Afganlar neden Türkiye’de? Biz Van’da ne yaptık?

Arkadaşlarımız Mevlüde Ecem ve Hüseyin Arif, Tarlabaşı Dayanışma ve Epic Migrations ekipleriyle birlikte  28-31 Temmuz tarihleri arasında gerçekleştirdiğimiz Van ziyaretinden gözlemlerini, göçmenlerle ve yerel halkla neler konuştuklarını yazdılar. İlginize sunuyoruz.

Mevlüde Ecem Öksüz – Hüseyin Arif Sarıyaşar

Bir süredir gündemimiz malum; Taliban, ABD’nin bölgeden tamamen çekilmesiyle birlikte başkente girdi ve yönetime bütünüyle el koydu. Şimdi sosyal medya, haber kanalları, gazeteler yani bilumum yayın organları aynı haberlerle çalkalanıp duruyor. Afganistan’daki kadın arkadaşların akıbeti ne olacak sorusu, uçaklardan düşen insanların “yürek burkan” görüntüleri sanki Afganistan’da yıllardır kimse ölmüyormuş gibi herkesin matem gündemine oturmuş durumda. Düne kadar ülkesinde mülteci istemeyenler bugün Afganistan’dan gelen görüntülere ahlanarak bakıyorlar. Bizi bu sürece getiren adımları teker teker incelemek çokça vakit alacaksa da birkaç hafta öncesinde bir pogroma dahi şahit olmamıza neden olan mülteci karşıtı eğilimin kaynağını irdelemek gerektiği su götürmez bir gerçek. 

 

Bu yazıda Tarlabaşı Dayanışma ve Epic Migrations ekibiyle 28-31 Temmuz tarihleri arasında gerçekleştirdiğimiz Van ziyaretinden hareketle Afganistan gündemine değinmek istiyoruz. Temmuz ayı itibariyle medyada dolaşıma giren “Van-İran sınırı Afganlara geçit oldu!” manşetli haberleri görmeye başladık aslında. Her zamankinden daha yoğun ve daha büyük bir göç dalgasının vuku bulduğuna işaret eden bu haberler sınırdaki duruma dair birçoğumuzu endişelendirdi, Edirne’deki hadiseyi hatırlamamıza neden oldu. Afgan göçmenlerin yayınlanan videoları, Yıldıray Oğur’un yazısı ve bunları takip eden BBC/Medyascope haberleri derken göçmen meselesinin medyatik ayağı olan biteni iyice körükledi. Her vatandaş gibi gazeteciliğin onurlu kollarına kendimizi bıraktığımız ve yapılan haberlere kulak kesildiğimiz için, hem meseleyi yerinde deneyimleriz hem de göçmen kardeşlerimizle dayanışabilmenin imkânlarını ararız diyerek Tarlabaşı Dayanışma ekibi ile yola revan olduk. 

 

Neler olup bittiğini anlamak adına öncelikli bir saha araştırması yapmak gerekiyordu. Bunun için ise esnafından şoförüne, STK’sine kadar Van’ın her bir bileşeniyle ayaküstü de olsa sohbet etmek önemliydi. Yolculuğumuz boyunca bilgi edinebileceğimiz her fırsatı değerlendirmeye özellikle dikkat ettik, ki bu da bize farklı görüşlerden çokça insanla iletişime geçme imkanı tanıdı. Van’da çeşitli alanlarda aktif faaliyet yürüten STK’lerle yaptığımız görüşmeler doğrultusunda hiçbir sivil toplum kuruluşunun sınırda doğrudan eylemde bulunmadığını öğrendik. “İllegal” pozisyonda olan göçmenlerle ilgilenmek devletin kanununa aykırı düşeceğinden bölgede yerleşik olan mültecilere bazen yemek, bazen kıyafet, bazen de market yardımı yapmakla yetiniyorlardı. Bu durumun meali bizim için şuydu; kurumsal ağların arkasına gizlediğimiz insanlığımız, insan hayatının söz konusu olduğu fakat devletin akil hareket edemeyip gerekli kontrol mekanizmasını işletemediği alanlarda geçersiz kalıyordu. Düzgün bir mülteci politikasını tercih etmeyen, bunun yerine hali hazırda ülkesinde barındırdığı ve hala gelmekte olan potansiyel göçmenleri kirli siyasetinde kullanmak üzere yedekleyen iktidarın radarına takılmak istemeyen STK’lar “Afganların geldiğini biliyoruz.” diyerek görevlerini ifa etmiş oluyorlardı. 

Bir Afgan göçmen Jandarmaları gördükten sonra köyden dağlık bölgelere doğru kaçıyor.

 

Buna karşın Van Barosu’nda gerçekleştirdiğimiz görüşme bölgede neler olup bittiğine, meselenin derununa dair bir ufuk edinmemize vesile oldu.  Orada baro başkanı ve iltica komisyonunda görev alan avukatlarla görüştük. Bölgedeki genel duruma dair görüşlerini dinledikten sonra aldığımız en kritik bilgi sınırdaki durumun medyada “şişirildiği” kadar yoğun olmadığı yönündeydi. Yaklaşık 15-20 senedir var olan göç hareketinin devam ettiğini ve gazetecilerin anlattığı gibi yeni bir durumun söz konusu olmadığını öğrendik. Yani bir göç hareketi olduğu aşikar ancak geçmiş senelere kıyasla bir akın olduğundan bahsedilmesi zor, üstelik konunun birinci elden muhatabı yerliler de aynı tespitte bulunuyor. Tabii bu noktada medyada çıkan haberlerle İlay Aksoy, Ümit Özdağ gibi faşist siyasetçilerin mülteci karşıtı söylemlerini daha da yüksek sesle dillendirmeleri karşılıklı birbirini körükler durumda. Gazetecilerin yer yer pragmatist olarak nitelendirilebilecek bu tutumları aslında göçmen arkadaşların aleyhine rol oynuyor. Göçmenlerin gruplar halinde sınırdan Türkiye’ye giriş yaptığını izleyen halk, sosyal medyanın etkisi ve kitlelerin cazibesiyle mesken edindiği yeryüzünü kendinden başkasına yar etmemek üzere şiddete başvuruyor. Faşizmi ideolojik altyapısıyla kuşanmış olanların sistematik provokasyonları sonucu Altındağ’daki elim olaylar hepimizin hafızalarına kazındı şüphesiz. Ancak bu olaylar üzerinden yalnızca bir hafıza çalışması devşirmek yerine ırkçı-milliyetçi söylemin tek adam rejiminin pratikleriyle ne derece paralel izlediğini gözlemlemek daha yerinde olacaktır diye düşünüyoruz. “Faşizm tuğla tuğla inşa oluyor.” gibi büyük laflar şöyle dursun, organize bir kötülüğün sokaklarımızda kol gezdiği gerçeği günbegün yüzümüze çarpar durumda. 

 

Barodan edindiğimiz bir diğer mühim bilgi büyük bir göç dalgasının Eylül ayında gerçekleşeceği yönündeydi. ABD’nin Afganistan’dan çekilmesiyle birlikte Taliban baskısının artacağını ve Afganların Türkiye’ye sığınacağını öngören avukatların haksız olmadığını şu günlerde tarihi bir olaya şahitlik ederek söyleyebiliyoruz. Tahmin edilenin aksine Eylül’ü beklemeden Ağustos başı itibariyle teker teker şehirlere girmeye başlayan Taliban, 15 Ağustos günü başkent Kabil’i aldığını ve Afganistan hükümetinin düştüğünü duyurdu. Dünya siyaseti için oldukça mühim bir ajandanın parçası olan bu haber, şimdi kendi yerelinde özellikle kadınların özgün mücadelesini ve daha başka mücadele biçimlerini de doğuruyor.

 

Bu yazıyı tam anlamıyla bir politik analiz yazısı olarak kurgulamadık dolayısıyla şimdi bir de görüşebildiğimiz göçmenlerin bize aktardıkları üzerinde duracağız. En başta, “yeni büyük göç dalgası” konusunda hem göçmenlerden hem de barodan aldığımız cevaplar benzer yöndeydi. Ne bu yıla has bir artış ne de yeni bir göç dalgası söz konusu. Bunu doğrulayan birçok esnafla da karşılaştık. Öte yandan buraya gelen, çoğunlukla genç erkek göçmenlerin gelişlerinin asıl sebebinin çalışma ihtiyacı olduğunu gözlemledik. Göçmenlerin çoğu kuzenleri ya da bir arkadaşları vasıtasıyla Türkiye’de geçtiğimiz yıllarda iyi kötü bir çalışma hayatının sürdürülebileceğini ve devletin bu duruma çok müdahale etmediğini öğrenerek bu yolculuğa çıktığından bahsediyor. Ve bu duruma kendilerinin Afganistan’da belli bir sınıfsal statüye sahip olmadıkları sürece ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar ailelerini ya da kendilerini geçindiremediklerini ekliyorlar. Elbette bunun sebebi özellikle Ağustos ayına kadar süren iç savaş.

 

Van’da olduğumuz süre boyunca şehir merkezindeki parklar, çevre ilçeler, köyler ve otogarlarda yaklaşık 300-400 göçmenle kıyafet, erzak ve ilaç dayanışması sağladık ve 100’e yakın göçmenle birebir diyalogda bulunduk, hasbihal ettik, sürecin daha derin değerlendirmelerini dinledik. Genele baktığımızda söylemler bizzat “Taliban’dan kaçmak” şeklinde değil, savaşın iş imkanlarını ve ekonomiyi tahrip etmesi şeklinde dillendiriliyordu. Savunulacak bir Afgan hükümeti olmaması bir yana kendinden saymadığını yaşatmayan ve sadece para iktidarı için savaşan bir Taliban tablosu da görüştüğümüz göçmen arkadaşlar tarafından dillendirildi. Ancak Taliban’ın yerleşimlere hususi saldırmadığı ve meşru görülmeyen hükümetle kendince savaştığı vurgusu da çok rastladığımız bir vurguydu. 

Dayanışma göstermek için tanıştığımız bir grup göçmen arkadaşımız bir dere yatağında jandarmadan saklanıyor ve konaklıyor.

 

Bir yandan da Afganistan’da özellikle gençlik arasında Türkiye’ye çalışmaya gelmek, gidişi biraz tehlikeli ama sonucu güzel bir şey olarak meşhur. Türkiye’de devletin Afgan göçmenlere karışmadığı gibi bir kanı var. Ancak görüştüğümüz uzun süredir burada olan ya da ikinci kez gelen arkadaşlar, durumun son bir senedir farklılaştığını ve devletin sert tutumlar aldığını dile getirdi. Burada birkaç sene vakit geçiren arkadaşlar birçok zaman polislerin onlara iyi davrandığını söylüyordu, şimdi ise değişen durumlardan bahsediyorlar. Sınır geçişlerinde  kaçakçılık şebekelerinin ve askerin ilişkide olduğu çok açık bir şekilde savcı dosyalarında dahi görünüyor. Biz de barodan aldığımız bilgiler ve göçmen arkadaşlarımızdan dinlediklerimiz doğrultusunda hükümetin sınır geçişlerinde bilinçli bir kayıtsızlık sergilediğini görüyoruz. Her sene on binlerin geldiği bir göç olgusu, ısrarlı bir şekilde kayıt altına alınmıyor ve ucuz emek havuzuna, kayıtsız istihdama depolanıyor. Bu kayıtsızlıkta sermaye-devlet temasının ötesinde uluslararası anlaşmalara dair bir ajanda olduğu da düşünülebilir.

 

Kurduğumuz ilişkiler bağlamında genel tabloya baktığımızda, bu günlerde medyada ırkçı bir dille palazlanan Afgan göç meselesi ne yeni bir olgu ne de sanıldığı gibi salt Taliban’dan kaçış niteliğinde. Emperyalist güçlerin müdahale ettiği her coğrafyada olduğu gibi yerel direniş dinamikleriyle ortaya çıkan savaşla birlikte halkın ve emekçi sınıfların yoksullaşması, çalışma koşullarının ortadan kalkması insanları göç fikrine itiyor. Hele ki bir savaş halinde halkın koşulsuz kuşanabileceği bir taraf olmadığında kitleler “hayatımı nerede idame ettirebilirim, geçimi nereden sağlayabilirim” sorusuyla hareket ediyor. Çünkü mevcut gerilim artık yabancılaşmış bir yerde duruyor. Buraya gelen çoğu genç erkek Afgan’ın geri dönme düşüncesi olması da elbette bununla ilişkili; ortalık toparlanana kadar ailesine maddi destek sunabilmek.

 

En nihayetinde dünya, kendini rezzak sanan bir avuç insanın yeryüzünü parsellemesinden ibaret değil. Bu bilinç, bu kavrayış ilmek ilmek örüldükçe yeri yurdu kendine dar edilenlerin öfkesi de öfkemizle birleşebilir ve kendini rezzak sananlara kafa tutabiliriz. Afganistan’dan, Afrika’dan ya da Suriye’den buraya gelenler bize potansiyel kaderimiz ya da geçmişimiz konusunda ışık tutmaktan başka bir şey yapmamakta. Bu göç olgusu, sermayedarlar ve devletler nezdinde insan hayatının ne denli metalaşabildiğini ya da araçsallaşabildiğini göstermekte. Şimdi, dayanışma sağlamak için büyük projelerin kitlelerin üzerine atılmasını beklemeye  ihtiyacımız yok. Yavaş yavaş da olsa, ilmek ilmek de olsa mücadeleyi örenlerle omuz omuza olmak gerekiyor. “Mazlumlar ayağa kalkmadan zalimler diz çökmüyor.”

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir