Sünni Dindarlık, Yer Yurt Bilinci ve Toplumcu-Eşitlikçi Politika

3 Responses

  1. kadrican mendi dedi ki:

    Emeğine sağlık! üzerinde derinlemesine düşünüldüğü ve emek harcandığı belli ve bu tür çalışmalar hava gibi su gibi ihtiyaç.
    Ancak tezine yani “cari dinsel ve ulusal kültürü başat hareket noktalarından biri olarak ciddiyetle ve ‘partizan’ca duygusal bağlar kurarak ele almak kaçınılmaz hale gelmektedir” önermesine katılmıyorum. evvela yaşadığımız ülke için otantik bir kültür/gelenekten, hem dinsel hem ulusal anlamda bahsedebilmemizin tarihsel koşulları yok! zira 1915’ten ve devamı olan cumhuriyetten itibaren bu toprakların hem toplumsal hem hem dini gelenekleri ortadan kaldırıldı! şehirlerde biriken kalabalıkların yanlarında getirdikleri dayanışma kültürleri bu topraklarda edindikleri değil, geldikleri coğrafyaların (balkanlar, kafkasya, kürdistan, karadeniz/rum) değerleriydi. bunlar da kapitalizmin yerleşmesiyle birlikte son otuz senede büyük oranda çözüldü ve işlevsizleşti! “ulusal kültür” ise çok daha sıkıntılı ve bizatihi sistem tarafından tarif edilen ve dayatılan bir hegemonya ve güncellenen sürümlerinden ibaret. büyük oranda dünya ekonomisi (özelde nato angajmanı) dolayımında şekillenen ve yukardan aşağıya dayatılan bir şey ; mili eğitim amacının “vatanperver türkler yetiştirmekten, “uluslararası rekabete uyum sağlayacak müteşebbisler”e dönüşmesi gibi… dolayısıyla dayanışmacı bir toplumsallık inşaasının bugünün gerçekliğini esas alan ve fakat her türlü idealizasyona mesafeli yaklaşan bir yerden konuşulabileceğini düşünüyorum.
    her hangi bir ideoloji ve tabii ki islam’ın va’z ettiği değerler ise mevcut realite ile (idealize ederek değil) yüzleşerek ve kendini ileriye taşıyabilme iddiası ve iradesine göre koşulları zorlayabilir ve hatta dönüştürebilir

  2. Ali Altıntaş dedi ki:

    Eleştirin için teşekkür ederim abi.

    Hiçbir toplumsal, siyasal ve dahi maddi altyapısal sürecin bir toplumdaki dini kültürü tastamam akamete uğratması ve dolayısıyla sıfırlaması mümkün değildir diye düşünürüm. Kesintileri ve süreklilikleriyle karışmış, melezlenmiş, dönüşmüş, başkalaşmış olabilir ve bu olduğu oranda geleneğe bağlılığından, otantikliğinden bahsedilemez bir hale dönüştüğü tespit edilebilir; bu durumda dahi cari bir dinsel kültürün toplumsal ilişkilerde etkinliğini sürdürdüğü söylenebilir. Çünkü zaten herhangi bir otantiklik arayışını önceleyen bir yerden konuşmaya çalışmıyorum, şimdi ile ve -bir tarihsellikten bahsediyorsak- tarihin şimdiye düşen gölgesi ile ilgiliyim.

    Aynı zamanda yüzyıldan fazla süren ve içinde büyük insani trajediler de barındıran tarihsel tecrübenin yurttaşlığı, yurtseverliği, toplumculuğu imleyen hiçbir müspet ulusal kültür öğesi meydana çıkarmadığını da söylemek zor. Öte yandan Anadolu’ya göçenlerin yanlarında getirdikleri tüm dayanışmacı hissetme ve eyleme örüntülerinden bugüne aktarılan hiçbir unsurun bulunmadığını da iddia edemeyiz. Bununla birlikte eleştirdiğin önermemdeki ‘ciddiyetle ve partizanca bağlar kurarak ele almak’ ifadesindeki kastı, bu toplamı bir hareket noktası -elbette dahlinde yüzleşme, aşma da olan- olarak değil de, idealize ederek sahiplenmek olarak değerlendirmek doğru olmaz. Yazının geneli göz önüne alınırsa bu tür bir idealizasyona sapıldığını gösteren bir mana bulunmamakla birlikte, belki ‘partizanca duygusal bağlar kurmak’ ve benzeri edebi, romantik kabul edilebilecek diğer bazı ifadeler bunu çağrıştırmış olabilir.

  3. kadrican mendi dedi ki:

    Taberi’nin tarihinde Ömer zamanında fars sınırlarına dayanan islam ordusunun seferleri anlatılırken bir kaç kez Muğire bin Şube’nin fars kralına elçi olarak gidişi anlatılır; fars kralının geri dönmeleri için teklif ettiği mal ve para teklifi karşısında muğire yaşadıkları çölden kalkıp fars’a kadar geliş nedenlerini tüm sadeliği ve gerçekliği içinde mealen şöyle özetler;” biz çölde çok zor şartlar altında yarı tok yarı aç yaşar, birbirimizle uğraşır, savaşır iken Allah Resulü bize islamı getirdi… ve biz buralara kadar gelip sizin giydiklerinizi ve yediklerinizi gördükten sonra artık geri dönmeyiz”.
    Aslında burada kritik olan peygamberin “doktriner” mesajına hemen ittiba eden küçük bir grubun dışında Araplarının çoğunluğunun mesajı soyut bir inanç meselesi değil insanları bulundukları durumdan yükseltecek ahlaki temelleri olan ideolojijk bir mesaj olarak algılamaları.
    Ayrıca burada yapageldiğimiz tartışmalara her yönden temas eden bir kavrayış var.
    Öncelikle Muğirenin islam karşısındaki duruşunu doğru anlamak lazım; günümüz ortalama müslümanı için son derece maddi ve çıkarcı görünüyor olabilir ancak muğire tüm doğallığı içinde islama teslim olmasının onu yükselteceğine inanıyor . Bu onun için felsefi/kelami bir mesele değil, bizatihi mevcut halini değiştirecek birşey . Arapların çevrelerindeki güçlü imparatorluklar yüzünden içine sıkıştıkları çölden kurtulmalarını, diğerlerinin sahip olduğu dünya nimetlerinden kendi paylarına düşeni alabilmeleri imkanına kavuşacağını düşünüyor. Serveti elinde biriktirenlerin elinden alınıp olmayanlara dağıtılacağı, yeryüzünün istediği yerinde güvenle yaşayabileceği bir gelecek olarak görüyor İslamı ve bu yüzden ona teslim oluyor. islamın ilk döneminde kimseden aşiret kimliğini bırakmaları istenmediği gibi seferlere her aşiret kendi sancaklarıyla katılıyor. Aşiret-mevla ilişkisi devam ediyor ama insanlar Resulün dinine teslim olmuş eşit bireyler olarak muamele görülüyorlar. Birbirlerine (halife de dahil) sen diye hitap ediyor ve yanlış gördükleri her iş için Kur’an’dan delil getiriyorlar. fars ülkesine girmiş islam orduları ahitname yaptıklarında herhangi bir devlet sıfatı kullanmadıkları gibi tüm müslümanları şahit gösteriyorlar.
    bu kavrayış sonraki dönemlerde hızla gerileyerek devlet kontrolüne girmiş islam anlayışı ile kendini varetmek zorunda kalan kültürel formlara hapsoluyor. kelami tartışmalar, mezheplerin dönüşümü, hatta şuubiyye gibi siyasal iktidara dönük kültürel başkaldırılar dahi bireyin “teslimiyet”ini ancak iktidar dolayımında varolabilen formlardan birine dahil etmek zorunda kalıyorlar.
    lafı uzatmak mümkün ama yerimiz sınırlı.
    soyut, hayata dokunmayan bir “tevhid ” anlayışıyla, mevcut toplumsal formlar üzerinden yürütülen tartışmaların tüm çekiciliğine rağmen bizi esastan koparma tehlikesi içerdiğine inanıyorum . bugün için eşitlikçi-dayanışmacı bir mücadelenin “toplum” genellemesi üzerinden değil “sınıfsal” zeminde tartışılmasının, toplum tahlilinin de “sınıf” bağlamında yapılmasının gereğine inanıyorum.
    Geldiğim noktada İnsanların içinde yaşadıkları matrix’ten kurtulabilmeleri için teslim/islam olmalarının gerektiğini ve bunun da ancak somut ve siyasal hedefler üzerinden tartışılabileciği kanaatindeyim.
    selam ve dua ile

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir