Çoğunluğun Ötekisi: Sınıf-Altı Ve Gönülsüz Göçmenler

Hatice İ. ERDEM

Bediz Yılmaz’ın “Türkiye’de Sınıf-Altı: Nöbetleşe Yoksulluktan Müebbet Yoksulluğa” (2008) başlıklı makalesinde, sınıf ve sınıf-altı kavramlarını, ABD çerçevesindeki yaygın kullanımının aksine, Türkiye’de 2008’lerle birlikte ortaya çıkan yeni yoksulluk modeli içerisindeki birtakım olguları anlamak için başvurulacak bir yöntem olarak ele almaktadır. Makalenin son bölümünde somut bir örnek üzerinden Tarlabaşı mahallesindeki yerleşik Kürt göçmenlerin sınıf-altı olarak nitelendirilebileceği tezi üzerinden, yoksulluğu ve yoksulluğa bağlı olarak gelişen sosyal dışlanmayı birtakım ölçekler üzerinden değerlendirmeye sunmaktadır. Bu yazı, Yılmaz’ın makalesi çerçevesinde yoksulluk ve dışlanma ilişkisini, “sınıf-altı toplumları kimin ötekisi?” sorusu etrafında şekillendirecektir.

Kavramsal Çerçeve: Sınıf-altı

Yılmaz’a göre “sınıf-altı” kavramının “yoksulluk” olgusu üzerinden analiz edildiği makalelerde, yoksulluk iki gruba ayrılarak irdelenmiştir. Bunlardan ilki kültürel öğelerin ağır basması, bireylerin kişilikleri veya belli bir toplumsal grubun özelliklerine bağlı olarak oluşmuştur. Disiplinsizlik, tembellik, kurallara uymayı becerememe, sorumluluk altına girmeme gibi özellikler bu gruba aittir. İkinci grup ise yapısalcı olarak nitelenen gruptur. Bu grupta yoksulluğun nedeni bireylerin kendi tercihleri ile değil dışarıdan gelen, devletin yeniden dağılım mekanizmasındaki eksikliklerden kaynaklanmaktadır. Bu gruptaki yoksulluk toplumun sosyo-ekonomik yapısında ve sosyal tabakalaşmada gizlidir. Bunlar toplumdaki ayrımcılık ve sosyal adaletsizliğin kurbanıdırlar (Yılmaz, 2008, 129). Bu iki grup arasında gidip gelmesiyle dikkat çeken “sınıf-altı” kavramı ilk kez 1963’te İsveçli iktisatçı Gunnar Myrdal tarafından ABD’deki ekonomik büyümeye rağmen varlığını ısrarla koruyan ve işsizlik, ayrımcılıktan mustarip bir kesimi tanımlamak için kullanılmıştır. Ancak Myrdal’ın tanımlamasının tam aksi bir evrime doğru yol alan “sınıf-altı” kavramı özellikle 1970’lerden itibaren sınıfsal alanından sıyrılarak ırksal bir anlam ifade etmeye başlamıştır. Yoksulluk kavramı başlangıçta yoksulluğun bireyler üzerindeki olumsuz etkisine vurgu yaparken zamanla kavramın içeriği genişleyerek, yoksulluktan çıkmanın mümkün olmadığı bir kısırdöngüye dönüşmeye başlamaktadır. Esas sorumluluğun toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizlik mi yoksa yoksulluktan çıkmak için hiçbir girişimde bulunmayan yoksulların kendileri mi olduğu muğlak kalmaya devam etmektedir. Ancak 1970’lerden itibaren sınıf-altı kavramı ABD’de yoksul siyahların kriminal sapkın ve gayriahlaki tutumları ile özdeşleştirilmektedir. Bunda başlıca etken Time dergisinin “Amerikan sınıf-altı” başlıklı kapak dosyası ve New Yorker dergisindeki yazıları ile Ken Auletta yazıları olarak görülmektedir (1981). Medya eli ile bu anlamın sahiplenilmesi süreci hızlandırmakta, yapısal işsizliğin sebebi bireylerin davranışları ve bu tür davranışlara meyledenlerin ise siyah ırk olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır. Medyanın kodlarını keskin çizdiği bu çizgi, kavramın ırksal tanımının dışına çıkmasını engelleyen bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Bedia Yılmaz’a göre bu durumun ön plana çıkmasında Amerikan zihin yapısının, Afrikalı Amerikalıların maruz kaldığı ırkçılığın ve toplumdaki yerleşik bazı yargıların katkısını önemli ölçüde etkili olmaktadır (Yılmaz: 2008, 130). William Julius Wilson “Gerçek Dezavantajlılar” isimli kitabında (1987) sınıf-altı kavramına yeni bir perspektif kazandırmaktadır. Bu ayrışmayı; toplumsal, demografik, mekânsal ve ekonomik olarak dört başlık altında inceleyen Wilson’a göre sınıf-altı oluşumu sırasıyla; ırka dayalı ayrımcılık, kırsal kesimden göç sonucu siyah nüfusun hızla artması, kentsel yoksulluğun belli bölgelerde yoğunlaşmasına neden olan ayrışma mekanizmaları, ekonominin yeniden yapılanması neticesinde üretim yapan işyerlerinin siyahların yoğun yaşadığı kentçi bölgelerden hızla uzaklaşması olarak dört ayrı başlıkta ele alınmaktadır (Wilson, 1987: 31-60). Sınıf-altı kavramına ilişkin tartışmalarda temel birkaç olgu ortaya çıkmaktadır. Köyden kente göç ve planlı, formel kentsel konut arzının artan talebi karşılayamaması bu olguların başında gelmektedir. Her ülkenin kendine özgü koşulları değişse de sosyal bilimler açısından ortak kavramların vurgusu sabit kalabilmektedir. Bu olguları Türkiye için ele aldığımızda ise gettovari mutlak bir bölünmeden ziyade daha geçirgen, esnek, heterojen bir kentsel ayrışmadan bahsetmek daha doğru bir yaklaşım arz etmektedir. Yılmaz, makalesinde sınıf-altı yapısına ilişkin toplumsal dışlanma, ekonomik, sosyal ve politik haklardan yararlanma anlamında “vatandaşlık” kavramını kullanmaktadır. Ona göre bir ülkenin resmi kimliğini taşımak olarak tanımlanan formel vatandaşlık ile bütün haklardan yararlanmak anlamındaki gerçek vatandaşlık arasında örtüşme olmadığı durumlarda bir dışlanmadan bahsedilebilmektedir. Zira yoksula hangi isim verilirse verilsin gerçek vatandaşlıktan mahrumiyet bu dışlanmasının çözümüne ilişkin daha somut adımların atılmasına neden olacaktır (Yılmaz, 2008, 132).

Nöbetleşe Yoksulluk: Yeni Yoksulluk

Yılmaz’a göre Türkiye’deki yoksulluk modelinde yoksullar toplumun dışına itilmemiş, enformel ekonomide kısmen yer edinerek maddi ve manevi anlamda toplumsal statülerini yükseltme imkanına sahip olmuşlardır. Türkiye’deki yoksulluk tarifini tanımlamak için Oğuz Işık ve Melih Pınarcıoğlu’nun ortaya attığı ‘nöbetleşe yoksulluk’ kavramını Yılmaz kendi tezinde ‘yeni yoksulluk’ olarak modellemiştir. Nöbetleşe yoksulluk; yoksulluğun kente daha sonra gelen kuşaklara aktarıldığı döngüsel bir sistemdir. Yeni yoksulluk ise; ekonominin küreselleşmesi ve iktisadi düşüncede neoliberalizmin egemen hale gelmesiyle ilişkilidir. Yılmaz’a göre bu olgunun başat unsurları; istihdam ve konut piyasalarında enformelliğin yaygınlığı ve bunun dikey toplumsal hareketliliğe de imkân vermesi; akrabalık ve hemşerilik bağlarına dayalı refah rejimi sayesinde bireylerin mutlak yoksulluğa düşmemeleridir. Yine ona göre Paugam’ın ‘bütüncül yoksulluk’ kavramı Türkiye’deki geleneksel durumu tanımlamak için en uygun olan ifadedir. ‘Bütüncül yoksulluk’ yoksulluğu, toplumsal bir grubu ilgilendiren mesele olmaktan ziyade ekonomik, sosyal ve kültürel gelişme meselesi olarak ele alınmaktadır. Yılmaz bu kavramdan yola çıkarak yaşanan dönüşümü ifade etmek için eski modeli ‘içermeci bütüncül yoksulluk’, yeni modeli ise ‘dışlayıcı bütüncül yoksulluk’ olarak adlandırmaktadır (Yılmaz, 2008: 127-145). Toplumsal ve mekânsal ayrışmanın dinamiklerini oluşturan kültürel ve yapısal öğeler bu iki kutbun arasında ortak bir tanımda yer alan sınıf-altı (underclass) kavramında karşılık bulmaktadır. İktisatçı Myrdal, 1980’lerden sonra neoliberal dönüşümlere paralel olarak yükselişe geçen bu olguyu ifade etmek için, “çalışmayan, çalıştırabilir olmayan veya az çalışan bir sınıfın” ortaya çıkmaya başladığını ve “giderek daha büyük bir umutsuzluğa kapılarak ulustan koptuğunu ve ulusun yaşamını, amaçlarını ve başarılarını paylaşmadığını” çok erken dönemlerde dikkat çekmektedir (Mydral, 1963: 10). Bu kesim çoğunlukla 90’ların ikinci yarısından itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki yerleşim yerlerinden Batı’daki metropollere göç etmiş olan Kürtlerdir. Bu göçü Yılmaz, ‘gönülsüz göç’ olarak isimlendirmektedir. Bu kavram ile ölüm tehlikesi, ekonomik faaliyetlerin durması, eğitim ve sağlık imkanlarının daralması gibi çok farklı kategorileri ele almaya olanak verir. Makalede ‘gönülsüz göç’ analizi İstanbul Beyoğlu ilçesindeki Tarlabaşı bölgesine yerleşmiş olan Kürtler üzerinden ele alınmıştır.

Gönülsüz Göç: Tarlabaşı Örneği

Sınıf altının mekânsal izlerini Tarlabaşı’nda ikamet eden gönülsüz göçmen Kürtler örneği üzerinden süren Yılmaz, orada yaşayan Kürtleri, toplumsal dışlanmanın ekonomik, sosyal, politik, mekânsal ve söylemsel olarak beş boyut üzerinden değerlendirmektedir. Ekonomik boyutta ele aldığı temel gösterge, gelir yoksulluğu ve işsizlik oranlarıdır. Formel iş olanaklarına erişimin son derece sınırlı olduğu Tarlabaşı’nda, kayıt dışı sektördeki düzensiz ve geçici işlerde düşük ücretli ve sosyal güvenlikten mahrum olarak çalışılabilmektedir. İşveren konumundakiler, bakkal, kahvehane, lokanta gibi kendilerine ait ticari işletmeler üzerinden geçim sağlarken, nüfusun ağırlıklı kesimi ise, yeme-içme ve eğlence sektöründe garson, güvenlik görevlisi, temizlikçi vb. işlerde işçi olarak çalışmaktadır. Kürt göçmenler içinse iş sokak ile bütünleşmektedir. Gezici işportacılık, ayakkabı boyacılığı, tartıcılık, mevsimsel işler, atık kağıt ve teneke kutuları toplama gibi işlerle yaşamlarını sürdürmektedir. Sosyal boyuttaki göstergelerin başında eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim gelmektedir. Ancak bu guruplar, kayıt dışı iş sahibi olmaları hasebiyle sosyal güvenlik mekanizmalarının da dışında kalmaktadırlar. Yoksulların kamuya ait sağlık kurumlarından ücretsiz tedavi edilebilmeleri için verilen Yeşil Kart, hizmet almanın karşılığında aynı zamanda bu grupların yoksul olduklarını belgeleyen bir sertifika niteliği taşımaktadır. Bunun dışında belediyeler ve STK’lar da bu mahallelere kısmi yardımlar yapmakta ancak bu yardımların düzenli olmaması ve yoksul hanelerin en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamaması, bu grupların gerçek vatandaşlıktan dışlanmış olduklarını kanıtlayan bir gösterge olarak yorumlanmaktadır. Eğitim konusundaki göstergelere baktığımızda, bunlardan ilki okullaşma ve düşük okur-yazarlık oranları, ikincisi ise okul çağındaki çocukların zorunlu eğitimlerini tamamlamadan okullarını yarım bırakması meselesidir. Yılmaz’ın yaptığı araştırmaya göre, Tarlabaşı nüfusunun %78’inin hiç ya da çok az eğitim gördüğü ortaya çıkmaktadır. Bu durumun temel sebebi, çocuk emeğinden gelene gelirin aile bütçesine katkısının önemli ölçüde yüksek olmasıdır. Bu çocuklara her ne kadar devlet okullarında ücretsiz eğitim imkânı sunulsa da, yaygın bir uygulama olan okul kayıt parası ve eğitim materyalleri bu aileler için ciddi bir ekonomik külfet oluşturmaktadır. Yine bu mahallelerde yaşayan Kürt göçmen hanelerin en önemli işgücü çocuk emeği olduğu gözlemlenmektedir. 6-13 yaş arasındaki çocukların büyük bir kısmı, kâğıt mendil, sakız, simit, araba camı silme gibi işlerde çalışmakta, 13 yaştan itibaren ise çoğunlukla tekstil atölyelerinde oldukça düşük ücretler karşılığında çalışmaktadır. Yılmaz’a göre, çocuk emeği olgusu, müebbet yoksulluk kısırdöngüsü olarak tanımlanabilecek bir sınıf-altının oluşumunda birincil etmen olarak görülmektedir. Politik boyuttaki göstergelerin başında, Tarlabaşı’ndaki mahalle ve kimliği ve yerel sorunlarda Kürt göçmenler açısından dile getirilmesi gereken iki temel sorun gündeme gelmektedir. Bunlardan ilki gönülsüz göçten kaynaklanan kimlik ve ikamet kayıtlarının olmaması ve bu sebeple oy kullanamamaları, ikincisi ise %10 baraj nedeniyle Kürtlerin gerçek bir siyasi temsile sahip olmamalarıdır. Mekansal boyuttaki göstergeler ise çalışmanın ana ayağını oluşturan bir önem arz etmektedir. Sınıf-altı kavramında ele alınan mekânsal vurgu, Bourdieu’nun ifadesi ile habitat ve habitusun karşılıklı olarak birbirini dönüştürmesi yani, aynı mekânı paylaşan farklı grupların birbirini etkilemesi esasına dayamaktadır (Bourdieu, 1993: 259). Tarlabaşı’nda ikamet edenler arasında hırsızlık, kapkaççılık gibi eylemlerin oldukça yaygın olması, Bourdieu’nun bu yaklaşımına örnek gösterilebilmektedir. Zira yoksulluğun ortasında yaşamak, mekânsal ayrışmanın kabuğunu kırmak ve o kısırdöngüden dışarı çıkmak isteyenlerin göstermiş oldukları çabalar bir yandan söylemsel boyuttaki mekânsal ve etnik damgalamayı aşamamakta, diğer yandan bu gruplara o habitusun dışında yeni bir hayat imkânı tanımamaktadır. Bireyler hiçbir suça veya şiddet eylemine karışmamış dahi olsalar, Tarlabaşı’nda ikamet ediyor olmaları nedeniyle, var olan suçlara ortak edilmekte, kapkaççı gaspçı, terörist, uyuşturucu satıcısı vb. olarak damgalanmakta, daha asgari olarak ise, ahlaksız, bölücü, tembel, pis olarak adlandırılarak “öteki” imajının bedensel ve ruhsal ağırlığını taşımak durumunda bırakılmaktadırlar. Mekânsal ayrışma, bu grupları sadece şehrin ötekisi olarak ilan etmekle yetinmemekte, kamuoyunda da “tehlikeli sınıflar” söylemi üzerinden itibarsızlaştırılmaktadır.

Sonuç

Tarlabaşı örneği, Bauman’ın yabancı olarak tanımladığı şu ifadesinde yer bulmaktadır: “Dostlar ve düşmanlar vardır. Bir de yabancılar vardır.” (Bauman 1991: 23). Bilinen siyah-beyaz, dost-düşman ikilemine uymayan yabancı, tüm bu kategorileştirmelerden uzak kalarak, toplumun çoğunluğu açısından bir tehlike haline gelmeyi ifade etmektedir. Yabancılar, “Hiçbir şey olmadıklarından, her şey olabilirler. Zıtlıkların düzenleyici gücüne bir son verirler. Zıtlıklar bilgilenmeyi ve eylemi olanaklı kılarlarken, kararsızlıklar çaresizliği temel alırlar. Zıtlıklar son derece kesin ayrım çizgilerinin anlamsızlığını çarpıcı bir biçimde ortaya koyarlar. Dışsal olanı, içselin içine alarak, düzenin rehavetini, kaosun şüpheciliğiyle zehirlerler.” (Bauman, 2019: 26). Buna göre çoğunluk, öteki olarak addettikleri grupların farklı yaşam tarzlarıyla gündelik hayatın içine dahil olmalarını, yerleşik kültürü tehdit eden bir gelişme olarak görmektedir. Alois Hahn’a göre bu saldırgan tavrın kavramsal ve söylemsel olarak tanımlanması oldukça zordur, bu tavır toplumdaki bireylerin bilinçsiz şekilde veya bilinçaltı davranışlarının bir tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır (Hahn, 11994, 155). Hahn’a göre ötekiler arasında meydana gelen eşitliğin temel koşulu, ilkesel olarak uygulanabilirliği mümkün olmasa da aynı toplumda yaşayan her bireyin vatandaş olarak kabul edilmesi, kendi ifadesi ile “ötekiliğin genelleştirilmesidir.”
Çoğunluk, öteki ile kurduğu ilişkide kendi tekelinde tuttuğu hoşgörü paravanının sınırlarını kendisi belirlemektedir. Hoş-görmek, öteki ile kendisi arasındaki sınırların nerede başlayıp nerede biteceğini belirledikten sonra vakaya kör olmak değil midir? Hoşgörü anlayışı üzerinde dayalı bir diyalog, ötekinin görüşünün kabulünün yanı sıra, aynı zamanda bir öz eleştiri mekanizmasını devreye sokmaktadır. Waldenfels’in ifadesinde yer bulduğu gibi, “…öteki ile yapılan deneyim, ötekinin kendine yaklaşması oranında, kendi ve öteki arasındaki sınırı belirsizleştirmektedir” (Waldenfels, 2010: 33). Buna göre aidiyet, sadece çoğunluğa ait olanların önceliğine hizmet etmektedir. Bu yaklaşım, söz konusu hakların dışında kalanları tehlikeli sınıflar olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla “öteki” olanların her zaman “öteki” olarak kalacakları bir toplumda sınıf-altı azınlıkları, daimî bir yabancı olma ve sınır çizme çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Önyargı ve stigmalar, söz konusu topluma kimin ait olduğu ve kimin ait olmadığını belirleyen sınırları, aşılması güç bir anlayışa mahkûm etmektedir.

Yazının başında da ifade edildiği üzere, Türkiye’deki yoksulluk modeli değişmemekte, yoksulluk toplumun genelinde yaygın olarak devam etmektedir. Buna göre sosyal tabakalaşmanın en alt kademesindeki yoksullar sosyal dışlanmaya maruz kalmaktadır. Azınlıklar, eşit haklar temelinde gelişecek bir toplumsal yapı içerisinde var olabildiği takdirde her biri farklı bir işleve hizmet eden tek bir vücut olma imkânı mümkün görünmektedir. Buna rıza göstermemek, toplumun kendi uzuvlarından birinin önce kangren olmasını bekleyip daha sonra o kolu kesmeye rıza göstermesi gibidir. Kolu kurtarmak yerine kolsuz yaşamayı göze alan bir toplumda gerçek tehlike, toplumsal sınıflar arasındaki mesafenin toplumsal bilinci kör edecek denli hızlı bir şekilde artmasıdır. Dışlamanın alternatifi olarak ikame edilen “öteki” sendromu, bugün dışlanan azınlıkların konum değiştirmesi ve hiyerarşilerin tersyüz edilmesiyle ortada kapatılamayacak koca bir yarık bırakacaktır. Öyle diyordu Maalouf, “Evrenselliğin temel ön gerçeği, insanlık onuruna ilişkin haklar olduğunu, hiç kimsenin dini, rengi milliyeti, cinsiyeti ya da daha başka nedenler yüzünden hemcinslerini bu haklardan yoksun bırakmayacağıdır.” (Maalouf, 2020, 89). Bu ön gerçek karşısında insanlığın suçu, seçiminde kendi dahili olmadığı bir ırka, bir cinsiyete, bir dile, bir dine, bir milliyete ait olarak dünyaya gelmiş olmasıdır.

Tarih, seçmediği bir suçun cezasının seçilmemiş seçkincilerce kesilmesinin tarihidir.

  • Amin Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2020.
  • Bediz Yılmaz, “Türkiye’de Sınıf-Altı: Nöbetleşe Yoksulluktan Müebbet Yoksulluğa”, Toplum ve Bilim, 113. Sayı, 2008, ss. 127-145.
  • Bernhard Waldenfels, “Yabancı Fenomolojisi”, Çev. Mesut Keskin, İstanbul Avesta Basın Yayın, 2010.
  • Hilal Onur, “Öteki Sorunsalının “Alterite” Kavramı Çerçevesinde Yeniden Okunması Üzerine Bir Deneme”, H. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 21, Sayı 2, 2003, 255-277.
  • Hahn, A. “Die soziale Konstruktion des Fremden”, In: Sprondel, Walter M. (Hrsg.): Die Objektivität der Ordnungen und ihre kommunikative Konstruktion, Frankfurt/Main, 1994, 140-163.
  • Myrdal, Gunnar (1963) Challenge to Affluence, New York: Pantheon.
  • Wilson, William Julius (1987) The Truly Disadvantaged – The Inner City, the Underclass, and Public Policy, Chicago: University of Chicago Press.
  • Zygmunt Bauman, “Akışkan Modernite”, Çev. Sinan Okan Çavuş, İstanbul: Can Yayınları, 2019.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir