Camimiz Neresi – Göçmenlerle Dayanışmak Zorundayız 1: Afganlar Meselesi

Arkadaşımız Muhammed Gazali Kılınç bir yazı dizisi olarak planladığı çalışmasının ilk parçası olan bu yazısında, yükselen ırkçılık karşısında Afgan mültecilerin toplumun kıyısındaki gerçekliğini ele alıyor ve çözüm yollarına ışık tutuyor. İlginize sunuyoruz…

 

Türkiye’de ırkçılık yükseliyor. Bu, düpedüz bir gerçeklik halini aldı. Yalnızca ırkçılığa meyyal Türk sağını temsil eden gruplar arasında değil, bilhassa İslamcı ve sol – sosyalist kesimlerde de son zamanlarda göçmen gruplara yönelik agresif söylemler kendine yer buluyor. Şoven sol göçmen düşmanlığına karşı duran herkesi fonculukla, liberal olmakla ve AB’nin çıkarına hizmet etmekle suçlarken bugün faşist karakterlerin başını çeken Ümit Özdağ ulusal kalkınmacılık ve göçmen/yabancı düşmanlığı söylemlerini mezcederek 1930’larda yükselen faşizmin kötü bir replikasını sahneliyor. Çekinmeden söylemek gerekiyor: Bazı kişi ve kurumların sahiden AB yararına çalıştığı için göçmen dostu gibi görünmesi bizim göçmenlerle dayanışmak zorundalığımızı iptal etmiyor. Bu durum olsa olsa bu kişi ve kurumların ajandalarını ifşa etme ve fakat buna rağmen göçmenlerin haklarının savunulması gerektiğini ifade etme ödevini omuzlarımıza yüklüyor.

Göçmenlerle neden dayanışmalıyız? Bu sorunun en açık cevabı şurada: bugün Türkiye’nin başındaki problemlerin hiçbirinin faili olmamalarına rağmen kamuoyunda yükselen bir nefretle karşı karşıyalar. Bu nefretin sonuçlarını Türkiye tarihini şöyle üstün körü tanıyanlar dahi bilebilir: pogrom ve katliam. Pogrom tehdidi toplumda azınlık olana yöneldiğinde, o azınlığın sahip olduğu sosyal ya da ekonomik sermayenin hiçbir geçerliği olmadığını 6-7 Eylül olaylarından biliyoruz. Bugün bu tehditle karşılaşanların herhangi bir sermayesi de yok. Göçmenler toplumdaki en düşük ücretli, enflasyondan en çok etkilenen, en güvencesiz ve en emniyetsiz kesimi oluşturarak toplumun kıyısında yaşıyorlar. Dolayısıyla kendilerine yönelen herhangi bir tehdidi savuşturabilecek durumda da değiller. Bu koşulların üstüne, bir de içinde yaşamaya çalıştıkları toplumda nefret nesnesi haline gelmeleri, hayatlarını daha da yaşanmaz kılıyor. Göçmenlerle işte bu yüzden dayanışmak zorundayız. Onların can, mal, onur ve haysiyetlerini korumak için.

Üstelik uzak değil, daha geçen yaz Ankara’da Altındağ’da yaşananlar ortada. Suriyelilerin hane ve dükkanları taşlandı, yağmalandı. Buradan bakıldığında, herhangi bir fiziksel zevalden önce göçmen düşmanlığının önünün alınması gerekliliği gün gibi karşımıza çıkıyor. Bu meşakkatli bir ödev. Meşakkatli zira toplumsal gerilimin tırmandığı, özellikle kadınların tehlike altında hissettiği, kültürel farklılıkların göze hiç olmadığı kadar çok battığı ve tüm bunların ekonomik daralmayla doğrudan bağıntısı olduğu bir atmosferde göçmenlerle dayanışma söyleminin inşa edilmesi birden fazla cephede argümantatif mücadeleye dayanıyor. Hem toplumsal ikna hem de toplumsal mücadele gerektiren, göçmen olsun olmasın herkesi özneliğe davet eden bir politik konumun mevzilerini oluşturmakla yükümlüyüz. İşte bu yazı serisinde, bu mevzilerden birkaçını kazmaya, göçmenlerle dayanışmak zorunluluğumuzun gerekçelerini derinleştirmeye çalışacağım. Bu yazıyı ise Afganlara hasrediyorum, zira Afganlar evraksızlıkları ve sosyal medyada sürekli gündem olmaları hasebiyle tehlike altında olan ilk gruplardan biri.

Afgan Göçü ve Afganların Buradaki Durumları

İnanıyorum ki göçü anlarsak göçmenliği anlarız, göçmenlik deneyimini anlarsak düşmanlık beslemek yerine yerli ve göçmenler açısından en uygun politikayı ve politik hattı inşa edebiliriz.

Şöyle başlayalım: Suriye göçüyle Afgan göçü bazı açılardan farklılaşıyor. Suriye’den göçün temel nedeni hepimizin şahit olduğu savaş  (ve bu koşullar değişmiş olsa da devam ediyor). Suriyelilerin göç süreci ise 4-5 sene gibi nispeten kısa bir zamanda sona erdi. Afganlar ise on yıllardır göç ediyorlar. Rus işgaliyle başlayan süreçten beri Afganistan’da uzun vadeli siyasi ve ekonomik istikrar hiç söz konusu olmadı. Haliyle insanlar, Afganistan’daki geçim imkanlarının kıtlığından kaçarak daha müreffeh yaşamlara sahip olabilecekleri yerlere göç ettiler. Bu yerlerden bazıları Avrupa ülkeleri, Türkiye, İran ve Pakistan şeklinde sıralanabilir.

Ancak burada bir durum var: önceden Afganların bir kısmı Pakistan ve İran’ı geçtikten sonra Türkiye’yi de transit ülke olarak kullanıyorlardı. Bir müddet burada kaldıktan sonra (ki bu sırada devam edecekleri yolculuk için uygun kanalları tespit edip para biriktiriyorlar), Avrupa ülkelerine doğru yollarına devam ediyorlardı. Bu durum artık söz konusu değil. Çünkü AKP hükümetinin 2016 yılında imzaladığı “Geri Kabul Anlaşması”na göre Türkiye Avrupa sınırlarını ve geçiş yollarını kapatmakla yükümlü. Bir başka deyişle Türkiye, AB’nin göçmen havuzu haline gelmiş durumda. Bu nedenle Türkiye’yi hedefleyen göçün olağan sınırlarının ötesinde bir kargaşaya şahit oluyoruz. Tekrar ederek altını çizmek istiyorum: Şu an Türkiye’de “biriken” Afgan göçmen sayısının dahi müsebbibi Afgan göçmenler değil, hükümetin kendisi. Aslında durumun vahametini artıran en önemli nedenlerden birisi de bu. Yapılması gereken, bu anlaşmadan çıkılması, göçmenlerin yolunun açılmasıdır. Bu anlaşmanın imzalandığı 2016 yılından itibaren Türkiye’de tabiri caizse “biriken” Afgan (ve aslında diğer tüm göçmen) nüfusunun yıldan yıla dramatik artışı da bu bağlamda tesadüf olarak yorumlanamaz. Tek faktör elbette bu değil. Ancak Van sınırının açıklığı gibi Edirne sınırının da açılması hem göçmenleri hem de yerlileri rahatlatacak bir durum oluşturacaktır.

Mevzubahis “Geri Kabul Anlaşması” uyarınca AB, mültecileri “biriktirmesi” karşılığında Türkiye’ye 2018’e kadar 3 milyar dolar hibe edecekti. Bu miktarın tamamının ödenmediği yönünde Türk makamlarınca açıklamalar yapılmış olsa da buradaki ticaretin yüz kızartıcılığı ve hem göçmenler hem de Türkiye açısından sonuçları gözler önünde… Ayrıca, hükümetin yakın vakte kadar göç politikalarına kılıf olarak kullandığı “Ensar” olma söyleminin altında böyle bir ticaretin yattığının da en iyi kanıtı bu anlaşma. Hoş, bu kılıfı artık onlar da kullanmıyorlar, en son Erdoğan da 1 milyon göçmenin geri gönderileceğini açıkladı.

Geri Kabul Anlaşması’na dair bu parantezden sonra devam edelim. Ne diyorduk, imkansızlıklardan doğan bir göç Afganlarınki. Aslında Suriye’deki savaş koşullarının yarattığı toplumsal ve ekonomik koşullardan çok farkı yok oradaki koşulların da. Göç Araştırmaları Derneği’nin 2020 yılında Afgan göçmenlerle gerçekleştirdiği mülakatlara göre Afganistan’da devam eden çatışmalar ve işsizlik, temel gıdalara ulaşamama ve derin ekonomik kriz Afganistan’dan gelen göç akımının en büyük nedenleri. Arkadaşlarım Mevlüde Ecem ve Hüseyin Arif’in de katılıp bir gözlem yazısı kaleme aldıkları EpicMigrations ve Tarlabaşı Dayanışma Ekibi’nin Van-İran sınırındaki gözlem ve görüşmelerinde edindiği izlenim ve yaptığı görüşmelere göre sınırı geçenlerin çoğunluğu genç erkek iken aralarında yaşlı, kadın ve çocuklar da bulunuyor. Görüşmelerde Afgan göçmenler belli bir müddet Türkiye’de çalışıp yeterli birikimi elde ettikten sonra Afganistan’a geri döneceklerini ifade etmişler. Bunlarla birlikte Türkiye’de çalışarak kazandıkları paraları ailelerine göndereceklerini ve mümkün olursa zamanla ailelerini Türkiye’ye getirteceklerini ifade edenler de olmuş aralarından.

Bu nedenler ve motivasyonlar doğrultusunda bu insanların neredeyse tamamı, ellerinde hiçbir kâğıt / resmi evrak olmaksızın göç yoluna çıkıyorlar. Bazıları Pakistan’da bazıları da İran’da kalırken (bu iki ülkede güncel Afgan nüfusu 2,2 milyon) bu ülkelerde kalmayı tercih edenlere göre az bir kısmı ise Türkiye’ye doğru yola devam ediyor. 2020 için Türkiye’ye giriş yapan Afgan sayısının 130 bin civarında olduğu düşünülüyor. Buradan itibaren bu nüfusun tamamının (Geri Kabul Anlaşması olmasa Avrupa’ya geçecek olsalar dahi) Türkiye’de en azından orta vadede yaşamak için gelmiş olduğunu kabul edip, yazımıza bu varsayımla devam edelim.

Afgan göçünün büyük oranda ekonomik nedenlere, aslında yaşayabilmek ihtiyacına dayandığını ifade ettik. Peki burada ne yapıyorlar? Çalışıyorlar. En basit, dümdüz ifadesiyle bu. Afganlar buraya gezmeye değil, seyahat etmeye değil, kimilerinin sunduğu gibi ahlaksızlık yapmaya değil, çalışmaya ve para kazanmaya geliyorlar. Çalışmalarını aksatacak, ellerine para geçmesine mâni olacak herhangi bir hareketten azami düzeyde kaçınıyorlar, en azından büyük çoğunluğu. Bu doğrultuda da yaşamlarını olabildiğince görünmez kılmaya çalışıyorlar.

Şöyle izah edeyim: Hiçbir evrağı olmaksızın iki ülke geçerek Türkiye’ye gelen bu insanlar emniyet güçlerince sınır dışı edilme tehdidiyle her an karşı karşıyalar. Ne çalışma ne de oturma izinleri var ve bütün bu durumlar onlar için bir “kıyıdalık” etkisi yaratıyor. Türkiye’ye daha evvelden gelmiş Özbek ya da Tacik Afganistanlıların ağları sayesinde barınak ve iş buluyorlar. 15 kişi küçük bir odada yaşayıp emek piyasasının en altındaki kesimi oluşturuyorlar. Çalışmak için gelmiş olmaları ve buna paralel olarak işlerini aksatmamak konusundaki azimleriyle patronlar için tercih edilesi işgücü arzını oluşturuyorlar. Burada çeşitli iş kollarında çalışıyorlar, çobanlık da yapıyorlar garsonluk da Rize’de çay da kesiyorlar tekstil atölyesinde ortacılık da yapıyorlar. Türkiye’deki ekonomik faaliyetlerin hemen hepsine uyumlu olup, maksimum bedensel efor gerektiren her işe koşulabilir olmalarından dolayı Türkiye’deki işverenler tarafından bulunmaz nimet olarak değerlendirildikleri de söylenebilir. Üstelik evraksız oldukları için sigortadan faydalanamıyorlar ki bu işverenlerin işine geliyor büyük oranda. İstanbul’da yaşayan ortalama bir Afgan, çok ucuz ücretlere çok ağır koşullardaki işleri yaparak Türkiye’nin ekonomisinde temel bir yerde duruyor. Bugün İçişleri Bakanı Soylu’nun konuşmasında geçen “Fabrikanda Suriyeliyi çalıştır, sömür, sigortasını yaptırma. Bir milyon insan gidecek. Kim isyan edecek biliyor musun? O patronlar.” ifadesi de göçmen emeğinin Türkiye’nin ekonomisinde durduğu temel yeri işaret etmektedir.

Durduğu bu temel yerle tam bir asimetri oluşturacak biçimde toplumda en görünmez olmaya çalışan gruplarsa göçmenler. Toparlayıp tekrar etmekte fayda var: evraksızlar, kayıt dışı istihdam edilip olağan emek sömürüsünün katmerlisini yaşıyorlar ve toplumsal hayattan izole bir yaşam sürüyorlar. Mümkün mertebe yerlilerle irtibat kurmuyor, kendi topluluklarında yaşamlarını idame ettirmekle yetiniyorlar. Kıyıdalık diye tariflediğim şey işte bu.

Şimdi bu kıyıdalık etkisini biraz daha açalım. Van’ın İran sınırındaki tepelik arazilerde sınırdaki askerden saklana saklana Türkiye topraklarına giriş yapmaya çalışıyorlar. Asker isterse yakalıyor bu insanları, isterse ateş açıp vuruyor. Ölürlerse, ölülerinin hiçbir kimsesi yok, zaten cesedi vurulduğu yerden alacak kimse de yok. Sağ kalanlar için ise yolculuk tüm dehşetiyle devam ediyor. Kıyıdalık budur. Türkiye’ye önceden yerleşmiş Afgan irtibatları sayesinde İstanbul’a geldiklerinde bir parçası oldukları kayıt dışı istihdam onların uyum sağlayabilecekleri tek istihdam biçimi olarak karşılarına çıkıyor. Ancak burada akıl almaz emek sömürüsü, düzensiz bir çalışma ve yüksek güvencesizlik koşulları altında çalıştıklarını da unutmamak gerekiyor. Aynı işi yapacak bir yerliden çok daha az ücrete, hiçbir güvence olmaksızın istihdam ediliyor olmaları açık istismardır. Kıyıdalık budur. Kıyıdalık, güvencesiz, toplumsal hayattan izole, yok-muş gibi yaşamaktır ve Afganlar özelinde yaşamın büyük kısmı bu şekilde ilerlemektedir.

Peki Ama Öyleyse Bu Videoları Çekenler Kim?

“Peki ama durum böyleyse sosyal medyada her gün gördüğümüz videolardaki ‘sapkın’ davranışları gerçekleştirenler kimler?” “Bu ‘kıyıda yaşayanlar’ nasıl bunları yapabiliyorlar?” “Toplumumuza potansiyel kadın ve çocuk tacizcilerini, gaspçıları, hırsız ve katilleri neden almalıyız?” gibi sorularla sık sık karşılaşıyoruz. Yahut bu soruların farklı bir versiyonu “sizce AB neden almıyor bu göçmenleri?” şeklinde telaffuz edilerek, AB’nin güvenlik önlemlerinin meşru ve haklı olduğu gibi bir varsayıma dayanılıyor. Bu meşruiyet ve haklılık varsayımının mesnetsizliği bir yana, faşizmin membaı olan Avrupa’nın göçmenleri neden kabul etmediğini sormak bir akıl tutulmasına delalet ediyor olsa gerek.

Şunu açıkça söyleyelim: Hiçbir kültür yek diğerinden daha fazla ahlaki meziyetlerle donanmış değildir. Bugün Türkiye’de yükselen yabancı düşmanlığının argüman cephanelerinden birini ahlaki, toplumsal ve güvenlikle ilgili kaygılar oluşturuyor gibi görünmektedir. Afganların sapkın kültürel pratiklere sahip oldukları, güvenilir olmadıkları ve Türkiye toplumuna uyum sağlayamayacakları ifade ediliyor. Bunlar ırkçılığın gözlerini bürüdüğü bir kimsenin ağzından çıkabilecek laflardır. Bunları rahatlıkla telaffuz eden kimsenin Türkiye’de yerlilerin işlediği cürümlere şöyle bir göz atmasının yeterli olacağını düşünüyorum.

Afganların, aynı Türkler ya da diğer kültürlerdeki insanlar gibi kötü davranışlarda bulunabileceğini göz ardı etmeden ancak tüm toplumsal kötülükler bu insanların ellerinden doğuyormuş gibi de davranmadan hareket etmek gerekiyor. Unutmayalım ki bu ülkede mülteci bir hamile kadın tecavüz edilerek öldürüldü. Emniyet ve ordu mensubu yüzlerce erkek hem tarihte hem de güncel olarak, istismar, tecavüz ve taciz faili oldular. Musa Orhan örneği de zihnimizdeki taze yerini koruyor. Yanlış anlaşılmasın, bunları telaffuz ederken Türklerin ne kadar ahlaksız olduklarını ifade etmeye çalışmıyorum. Bunları, örneğin, gelişmiş (!) bir ülke olarak Kanada için de örneklendirebiliriz. İlk aklıma geleni yazıyorum: kiliselerin bahçelerinde onlarca çocuk cesetleri bulunmaya başlamıştı Kanada’da, cinsel saldırı ve işkenceye maruz kaldıkları tahmin ediliyordu. Bunları yazarak ifade etmeye çalıştığım şey Afganların “ÖZÜNDE” bizden daha fazla ahlaksızlığa/tacize meyyal olmadıkları. Ne var ki her ırkçı kalkışmanın derhal işleve soktuğu ahlaki meşrulaştırma mekanizmaları bugün de tıkır tıkır işliyor. Daha ulvi/ahlaki bir nedene bağlayarak (“Türk kızlarını taciz etmelerine izin mi verelim?”), insandışılaştırarak[1], sorumluluğu göçmenlerin üzerine yıkarak (“savaştan kaçmasalardı”) ve başka mekanizmalar kullanarak göçmenlere yönelik nefret ve şiddet tehdidi meşrulaştırılıyor.

Uzak bir coğrafyaya tek başımıza tatile çıktığımızı düşünelim. Kimsenin bizi tanımadığı, ismimizin dahi bilinmediği bir mekandayız. Yepyeni bir biz varız artık, bu toplumsal alanda kendimizi istediğimiz gibi sunabiliriz. Oyunun tüm seçenekleri önümüze serilmiş, istediğimizi seçebiliriz. Yani aslında her günkü yaşamlarımızda, mahallede, okulda, işyerinde bizi tanıyan insanlarla bir arada olduğumuzda birbirimizin davranışlarının münasipliğini denetlediğimiz mekanizma kalkmıştır. Bizi tanıyan ya da tanıyabilecek insanların bulunduğu bir kentte yapamayacağımız türlü (kötü) işleri gerçekleştirebilir ve yeterince iyi saklanırsak başımıza bir şey gelmeden bu durumdan kurtulabiliriz. Bu sosyal kontrol kalktığında toplumsal olana uygun davranış sergilememizi sağlayan kısıtlar da kalkar, uygunsuz davranışları sergilenmesi eğilimi artmış olur. Burada toplumun kıyısında olmak ile toplumun içinde ve ona uyum sağlamış olmak arasında bir karşıtlık bulunduğunu göstermeye çalışıyorum.  Bu karşıtlığı üreten temel faktör de toplumun içinde olmanın oluşturduğu bir denetlenme / uyumlulaştırma mekanizmasının doğal olarak / kendiliğinden işliyor olmasıdır.

Afganların Türkiye’de içinde bulundukları durum da yukarıdaki örneğe benzer ama daha ötesindedir. Bu insanlar toplumsal yaşamın kıyısındadır; ahlaki normların, örflerin, kayıtlı istihdamın ve cezai kanunun. Bu insanların “normal” bir yaşam sürmelerine mevcut toplumsal formasyon ve ulus-devlet organizasyonu izin vermiyor. Ancak yanlış anlaşılmasın, Afganların bu kıyıdalıkları onların daha fazla uygunsuz davranış sergilemelerine de neden olmuyor. Yukarıda da belirttiğim gibi, buraya geliş amaçları ve yaşam koşulları zaten “uygunsuz davranış sergileyebilecekleri boş zamana” sahip olmalarına mâni oluyor. Üstelik, herhangi bir uygunsuz davranış durumunda ödedikleri bedel, herhangi bir Türkiye vatandaşının ödediği bedelden kat be kat fazla. Evraksızlıkları, herhangi bir polisin GBT sorgulamasında önce günlerce Geri Gönderme Merkezlerinde işkenceye maruz kalmalarına sonrasında eğer sağ kalırlarsa sınır dışı edilmelerine neden oluyor.

Kısacası Afganlar, toplumsal düzenin, kanunun ve (her türlü can güvenliği anlamında) emniyetin dışında bir hayat sürüyorlar. Üzerlerinde dönüştürücü ve tabii bir sosyal uyumlulaştırma mekanizması bulunmuyor. Bu insanların bazı uygunsuz davranışları (örneğin kadınların kamusal alanda fotoğraf ve videolarını çekmek) bu kadar aleni biçimde sergileyebilmelerine de bu kontrolsüzlük neden oluyor. Zaten emniyette değiller, zaten yaşamın kıyısındalar ve bu haliyle düzene intibak etmek gibi bir imkanları yok.  Ancak bu durum onların daha fazla uygunsuz davranış sergilemelerini sağlamıyor. Zira sosyal uyum halihazırda mevcut olmasa bile ulus-devletin ve özellikle emniyet güçlerinin ceberutluğu onların kamusal alana çıkmaktan bile çekinmelerini sağlıyor çoğunlukla.

Geçtiğimiz günlerde Ramazan Bayramı vesilesiyle Afganlar her zaman üzerlerinde olan görünmezlik pelerinini biraz çıkarttılar. Kendilerine yakıştırılmayan alanlarda, penceresiz atölyeler yerine kent meydanlarında, lokantaların mutfakları yerine AVM’lerde ve atık toplama merkezleri yerine sahillerde daha sık ve kalabalıklar halinde bulundular. Ne var ki sosyal medyada göçmen düşmanlığını beslemek üzere açılmış provokatör hesaplar, Afgan -ve diğer göçmen gruplarının-  pelerini tamamen yırtmışa benziyor. Hem göçmenlerin bayram nedeniyle daha görünür olması, hem de provokatörlerin -sahilde oynayan göçmen çocuklara varana dek- gördükleri her göçmeni hedef göstermesi sonucunda, Afganlar kelimenin tam anlamıyla toplumun gözüne battılar.

Oysa bu insanları öcüleştirmek yerine yapılması gereken çok basittir: bu insanları toplumun içine çekerek uyum mekanizmalarını işletmek. Afganların bir kısmı ülkelerine geri dönmek istediğinden iltica başvurusu yapmayacaktır, yine de isteyenlere kayıt imkânı tanımak. Afganların kayıt dışı istihdamının önlenmesi ile iskân gibi temel ihtiyaçlarını karşılamalarına yardımcı olmak.

Yani peki ama diye başlayan tüm itirazların cevabı sosyal kontrolden geçiyor. Peki ama taciz? Sosyal kontrol. Peki ama hırsızlık? Sosyal kontrol. Haddi zatında içinde bulundukları kıyıdalık durumundan dolayı yerlilere göre daha az suç işliyor olsalar dahi göze batan, rahatsız olunan davranışlarını azaltmanın yolu toplum -kısmen de devlet- inisiyatifindeki bir kontrol, aslında uyum sürecinden geçiyor. Bu durumu toplumsal içerilmemişlik ve bunun doğurduğu yasasızlık olarak da anlayabiliriz. Toplumsal normlardan soyutlanmış bir yaşam yaşamalarına mâni olmak, onları topluma kazandırmak ve bu sayede sergiledikleri iddia edilen olumsuz davranışları da azaltmak (ya da en azından kamu denetimine tabi tutmak) söz konusu olacaktır.

Sonsöz

Burada şunu göstermeye çalıştım: aslında Türkiye’nin doğrudan göçmenlerin fiillerinden kaynaklanan bir sorunu yoktur. Göçmenlerin sayısı hükümetin politikaları nedeniyle artmıştır ve eleştirilerin yöneltilmesi gereken taraf hükümettir. Bizim düşünmemiz gereken bu olmayan sorunun hangi ajandalarla bir balon gibi şişirildiğidir. Bu nefretin körüklenerek nereye kanalize edilmeye çalışıldığını görmek ve bu nefretle mücadele etmektir. Bu ajandanın ne olduğu da kısmen açık: Öteki gerçek sorunların, ekonomik krizin, yoksullaşmanın, işsizliğin, yönetememe sorununun, siyaset güdümlü yargının üzerini örtmek. Ve daha da önemlisi 2023’teki seçim sonrasının siyasi programına yön vermeye çalışan bir ajandayla servis ediliyor bu nefret. Bu bağlamda, toplumsal dayanışmayı büyütmezsek yalnızca göçmenlerle sınırlı kalmayacak bir infiale sürüklenebiliriz.

Bu yazının sonuna gelmiş bulunuyorum. Ancak göçmen meselesiyle ilgili her konuşmanın bir kısmında muhakkak “ee abi sen ne öneriyorsun yani o zaman?” şeklinde bir sual ile karşılaşıyorum. Dolayısıyla, bu yazı bağlamından biraz daha geniş, bu yazının hududunu biraz esneterek birkaç “yapılması gereken” sıralamak arzuma mâni olamıyorum.

  • Avrupa ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması’ndan çıkılmalı. Devletin bu anlaşmadan çıkması için kamuoyu baskısı yapılmalı. Bu baskının en önemli argümanlarını i) bu anlaşmanın iltica hakkı gibi temel insan haklarına mugayir olması ve ii) emperyalist savaşların bedellerini daha çok bu savaşları besleyenler tarafından ödenmesi gerekliliği oluşturacaktır.
  • Göçmenlerin Avrupa’ya geçişi esnasında karşılaştığı şiddeti önlemek, bunu raporlamak ve göçmenlerin tek başlarına ödemek zorunda kaldıkları bedellerin yükünü hafifletmek üzere alanda çalışan sivil toplum güçlendirilmeli.
  • Türkiye’de bulunan mevcut Afganların ülkelerine geri dönmek isteyen bir kısmı yapmayacak olsa dahi isteyenlerin iltica başvurularını gerçekleştirmesi sağlanmalı. İstihdam ve iskanına olanak tanınmalı.
  • Göçmen emeğinin katmerli sömürüsüne çalışma izni ve sigorta zorunluluğu ile son verilmeli. Bu sayede emek piyasasındaki ücretler aleyhindeki basınç sonlandırılmalı. Her kayıtlı göçmene ikamet ve çalışma izni verilmeli. Sigorta zorunluluğu getirilmeli. Göçmenler de sendikalara üye olabilmeli.

 

 


[1]

3 Responses

  1. Arif Karaçam dedi ki:

    Yazı için teşekkürler. Güzel bir yazı olmuş. “Kıyıdalık” ve sosyal kontrol açıklayıcı kavramlar. Sosyal kontrol olmamasına rağmen hukuki güvencesizlikten dolayı göçmenlerin toplumsal açıdan uygunsuz davranışları daha az sergilediğinden emin değilim. Türkiye’de (özellikle erkek olarak) büyüyenlerin çoğu özellikle genç erkeklerin türlü sapıklıklara teşne olduğunu gözlemleme imkanı bulmuştur. Alt Asya’dan gelen göçmenlerin sınırları aşan davranışlarından daha ağırlarını gözlemleyerek büyüdüm. Fakat bunların sosyal medyada paylaşılması alışıldık dışı. Tam olarak bu belki sosyal kontrolün yokluğuyla açıklanabilir.

    Benim kanaatimce hiçbir sorun yokmuş gibi davranmak gerçekçi değil. Yazıda da zımnen ifade edildiği gibi ciddi bir entegrasyon sorunumuz var. Bu doğal/sosyal kontrolü kurmak için bunu yapmak zorundayız. Bu ciddi bir ödev. Sorunların önemli bir kısmının çözümü de gerçekten bu ödevin yerine getirilmesiyle ilgili. Bu ödevi AB’den fonlanan ve halkımızın haklı olarak güvenini kaybetmiş bir grup profesyonel “sivil toplumcunun” sonuçsuz ve yalandan çabalarına bırakmadan, bizzat (sivil) toplumun kendisi olarak dört elden yurt sathında gerçekleştirmeyi denemeliyiz. Kardeş ailesi olmayan aile bırakmamalıyız.

    Dolayısıyla bence kategorik bir savunuculuk pozisyonu doğru olmaz. Kendimi hiç kuşkusuz göçmen dostu olarak tanımlıyorum. Safım elbette zayıflardan yana. Fakat öte yandan bence Türkiye’de bir göçmen sorunu olduğunu açıklıkla kabul etmeliyiz. Verili koşullardan dolayı, yani mesela artık katliam ihtimalinin bile yaklaşmasından dolayı, en azından entegrasyonu sağlayana kadar, sınırların daha sıkı kontrol edilmesini ve gerçek ve ağır bir tehlikeden kaçmayan kişilerin ülkeye alınmamasını savunmalıyız mesela. Konu burada o değil fakat Suriyeli göçmenlerin kendi istekleriyle onurlu şekilde geri dönmelerini sağlamak üzere Suriye’deki koşulların iyileştirilmesini de savunmalıyız.

    Tekrar teşekkürler, selamlar.

    • No Name dedi ki:

      Yiyeceksin birazdan ırkçısın, mülteci düşmanısın etiketini

      • Arif Karaçam dedi ki:

        Hayır, bence hiç de bahsettiğiniz gibi işlemiyor işler. Irkçı yaftası vurulanların çoğu gerçekten ırkçı. Göçmenlerin yerlilerden daha aşağı insanlar olduğuna yönelik kapsamlı iddialar ırkçılık içeriyor ve göçmenleri zorlayarak geri göndermek istemek korkunç bir zulme kapı aralıyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir