bunun tipik bir örneği. Bir karunlaşma, firavunlaşma söz konusu. Bu Müslümanlığın en çok reddettiği şeydir. Firavun olmak ille de piramitleri yaptırmakla olmuyor.

Müslüman emekçi partisi olarak çıkıyoruz mu diyorsunuz? Yelpaze filan kalmadı diyeceksiniz ama, o bildik yelpazenin neresinde HAS Parti?

Mevcut siyasal yelpazenin bir oyun, bir aldatmaca olduğunu düşünüyoruz. Böyle bir oyun var, bunu bize çok yapacaklar, biliyoruz… “Sen sol parti kurdun, Bekaroğlu filan, Müslüman sol…” Bu şekilde üstümüze geliyorlar, özellikle AKP taraftarı, medyası, yazarı, çizeri, böyle bir yola gidecekler. Niye? Çünkü muhafazakâr seçmenin öteden beri bilinçaltında varolan sol korkusunu kaşıyarak ‘bunlardan uzak durun’ filan diyecekler.

Ama bir şekilde kendinizi tanımlamanız gerekecek. Sol muhafazakâr denebilir mi?

Şöyle desek: Değerler söz konusu olduğunda muhafazakâr, özgürlükler söz konusu olduğunda liberal, ekonomi, paylaşım söz konusu olduğunda sol. Ama bu kavramlar çok kirletildi artık bence. Kimse kusura bakmasın, bütün bu kavramların ırzına geçildi. Dolayısıyla bu kavramlarla etiketlenmeyi reddediyoruz. Biz birey ve toplumu öne çıkartıyoruz. Devlet, piyasa hepsi tek insan içindir ve tek tek insanların oluşturduğu toplum içindir. Bizim için önemli olan insanların eşitliği, biricik ve muhteremliği ve kutsallığı… Budur esas. Devlet değil, piyasa hiç değil… Devlet güçlü olana lazım değil, zayıf olanın yanında yer alır devlet. Zayıf olana yapılan haksızlıkları önler. Adalet ve özgürlük vurgusunu her şeyin önüne koyuyoruz.

Bu vurgu kutsal olmasına çok kutsal da, iktidara taşımıyor. Seçmen işle, ekmekle ilgili sözler duymak istiyor…

Ama ekmekle özgürlük aynı şey. Ekmek yoksa özgürlük yok. HAS Parti’nin dışında Mehmet Bekaroğlu olarak söylüyorum: Allah, ekmek, özgürlük! Aslolan ekmek. Ekmek olmayınca, bir insan ekmek, rızık ve istikbal korkusu içindeyse, birilerinin önünde eğilecektir. Biz la ilahe illalah’ı böyle algılıyoruz. Kim ne derse desin, kim ne kadar alınırsa alınsın, şu anda Türkiye’de, bu muhafazakâr demokrat denen iktidar zamanında bir el yardım paketi uzatırken, diğer el de öpün diye uzatılıyor. Bundan rahatsız olan Halkın Sesi Partisi’nin potansiyel seçmenidir diye düşünüyorum.

İktidarın tahakküm ve dayatma aracı olarak kullanılmasına karşı olduğunuzu söylüyorsunuz. AKP iktidarını öyle mi görüyorsunuz?

Kesinlikle öyle görüyoruz. Türkiye’de biz halkın sesinin duvarlara çarparak susturulduğunu düşünüyoruz. Anayasanın duvarına çarpıyor ses; parti, seçim yasasının duvarlarına çarpıyor, meclis iç tüzüğünün duvarına çarpıyor, 1946’dan bu yana ‘sanki demokrasi var’ gibi görünüyor ama hiçbir şekilde bireyin, insanların tercihleri, talepleri kararlara dönüşmüyor.

Numan Kurtulmuş’un günü gelince Tayyip Erdoğan’ın yerine geçeceği doğru mu?

Muhafazakâr kesimde öteden beri böyle bir beklenti var. Numan Kurtulmuş biraz parlayınca, Tayyip Erdoğan’ı ikame edecek bir insan olarak görüldü. Böyle bir rol biçiliyor Numan Kurtulmuş’a. Ya da Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olacak, dolayısıyla Numan Kurtulmuş gibi daha güçlü bir lider onun yerine geçecek ve devam edecek diye düşünülüyor. Oysa, Erdoğan 2007 seçimlerinden önce Numan Kurtulmuş’u AKP’ye davet etti. Kurtulmuş, o günden bugüne söyledikleriyle de hep bunu reddetti.

Ama o zamanki teklif başbakanlık değildi.

AKP içinde sabretseydi, Başbakan olabilirdi. Bakan olur, beklerdi. Mesele o değil. Mesele Numan Kurtulmuş’un AKP’nin uyguladığı politikalara karşı olması. O yüzden biz orada değiliz. Ama İslami entelijansiya, köşe yazarları sürekli olarak böyle bir beklenti içinde. Halkın Sesi Partisi’nin kurulmasıyla ilgili ‘zamansız doğum’ yorumu yapıldı. “Erdoğan 2011’de çok yüksek bir oy almalı ki Cumhurbaşkanı olabilsin, bozmayın işi” filan gibi şeyler söylüyorlar. Buradan üretilmiş bir şey Numan Kurtulmuş’un AKP’nin başına gideceği, Başbakan olacağı filan.

Böyle bir gelişme olmaz diyorsunuz.

Olmaz. Biz bir şeyler yapacağız bu ülkede. Ben de, Numan Kurtulmuş da birçok yerde siyaset yapabilirdik, bir şeyler olabilirdik. Ama biz bir şeyler olmak değil, bir şeyler yapmak istiyoruz. Halkın sesini siyasette karara dönüştürecek bir şeyler yapmak istiyoruz. Bu çok anlamlı bizim için. Başbakan olmaktan çok daha anlamlı.

Halkın Sesi Partisi’nin Pennsylvania ile ilişkileri nasıl olacak? Numan Kurtulmuş “Fethullah Gülen siyaset yapmak istiyorsa gelsin Türkiye’de partisini kursun. Yetkili olsam Hocaefendi’nin gelmesini temin ederdim. Buyursunlar, gelsinler, partilerini kursunlar” demişti. Davet hâlâ geçerli mi?

‘Siyaset yapmak istiyorsa’ dedi. Türk siyasetinin Pennsylvania ile ilişkisi içler acısı bir durum. Fethullah Hoca okul açıyor, dini bir önder, ona gönül bağlayanlar var, onlar dayanışıyor, çocuk okutuyorlar filan, buna kimse bir şey diyemez. Her yerde bu şekilde yapılsın. Burada bir problem yok. Ama siyasetçilerin Pennsylvania ilişkileri çok ayıp bir şey. Böyle bir şey olamaz. Bir siyasi partinin Pennsylvania ile ne ilişkisi olabilir?

Öyle demeyin, Türkiye’de bazı siyasetçiler arasında Pennsylvania’ya bir adım daha yakın olmak bir ayrıcalık. Her ne kadar Gülen her partiye eşit mesafede durduğunu söylüyorsa da…

Biz siyasi ölçülerimizi ortaya koyuyoruz. Tek ama tek ölçümüz insandır, bireydir, halktır. Herkesle görüşülür ama bir yerden onay almak bu partinin kitabında yok. Biz geliriz, bu ölçüler içerisinde ülkeyi yönetiriz. Bu ölçülerin dışında davranan, bizi buraya zorlayan kim varsa da karşısında dururuz. Fethullah Gülen’le hükümetin ilişkisi, Baykal’ın selam göndermesi filan… Herkes selam gönderiyor, bu anlaşılır bir şey değil.

Siz Fethullah Gülen’e selam göndermiyor musunuz?

Biz herkese selam gönderiyoruz. Selamımızın anlamı şu: “Kardeşim barış içindeyiz. Benden bir zarar gelmez. Ama nasıl gelmez, ölçülerim var, bu ölçüler içinde zarar gelmez. Ama kim zulmediyorsa ya da sanmıyorum ama Fethullah Gülen veya onun adamları özel hayatın mahremiyetini, gizliliğini bozarak insanları dinliyorlarsa, karşı çıkarız. Yaptırmayız bunu. Eğer Fethullah Gülen bir dini cemaatin, bir hayır kurumunun lideri ise tamam. Ama eğer Gülen siyaset yapıyorsa o zaman bizzat siyasi parti olur, orada yapar. Genel Başkanımız da bunu söyledi.

Siyaset yapmak pahalı iş, mali kaynağı nedir HAS Parti’nin?

Siyaset çok parayla yapılan bir şey değil. Bugün siyaset zenginler ve devlet tarafından finanse ediliyor, dolayısıyla devlet ve zenginler ne diyorsa o yapılıyor. Biz üyelerinin finanse edeceği bir parti olacağız. Formülümüz yakın zamanda bir milyon üye ve bu üyelerden en az ayda 10 lira aidat. 120 milyon lirayla da gayet iyi siyaset yapılabilir.

Erbakan’ın yeniden genel başkan olmasını nasıl karşıladınız? Aktif siyaset için biraz yaşlı değil mi sizce?

Öyle. 2003’te Genel Başkan olduğu zaman bile “Olmayın Hocam, siz Türk siyasetinin geçmişinde çok önemli bir figürsünüz. Kim o dönemi yazarsa, sizi en başa yazacak. Ama Türk siyasetinin geleceğinde yoksunuz. Bir daha genel başkan olmayın. Cem Uzan’la, Abdullah Gül’le filan kürsülere çıkmayın, bu öncelikle size haksızlık olur” demiştim.

Erbakan’ı önemsiyorsunuz…

Erbakan önemli şeyler yaptı. Kırsalın, aşağıda olanın temsilcisidir. Antiemperyalisttir, büyük sermayeye, tekele karşı verdiği mücadeleyi kimse yok sayamaz. Ben mesela, mevsimlik işçi bir babanın çocuğuyum. Annem okur yazar değil. Annem hastaydı, o yüzden doktor olmak benim için çok önemliydi. 70’li yıllarda Erbakan’ın “Bu ülkenin işçisinin, çiftçisinin, esnafının çocukları, siz bu ülkeyi yönetebilirsiniz” demesinin bizde çok katkısı var. Tayyip Erdoğan’da da, Abdullah Gül’de de, bende de… Belki en az Numan Kurtulmuş’tadır, çünkü onun dedesi Osmanlı ordusunda binbaşı. Ama hepimizde Erbakan’ın bir payı var. Bunu teslim ediyorum.

Erbakan yine genel başkan. Ne diyorsunuz?

Birşey demiyorum. Sadece üzülüyorum.

Kürt meselesi ve başörtüsü: Halkın Sesi Partisi bu sorunları nasıl çözecek?

Türkiye’de bugün başörtüsünün konuşulması çok ayıp. Herkesi aşağılayan bir şey. Kürt meselesi de aynı şekilde. Bugün Kürtçe konuşulsun mu, Kürtçe eğitim yapılsın mı diye konuşmak da ayıp. 2010’dayız ve bu yasak 100 senelik bir yasak. Bu coğrafyada daha önce böyle bir yasak yoktu. ‘İnsanlar Kürtçe konuşamaz, Kürtçe eğitim yapamaz’ gibi bir uygulamayı çok akla ziyan bir uygulama olarak görüyorum. Bir delilik uğruna bu kadar kan. Bu kadar can kaybı. Bu kabul edilebilir bir şey değil. Bu delilik de Türkiye’nin uluslaşma sürecidir. Batılılaşma dediğimiz şeydir, burada üretilmiş bir şey değil.

Siyasetçilerin yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?

Şu anda iktidar ve muhalefetin bu sorunları çözmek gibi bir derdi yok ki. Siyaset yapma tarzı sorun çözmek değil, sorunlar üzerinden siyasal iktidar devşirmek. Yani sorun var olacak, o konuda kavga çıkaracaksınız, taraftar oluşturacaksınız ve bu sandığa yansıyacak. Bakın en son başörtüsü… Bir kadın olarak sen “ben böyle giyinmek istiyorum” diyeceksin, ben “giyinemezsin” diyeceğim, sonra kadın haklarından bahsedeceğim. Akla ziyan durumlar…

Hizmet alan veren ayrımı? Kamusal alan…

Bunların hepsi saçmalık. Kamusal alan nedir, kim tarif ediyor? Başörtülü yargıç neden tarafsız olamıyor? Ben de başörtüsüz yargıç nasıl tarafsız olabiliyor diye sorarım o zaman.

Kılıçdaroğlu çözmeye talip olmuştu…

Evet, “çözerim” dedi. Hemen test etmeye kalktılar. “Hadi çöz bakalım, nasıl çözeceksin!” Çözmesi istenmiyor. Bu örnek de çok net gösteriyor ki, siyaset sorun çözmüyor. Taaa 100 seneden beri varolan dört sorun alanı var. Türk-Kürt, Sünni- Alevi, dindar-dindar olmayan, sivil-asker. Buraları kaşıyarak, hiçbir şekilde sorun çözmeyerek, buralardan iktidar devşirmeye çalışıyorlar. İktidar oyununun araçları olarak kullanıyorlar. Böyle olunca da o temel problem, yani insanın ekmeği, insanın özgürleşmesi meselesi sürekli örtülüyor.

Kürt meselesine dönersek…

Kürt meselesi denen şey aslında Türk meselesi. Bunu söylüyorum ben. İki şeyden dolayı. Bunlardan bir tanesi, bunu oluşturan Türkiye’nin uluslaşma sürecidir. Modern Türk ulusu yaratma sürecidir. Türkçülük yapıldığı için Kürt meselesi çıktı. “Ben Türküm” diye bağırdığın zaman adam da çıktı “Ben Kürdüm” dedi. Erbakan meşhur Bingöl konuşmasında “Bu memlekette besmele vardı, siz geldiniz ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım’ dediniz, Kürt çocuğu da ‘Ben de Kürdüm’ dedi” diyor…

Gerçekçi çözüm nerede?

Bu olayın iki tarafı var. Esas Kürt meselesidir, Kürt meselesi de kimlik meselesidir, dil meselesidir. Yani Kürtlerin Kürt kalarak eşit yurttaşlar olması meselesidir. Devlet bunu hiç kimseyi muhatap almadan yapacak. Temel olay bu. Çekilen acılar, şunlar bunlar, ama şöyle olmuştu, böyle olmuştu, özür dilemeler, ayrı şeyler bunlar. İkincisi, Kürt meselesinden ortaya çıkan PKK diye bir olgu var, siz Kürt meselesini hallettiğiniz zaman, PKK zaten açığa düşecek. Peki 30 seneden beri savaşmış, dağa çıkmış, biz nasıl diyorsak burada 6-7 bin şehit var, orada da 25 bin insan ölmüş. Dağda iki kuşak insan var, bunlara nasıl silah bıraktıralacak? Bu teknik bir konu. Bunun muhatabı vardır. Bu Öcalan da olabilir, dağdaki Karayılan da olabilir, BDP de olabilir, bölgede başka muhataplar da bulunabilir.

İktidar Kürt vatandaşların PKK’yı desteklediğini düşünmüyor.

Bu başını kuma sokmak. Böyle bir şey yok. PKK, Kürt halkı tarafından destekleniyor. Yaptığı hareketleri eleştiriyor olabilirler ama destekliyorlar. Aklın yolu birdir. Kürt bakıyor, bugün bunlar konuşuluyorsa bu mücadelenin sonucudur diyor. Burada bunu doğru yaptılar anlamında bir şey söylemiyorum ama destekliyorlar.

İlgili Videolar:

Türk Kahvesi  – Mehmet Bekaroğlu – 1

Türk Kahvesi  – Mehmet Bekaroğlu – 2

Türk Kahvesi  – Mehmet Bekaroğlu – 3

Türk Kahvesi  – Mehmet Bekaroğlu – 4

Türk Kahvesi  – Mehmet Bekaroğlu – 5

Türk Kahvesi  – Mehmet Bekaroğlu – 6

Türk Kahvesi  – Mehmet Bekaroğlu – 7

Türk Kahvesi  – Mehmet Bekaroğlu – 8

Türk Kahvesi  – Mehmet Bekaroğlu – 9

Türk Kahvesi  – Mehmet Bekaroğlu – 10

Türk Kahvesi  – Mehmet Bekaroğlu – 11

Türk Kahvesi  – Mehmet Bekaroğlu – 12

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir