Ezber Bozmak

AKP iktidarının sonunu kadınlar getirecek demiştim. Önü alınamaz bir gidişat bu istikamette akmaya devam ediyor. 8 Mart gece yürüyüşünde yaşananlar, tam da bunu ispatlarcasına tartışılmaya devam ediyor. Her zaman olduğu gibi toplumsal muhalefetin mevcut imkanlarıyla duyuramadığı ses Erdoğan’ın prompterına düştüğü andan itibaren tersi istikamette, çarpan etkisiyle aks-ü seda bulmaya başladı. Kadınlar mı ezanı ıslıkladılar, yoksa müezzinin ezan ile çağırdığı yerde mi bir mesele var burası ayrı bir tartışma. Bu yazı ise 8 Mart’ta daha doğrusu feminist hareketin görünürlük kazandığı pek çok farklı cephede rol almaya başlayan, Müslüman kimlikli kadınlara ve onların bozduğu ezbere bakmayı deniyor.

“Ezbere uymadı diye susturulan her ses, umuda darbedir.” diyordu Mehmet Efe, sürgünden yeni döndüğünde, Yeni Şafak gazetesine verdiği mülakatta. Bugün ise aynı gazete Taksim’deki 8 Mart yürüyüşündeki kadınların ıslığını ezana protesto manşetiyle yeni bir Kabataş skandalını provoke etme gayretinde. Kabineden bir bakanın alenen Allah’ın ayetleriyle dalga geçmesine gıkını çıkaramayan bir güruh, kadınların coşkusuna pek bozulmuş olmalı ki vatan, millet, bayrak diskuruyla, din-u devlet için sokaklara dökülüvererek bildik tiyatroyu tekrar sahnelediler. Böylece Erdoğan seçim düellosunda bu vakada kadınların öncülük ettiği muhalefet cephesini, salt terörist olmakla değil din düşmanı olmakla da yaftalama imkanına kavuştu. Ya tutarsa…

Akıllara seza iddianamesi, ne tesadüftür ki seçim arefesinde servis edilen Gezi’de olduğu gibi, burada da siyasal iktidarın esas canını sıkan, ezberi bozan, kanonun dışına çıkan kadınlar oldu. Zira bin bir türlü mekanizma ile inşa edilen rızayı bozacak, hegemonyasının façasını bozacak her türlü eleştiri, söz ve söylem siyasal iktidar için bir beka sorunu. Çünkü kurduğu düzen, ancak sembolik bir söylem evreniyle müdafaa edilecek kadar akıl dışı bir ekonomi politiğin üzerinde duruyor. Şimdi ve buradan, somut ve maddi olandan neşet eden her türlü karşı öz, siyasal iktidarın kurduğu ezberi bozuyor. Kadınlar da öyle.

8 Mart’ta ezberi bozanlar, Müslüman feminist kadınlardı. Zira onlar başörtüsü yasaklarının ilgasıyla “borçlu kılındıkları” siyasal iktidarla münasebetlerini, minnet hak üzerinden tarif etmeyi seçtiler. Yaşam alanları üzerinde söz ve hüküm sahibi ataerkinin muhtelif yüzlerine, en çok da inandıkları değerleri, Allah’la kurdukları ilişkiyi tekellerine alan resmi ve gayrı resmi İslami otoritelere gösterdiler tepkilerini. Siyasal iktidarın ezan manipülasyonuna sarılması, tam da bu sürüden ayrılanların, ayrık otlarının açtığı gediğe karşı bir meydan okuma aslında. Çünkü duvardaki bu çatlak, inşa edilen kibir kulelerini, zulüm saraylarını yerle bir edecek derinlikte bulunuyor.

Yükseova’da sivil cuma namazına polis saldırısı, 9 Kasım 2012 (Foto: Yüksekova Haber)

Oysa ki kadınlar ilk defa ezberini bozmuyorlar rejimin. Başörtüsü yasakları da hem ailelerinin, hem toplumun, hem de devletin ezberini bozan kadınlara had bildirme operasyonuydu. Onlar toplumsal hayatta var olmak için tesettürleriyle zırhlanırken, evin güvenli duvarlarını değil onlara tarif ettiği hayat tarzını da geride bırakmaktaydılar. Dışarı çıkmak için üzerlerine aldıkları örtü, evde dayatılan kadınlığı geride bırakmanın imkanı, sokağa çıkmanın, özgürleşmenin de yoluydu Müslüman kadınlar için. Tam da bu yüzden, kamusal alanı tarif eden, yöneten ve şekillendiren rejim için bir tehditti. Çünkü onun bu alanda belirlediği makbul çağdaş kadın imgesiyle ters düşüyordu. Müslüman kadınlar, kamusal alanda başörtüsü yasaklarıyla karşılaştıklarında, toplum ile devlet arasında bir ikileme hapsolmuşlardı. Ebeveynleri onlara örtüden vazgeçerek okuyup “adam olmalarını” öğütlüyordu, devlet ise geri kapıyı gösteriyor, geldikleri yere dönmelerini öğütlüyordu. Birbiriyle çelişir gibi duran devlet ile aile garip bir noktada ittifak halindeydi. Çünkü ikisinin de ezberi, Müslüman kadınların tesettüründe yerle bir oluyordu.

Kanonun dışına çıkmak, salt Müslüman kadınların değil, modern dünyada Müslümanca varoluş biçimlerinin imkan ve ihtimallerinin arayışı olarak, İslamcılık fikrine de mündemiç bir fenomendir. Bu anlamıyla ezber bozmak, geleneksel fıkıh usulünün dışına çıkmak, içtihat kapısını açmak, modern ile müzakere içerisinde olmak İslamcılığın, geleneksel İslam düşünce ve yaşantısının oluşturduğu hegemonik alanın dışına taştığı, ondan kopuştuğu moment ve mekanları da belirler. Bu kimi zaman bir inkılaba, kimi zaman bir kıyama, kimi zaman ise bir intifadaya dönüşür, halk ile hallaç olur. Belletilen formları hak ile yeksan eder.

Kemalist rejimin tarif ettiği, makbul vatandaşlığın oldukça sınırlı bir bölümünde yaşamasına izin verdiği İslam anlayışının dışında kalan Müslümanlık biçimleri, Türkiye’de uzun yıllar boyunca kamusal alanın, siyasal sistemin dışında bırakıldı, bastırıldı ve çeşitli şiddet hegemonya aygıtlarına maruz kaldı. Ne zaman ki ezber bozanlar, ezberin bir parçası haline gelmeye rıza gösterdiler, rejimle uğraştılar, dün tehdit olarak görülen, bugün kanonun başat figürü haline geldi. İşte tam da bu noktada, kolaylıkla İslamcılık jest ve sembolleriyle iç içe geçebilen kimi formlara, ritüellere, vakalara yönelik muhalefet biçimleri de bugünün ezber bozma amelleri haline geldiler.

Kürt özgürlük hareketi, bilhassa 90’ların sonunda gelişen yeni paradigmasında İslam’la kurduğu ilişkiyi yeniden tarif ederken, Marksist-Leninist köklerden gelen bir kurtuluş hareketinden beklenmeyecek bir şekilde dini, Müslümanlığı bir “kurtuluş ideolojisi” olarak okumanın imkanlarını tartıştırmaya başlamıştır. Hareketin kitle dinamiğini radikal bir şekilde genişleten bu paradigma değişikliği Türkiye’de dindarlık ile sol ideolojiler arasında rahatlıkla kurulan dikotomiyi aşındırmakta önemli rol oynamıştır. Örneğin radikal İslamcıların Diyanet’in tarif ettiği İslam algısına ve laik rejime karşı Cuma namazına iştirak etmeme jestleri, hiçbir zaman 2011’de başlayan sivil itaatsizlik eylemleri etrafında gelişen Sivil Cumalar kadar kitleselleşememiştir. Diyanet’in tek dilli ve devletçi İslam algısına karşın sivil imamlar, Kürt meleler arkasında, camilerde değil meydanlarda saf tutulan Cuma namazlarında, hutbelerde barış, özgürlük, zulme isyan gibi temalar irad edilmişti. Keza 2013’te Öcalan çağrısında toplanan Demokratik İslam Kongresi, IŞİD’le temsil edilen bir İslam fikrine karşı, Medine Vesikası etrafında, radikal demokratik ve çokkültürlü, çok etnisiteli bir İslam toplumu fikrini tartışmaya açmıştı. AKP’nin serbest bırakmakla övündüğü başörtüsü yasaklarının kaldırılmasına dair ilk teklif DTP tarafından verilmiş, İslamcı gelenekten gelen figürler partinin vekilleri arasında yer alabilmişti. Hülasa hareket, kanonun dışında bir Müslümanlık biçiminin imkanları konusunda bir teklife sahipti ve bu rejimi tehdit etmeye yetiyordu.

Gezi Parkı’nda, kentsel politikalara, toplumsal alanın baskılanmasına, polis şiddetine karşı isyan edenlerin yanında saf tutan Müslümanlar da başka bir kanonu bozdular. Öyle ki mütedeyyin kitleler neredeyse Gezicilere hak verecekti ki 28 Şubat medyasını aratmayan bir operasyonla Kabataş’ta eylemcilerin başörtülü bir kadını taciz ettiği iddiası dolaşıma sokuldu. Fadime Şahin Müslümanları “uçkuruna düşkün haramzedeler” olarak tasvir etmeye yararken, Bahçelievler Belediye Başkanı’nın gelini de Gezicileri başörtülü bacıların, dolayısıyla İslam’ın düşmanı olarak imlemeye kafi geliyordu. Hülasa değneği tutan el değişse de manivela hiç değişmiyordu.

Siyasal iktidar, sosyolojik tabanından gelen, fakat resmi devlet ideolojisiyle bütünleşmiş bir İslamcılık fikrine de radikal eleştiriler getiren bu Müslümanlık fikriyle nasıl baş edeceği konusunda epey demode tedbirlere başvurdu. Kötü bir Demirel taklidi, pespaye bir Türk sağı menüsü, 50’leri aratmayan bir ezan-bayrak edebiyatı. Fakat tüm bunların paçozlaşan Türkiye siyasetinin, vasatlaşan toplumsal hayatın üzerinden yükselen kokuları örtemediği aşikar. Tam da bu yüzden rejim, tarif ettiği Müslümanlık biçimine ve düşüncesine itaat etmeyen Müslüman birey ve kesimlere, eski Türkiye’den kalma şiddet aygıtlarıyla saldırmakta bir beis görmüyor. Özellikle 15 Temmuz’un ve Cemaat’in yarattığı travmatik kırılma burada paradigma bozucu bir işleve sahip. Öyle ki “biz de Müslümanız” savunması, hiç de para etmiyor zira rejim kendinden olmayanı, İslam dairesinden de saymıyor.

Tartışmanın çetinliği, başvurulan manipülasyonların çirkinliği de bundan kaynaklanıyor. Zira siyasal iktidarın politik sermayesi, İslam’ı da tekeline alırken rejimi ise ruhbanlaştırıyor. Tam da bu yüzden kadınlar polisi ıslıklarlarken, müezzinin çağrısı onlara kurtuluşu değil, devletin ceberrut yüzünü hatırlatıyor. Din ile devletin bu fazlasıyla iç içe geçtiği hal, ikincisinin birincinin içini boşaltarak iğdiş ettiği bir tükenişi beraberinde getiriyor. İşte tam da bu tükenişten çıkış, ilk bakışta İslam’dan, Müslümanlık olarak bilinen ve anlaşılan şeyden bir kopuş, ezberi bozuş gibi görülen bir takım jestlere karşılık geliyor. Müslüman feministlerin öncülük ettiği ribat, itaat eden, annelik eden, evi bekleyen bir kadınlığı tartışmaya açarken, İslam’la kurduğu ilişkiden de vaz geçmemeyi tercih ediyor. Başka türlü bir aileyi tahayyül etmeyi de sürdürüyor. Şüphesiz hem kadınlığa, hem de Müslümanlığa dair ezberleri bozuyor. Müslüman feministlerin hurûcu, Allah’ın dinini temellük etmeye çalışanların saltanatına da meydan okuyor. İşte tam da bu yüzden, AKP’nin gazabı kadınlardan olacak.

1 Response

  1. Münir dedi ki:

    Çok şık bir yazı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir