Adem Çaylak ile Söyleşiden Notlar, İslam ve Muhalif Dil

Ankara Emek ve Adalet Seminerleri’nin 8 Ocak tarihindeki üçüncü buluşmasını Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi  ve aynı zamanda Milat Gazetesi’nde kendi deyimiyle ‘muhalif yazılar’ yazan Doç. Dr. Adem Çaylak ile gerçekleştirdik. Adem Hoca, müslüman toplumlardaki muhalefetsizliğin geleneksel kökenlerine değinerek ve tarihsel devlet deneyimlerini de göz önüne alarak İslam’ın özsel bir zorunluluk gereği muhalif bir söylem biçimini de içerdiğini vurguladı.

İSLAM VE MUHALİF DİL

Öncelikle şunu ifade etmek isterim; isimden de anlaşıldığı kadarıyla emek ve adalet ekseninde çalışmalar yapan Emek ve Adalet platformunu önemsiyorum. Yine de kavramlar sosyolojisinden yola çıkarak, sosyolojinin değişiminden yola çıkarak kavramlarından da semantik değişimi, anlam kaymasına uğramasını göz önüne alarak platform sözcüğü yerine ‘mekan’ ve ‘zemin’ gibi kavramların tercih edilmesi daha uygun olur, diye düşünüyorum. Modernite içerisinden İslam söyleminin sorunlu olduğunu söyleriz. Benzer şekilde Aristocu perspektiften bakıldığında inşa sürecinde madde üzerine inşa ettiğimiz formların da maddenin şeklini alması söz konusudur. Bu küçük bir uyarım olsun. Bunun yanında platformun çalışmalarının içeriğinin önemli olduğunu düşünüyorum. Fazlaca kurumsallaşması yerine öğrenci, halk katmanlarına yayılmasını da hak, adalet, ahlak, emek eksenli muhalefetinin zayıflamaması için gerekli görüyorum.

Adalet mülkün, yani iktidarın temelidir. İslam geneliğinde bu sözün sıklıkla vurgulanmasına rağmen adalet eksiği söz konusu, emek konusuna ise neredeyse hiç değinilmemiş. Modern islamcılıkta da emek meselesine çok az vurgu yapılmış ve sanki emek, müslümanların meselesi değilmiş gibi davranılmış. Emek deyince sadece işçi hakları anlamında bir emekten de bahsetmiyoruz. Hâlbuki toplumsal ilişkiler ağının her bir noktasında emek ve zaman sömürüsüyle karşılaşıyoruz.

Muhalefet etmek dinlerin varlık nedenidir

“İslam bir din, onu muhaliflikle nasıl özdeşleştiriyorsunuz?” diye bir soru sorulabilir. Çünkü tarihsel süreç içerisinde biçimlendirilmiş ve müslüman toplumlarda yaygınlaştırılmış İslam anlayışı hep iktidarla özdeş görülmüş. Ben buradan yola çıkarak, muhalefet etmenin dinlerin varlık nedeni olduğunu düşünüyorum. Kuran’ın perspektifinden baktığımızda dinlerin gelişinin illet-i gai’si yani amaçsal nedeni tevhid dinini inşa etmek, insanları şirkten uzaklaştırmak, yani var olana muhalefet etmek olduğunu belirtmek gerekir. Şirk denilince, elbette peygamber dönemindeki müşrikleri aşan şekilde, bugün dahi dini algının merkezinde varlığını sürdüren şirk unsurlarını kastediyorum. Dinler, kurulu düzende işleyen zulme, sosyo-ekonomik eşitsizliklere, kurulu düzenin kaynağını aldığı iktidara karşı çıkmak için, ahlakı, erdemi ve adaleti hâkim kılmak için gelmiştir.

Tarihe baktığımızda, Kuran’ın da buyurduğu gibi insan unutkandır, zalimdir, cahildir, doğruluktan sapma potansiyeli yüksektir. Bunu, Musa’nın hikâyesinden biliyoruz. Firavun’u imana davet etmiş, onun önüne sürdüğü büyücüleri gösterdiği mucize ile iman ettirmiştir. Kardeşi Harun da peygamberdir ve yanındadır. Allah’ın daveti üzerine Tur’a gidiyor 40 gün süreliğine ve döndüğünde kendisine inananları Semura’nın yaptığı buzağıya tapar görüyor. Hatta, Harun’un yakasına yapışıyor bu sebeple. Dolayısıyla insanoğlu sapmaya mütemayildir. Dinler, kurulu düzenin gaflet ve dalalete sapmış insanlarını doğru yola iletmek için vardır. Ahlak, adalet, hakkaniyet, eşitlik ve hürriyet gibi değerlerden sapmalar olabilir. Birazdan kısmen ahlâka değineceğim. Yani dinler, doğası gereği muhaliftir, sivildir ve kurulu düzeni sarsıcı etki yaratır.

Tarihin motoru, statükoyu savunanlar ile statükodaki adaletsizliklere karşı çıkanlar arasındaki mücadeledir

Aslında tarihteki mücadele küfürle inananlar arasında değil, Ali Şeriati’nin belirttiği gibi iki din anlayışı üzerinden gerçekleşmiştir. İsa’nın mücadelesi de örneğin, kurulu düzenin ayrıcalıklı Yahudi din adamlarıyla asli dinin evrensel mesajı arasında gerçekleşmiştir. Zaten İsa’nın getirdiği vahyi bağlamından koparan ve Pavlusçu bir Hristiyanlığa bürünmesini sağlayan da Yahudilerdir. Birisi isyan dinidir; peygamberler geldikleri toplumun siyasi, sosyal, ekonomik düzenine karşı bir duruş sergilemişler, isyan ahlâkı takınmışlardır ve ilkelilerdir. Bunla mücadele edenler ise, düzenin maslahatını savunanlardır ve ikinci bir din anlayışına tutunurlar, isyanı bastırmakla görevli din anlayışına. Al-i İmran Suresi’nde şöyle buyurulur; “Ey iman edenler, sabredin, sebat edin, karşı durun.”

Marks’a göre tarihin motoru sınıflar arası çatışmadır. Bence bu çok önemli olmakla birlikte ikincildir. Aslında tarihin motoru isyan dini ile isyanı bastırmakla görevli din anlayışı arasındaki çatışmadır. Maslahat, örf ya da gelenek hatırına yahut çıkar, güç hesabıyla statükoyu savunanlar ile statükodaki adaletsizliklere ve eşitsizliklere karşı çıkanlar arasındaki mücadeledir bu. Türkiye’de son otuz-kırk yıllık mücadeleyi de kısmen adaletsizliğe karşı çıkış düzleminde değerlendirmek mümkün. Bana, Kuran’ın Allah’a itaati emrettiğini söyleyerek karşı çıkanlar oldu. Ancak bu karşı çıkışların sebebi, Kuran’ın mesajını peygamber döneminde dondurarak ve sabitleyerek okumamızdan kaynaklanıyor. Halbuki Allah, “Biz her an yaratmaktayız” buyurur, yani cevherde her an hareket vardır. Topçu’nun “Harekette mühlet ölümdür” sözü de aynı minvaldedir.

Salih amel sahih imana, sahih iman ise sahih bilgiye dayanmalıdır

Muhalefet, zihinsel ve felsefi anlamda inandıklarımızın dahi doğru olup olmadığını eleştirmekle, nefis tezkiyesiyle ilintilidir. İnsanın kendini sorguya tabi tutması varoluşsal bir meseledir, yokluğu ölüm gibidir. Aynı şekilde toplumsal anlamda yerleşen alışkanlıklar, birikimler öyle bir statik durum yaratmaktadır ki sürekli sorgulanarak gözden geçirilmesi gerekir. Toplumsal uygulamalarda değerlerin yansıtılması açısından sıkıntılar varsa, sahih imanın hiçbir anlamı olmaz. Salih amel sahih imana, sahih iman ise sahih bilgiye dayanmalıdır. Sahih bilgiye ulaşacak ontolojik ve epistomolojik anlamda bir düşünüş tarzı olmazsa inancımızın sahihliğini ortaya koyamayız. Eğer akıl Allah’ın muradını anlayabilecek yetiye sahipse aklın vahiyle çelişmemesi gerekir ki sorgulayınca çelişmediğini görürüz.

Ahlâka nasıl yaklaştığımız İslam’ın muhalifliğine nasıl yaklaştığımızla ilintilidir. Ahlâk, ethicos değildir, kurumsallaşmamıştır, donmamıştır. İnşacı, icatçı ve araçsallaştırmış etik ile ‘hulk’(yaratılış)tan yola çıkarak fıtrata uygun hareket eden, özsel olgu olarak ahlâk ayrımı yapmak önemlidir. Ahlâk, özde bulunan cevherdir. Yaratılışın ereği gereği davranmaktır. Eğer ahlâkı etik anlamında algılarsak tarihselciliğin, naturalizmin, benlikçiliğin ve sosyolojizmin -Şeriati’nin dört zindanı- ile yüzleşmek zorunda kalırız. Ahlâkın cari olup bir nehir gibi akmasına çeşitli nedenlerle karşı çıkanlara karşı din doğası gereği isyan edecektir.

İktidar, adaletle hükmetmezse devreye din girecektir

Muhalefet kelimesi, halefe’den gelir. Halife kelimesi de aynı kökten gelir, ardıl, sonradan gelen anlamına gelir. Gerçi, İslam tarihinde -özellikle Emevi, Abbasi dönemlerinde- halifeler kendilerini peygamberden sonra gelen değil, biraz da Batı Avrupa’daki Papalık güçlerinin etkisiyle Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ilan etmişlerdir. İktidar, Allah’ın yeryüzünde tecessüm etmiş hali olarak algılandığında buna karşı muhalefet etmek kimin haddinedir. Eğer Allah’ın yeryüzündeki gölgesine muhalefet ederseniz çarpılırsınız. Aslında muhalefetsizliğimizin böyle felsefi temelleri var.

Muhalif olmak, var olandan farklı durmaktır. Var olanı yıkmaya yönelik olarak anlam kısıtlamasına uğratılamaz, olumsuzlanamaz; farklı bir yerden bakmaktır, dini donuklaştırmamaktır. Bir bakıma, Allah’ın muradının ne olduğunun farklı yansımalarına odaklanarak dinin iktidarla özdeş kılınmasına karşı çıkmaktır. Herşeyin bir ereği, amacı vardır. Felsefede teleoloji olarak tanımlanır. Savaşın ereği cesarettir, insanlığın ereği mutlu olmaktır, erdeme ulaşmaktır. İktidarlar her daim olacaktır, iktidarın ereği de insanların sulh ve saadetlerini temin etmek, aralarında adaletle hükmetmektir. İktidar bu ereğe uygun davranmadığında devreye din girecektir. Bu anlamda iktidarla dini birleştirmek, özdeş kılmak tehlikelidir.

İslam’da itaat, Allah’ın emirlerine uygun davranıldığı sürece geçerlidir

İktidarla din arasındaki sorunlu alana temas etmek istiyorum. İslam’da itaat, Allah’ın emirlerine uygun davranıldığı sürece geçerlidir. Bütün müseffirler aşağı yukarı böyle söylerler. Nizamülmülk’ün yazılarında da geçen bir hadisten bahsedilir; “Mülk (iktidar) küfür ile ayakta durur, zulüm ile ayakta durmaz.” Kuran’ın adaletle ilgili ayetlerine baktığımızda adaletle hükmetmekten bahseder. Hikmet kelimesinin bir anlamı da hükümle, hükmetmekle ilgilidir. Kuran, hükmedildiği zaman adaletle hükmetmeyi peygamberlere ve yöneticilere emreder.

Fakat tarihsel süreç içerisinde gerek Arap-İslam imparatorlukları gerekse Türk-İslam imparatorlukları dönemlerinde Emevilerden başlayarak kamu düzeni adına kargaşaya, kaosa, çatışmaya mahal vermemek bahanesiyle iktidarlar meşrulaştırılmıştır. Kurandaki ayetler üzerinden bu yapılamadığından hadis uydurularak meşruiyet sağlanmaya çalışılmıştır. Nizamülmülk’ün Siyasetname’sinde, Maverdi’nin Ahkam-üs Sultaniyye’sinde, Gazali’nin Yöneticilere Altın Öğütler’inde böyle bir yaklaşım görülmektedir. Peygamberin şöyle bir şey söylediğini düşünebilir miyiz? “Ahir zamanda şöyle bir topluluk çıkacaktır, bunlar rafızilerdir, bunlar batınilerdir vesaire vesaire. Bunları nerde görürseniz kellesini vurun.” Bunun o kadar çok örneği var ki.

Muhalefetsizliğimizin sebebi her türlü muhalif söylemi fitne kapsamında değerlendirmemizdir

Meşruiyet kavramı, şeriattan, şeriata uygunluktan kaynaklanır. İlginçtir, tarihte hak, adalet ve zulmün ortadan kaldırılması adına ortaya çıkan meşru muhalefetler, fitne, şer, şeytanilikle özdeşleştirilerek toplumdan ve siyasetten izole edilmeye çalışılmıştır. Ve bütün bu uygulamalar bir ayetle meşrulaştırılmaktadır; “Fitne, insan öldürmekten beterdir.” Muhalefetsizliğimizin en önemli temellerinden biri her türlü muhalif söylemi bu kapsamda değerlendirip mahkûm etme hastalığıdır. Bu sorun üzerine eğilen Mısırlı Nevin Abdulhalık Mustafa’nın İslam Düşüncesinde Muhalefet isimli bir eseri vardır. Türkçede bu konuda yazılmış çok fazla eser bulunmuyor maalesef. Ben inşallah muhalefetsizliğimizin tarihine dair birşeyler yazmayı düşünüyorum.

Gelenekte “ya devlet başadır, ya kuzgun leşedir, devlet uludur, babadır, kutsaldır, devletin bastığı yerde ot bitmez” anlayışı vardır. Bunların hepsi Maverdi, Nizamülmülk, Gazali eserlerinde görülebilir. Öyle ki, din temelli meşrulaştırmaya girişilerek kurulu düzenin devamı açısından istihbarat faaliyeti bile toplumsallaştırılmaya çalışılmıştır. Siyasetname’nin ikinci bölümünün neredeyse tamamında bu minvalde öngörüler vardır; postacı, tüccar, din alimi kılığında halkın içine karışılarak edinilen bilgilerin sultana aktarılması uydurma hadislerle meşruiyet sağlanmaya çalışılarak tavsiye edilir. O dönemde Abbasi Halifesi vardır ama Selçuklu Sultanı’nın elinde kukladır. Bir tarafta Güveyhoğulları vardır, bir tarafta Fatımilerin hilafeti vardır. Sekizyüzlerde yaşamış Maverdi’nin eserlerinde de, mevzubahis eserlerde de adaletsizliklere İslam adına karşı durabilecek muhalif damarın kamu otoritesi adına ezilmeye çalışıldığını görüyoruz.

Caferi Bin Sadık ve Ebu Hanife’nin yaklaşımları

Bunu söyleyince Şiilik’le suçlanabilirim ama Caferi Bin Sadık’ta bahsettiğim çerçevede olumlu bir damarı fark ederiz. Ancak Şiilikte de ondan sonra gelen dönemde muhalefeti ortadan kaldıran bir gelenek oluşmuştur, bunu da vurgulamalıyım. Ebu Hanife’nin hocası olan Caferi Bin Sadık’ın ölüm tarihi 765’tir. Bir nevi baba oğul ilişkisi içinde olduğu Ebu Hanife’nin ölüm tarihi ise 768’dir. Türkiye müslümanları yoğunlukla Hanefi mezhebinden olduğunu ifade eder ama bana göre bu Hanefistliktir, Ebu Hanife’yle uzaktan yakından alakası yoktur. Emeviler döneminde asla kadılık gibi makamları kabul etmediği gibi zulme karşı durmuş, zulme karşı başkaldırı hareketlerini maddi, manevi desteklemiştir. Abbasiler döneminde de bu tavrını devam ettirmiştir. İmam Cafer’in silahlı ayaklanmaya karşı çıkmakla birlikte, Allah’ın yasalarına aykırı uygulamalara sivil itaatsizliği öğütleyen bir duruşu vardır. Abbasiler, İmam Cafer’in takipçilerini uzun süre çok sıkı kontrol altında tutmuşlardır.

Caferilik’te imamette verasetin vurgulanması bir yana, Sünnillikte de halifelik soya dayandırılmıştır. İmam ya da halife olmak için şartlar sıralanır, bunlardan biri Halife’nin Kureyş’ten olması gerektiğine dair ilkedir. Bu geleneği pekiştiren ana kaynaklar aynı izleği paylaşırlar. İbni Haldun, İbni Rüşt ve Farabi müstesna. Bunu da Emevi ve Abbasilerin kendi soylarını imtiyaz sahibi kılmak için öne sürdükleri uydurma bir hadise dayandırmaktadırlar. Bu savunu, Allah’ın ortaya koyduğu ilkeyle çelişmektedir; eğer bir topluluk, kavim Allah’ın muradını yerine getirmezse başka bir topluluğu, kavmi onun yerine getiririz diye buyurur Allah. O nedenle Osmanlı Sultanlarının da Seyyid olduğu ve Kureyş kökenli olduklarına dair uydurma birçok tarihsel veri görmekteyiz.

Saray ulemasına karşı Ebu Hanife gibi mütefekkirler

Aslında gelenekte gördüğümüz anlayış şudur; din temeldir ve dinin korunması için bir bekçiye yani devlete ihtiyaç vardır. Güçlü bir devlet anlayışı ve İslam kültüründe devletin merkezi konumu buradan neşet eder. Türk-İslam imparatorluğu geleneğinde bu ilke sıklıkla vurgulanır. Bir de şaşırtıcı olmayan birşey var; Gramsci’den mülhem organik aydın tabiri vardır. Ben aydınla mütefekkir arasında ayrım yapma taraftarıyım. Aydın kurulu düzeni meşrulaştırma görevinde bulunandır, mütefekkir ise kurulu düzeni değerler adına sürekli kritik edendir. Günümüze kadar gelen organik aydın geleneğimiz hep saray dalkavuğu olarak tecessüm etmiştir, saray uleması olmayı reddeden Ebu Hanife gibiler Atina’daki Sokrat gibi tasfiye edilmişler, süründürülmüşlerdir.

Mevzubahis aydın tipi, dün birşeye olumlu bakarken bugün bir anda öyle gerektirdiği için olumsuz bakabilir. Mütefekkir ise değerler adına toplumda mündemiç olan amacı yani dinin özünü savunan, hesap kitap yapmayan, eğip bükmeyen, saraya ve iktidara teslim olmayandır. Dinin özünün gözetilmeyip muhafazakarlaştırılması kabul edilemez. Günümüzde ise, güce susamışlık ve sınıfsal açlığa karşılık gelen iktidar partisini görmekteyiz. Muhafazakârlığın 150-200 yıllık bir tarihi var. Ben bir Müslümanın muhafazakâr olabilme ihtimalini düşünemiyorum. Bugünkü muhafazarlık aslında kapitalist hegemonyanın kazanımlarının muhafazası anlamına gelir. Dini, muhafazarlık ve moderniten ötede bir hareket ve oluş olarak ele alırsak “harekette mühlet felakettir” diyen Topçu’nun uyardığı şeye teslim olmayız diye düşünüyorum.

-o-

Soru ve Cevaplar

İslamcılar 2002-06 arası hükümete karşı muhalif pozisyon aldı, ancak sonra bir yumuşama oldu. Dün çeşitli vesilelerle dostluk kurulan, beraber dergi çıkartılan kişiler makam-mevki sahibi olunca İslamcılar da değişti, sanki muhalefetten vazgeçti. Buna dair ne dersiniz?

AKP’nin iktidara gelmesi 28 Şubat’ta yaşananlardan sonra önemli bir gelişmeydi. Ancak, muktedir olmaya başladıktan, yani 2007’den sonra var olan siyasi paradigmayı da sorgulamaya başlayan bir yaklaşım göremedik. Bir mevkiye müslüman kimlikli birinin gelişinin önemi ancak bir yerden sonra verili paradigmayı sorgulamasıyla anlam kazanır. “İşler oradan göründüğü gibi değil” söylemleriyle bürokratik kale bu kez İslamcılar tarafından tahkim edilmeye başlandı. Yönetici mevkiinde olanların çevrelerinde hem dost olup hem de onların yanlışlarını düzeltebilecek insanlar yok. Ben 17 Aralık’tan sonra masaya yatırılan hükümet-cemaat ittifakını eleştirmeye çalıştıkça fitne çıkarmakla, komploculukla suçlandım. Hâlbuki 28 Şubat’ın meşruiyetini sağlayan bir de dinci kanat vardı ve buna hiç dokunulmamıştı. Ben son dönemde meydana çıkan bu gelişmelerin her ne kadar şer gibi görünse de İslamcılık’ın silkinip kendine gelmesi açısından hayırlı olduğunu düşünüyorum.

Emevi döneminde iktidarı meşrulaştırıcı, Muaviye döneminde özellikle Muaviye’yi kutsayıcı hadislerin uydurulduğunu biliyoruz. Bugün kapitalist düzenin de müslüman toplumlarda yeniden üretimi için hadis kaynaklarının göreve koşulmasından bahsedebilir miyiz?

İslam iktisadı söz konusu olunca sadece iki yol beliriyor gibi bir algı oluşuyor; kapitalizm ya da sosyalizm. Wallerstein’ın incelemesi bize Osmanlı’nın 19. yüzyıl ve öncesinde kapitalist sisteme eklemlenmek için ciddi adımlar attığını gösteriyor. Özellikle 19. yüzyıldan sonra İslam sanki kapitalist sisteme uygunmuş gibi bir algı oluşturulmaya başladı. Bunun bizdeki doruk noktası 80’lerden sonra topluma aşılanan Kalvinist müslümanlıktır. Batıda protestan ahlakıyla ilişkilenen çok çalışma anlayışının özendirilmesi, bir yerden sonra kamusal olanın profanlaştırılması ve özel alandan ayrılması, Türkiyeli müslümanlar üzerinde son dönemlerde epey yaygınlaşmıştır. Aslında kapitalizm de din kökenli bir akımdır ve kaynağını Weber’in belirttiği gibi Protestan ahlâkından alır. Bugünkü iktidarın müslümanlar üzerindeki etkisini de sınıfsal açlığımızın bulduğu imkanları değerlendirmesi olarak görüyorum. Nasıl ki gelenekte erkeği kadın karşısında kayıran bakış açıları hurafelerle meşrulaştırılmışsa bugün de kapitalist tezler için benzer çabaları görebiliyoruz. Abdurrahman ibni Avf gibi kişilikler üzerinden ticaret değil, finans ve mal biriktirmek meşru kılınmaya çalışılıyor. Halbuki peygamberden sonra sahabeler arasında da savaşlar çıkmıştır, bu nedenle sahabelerden verilen örnekleri de aynı düzlemde kritik edebilmeliyiz. Aynı şekilde o dönemdeki kabilecilik-hemşericilik anlayışının bugün de cari olduğunu görüyoruz.

İktidarla toplumsal bir ilişki kurarken iktidarla özdeşleşmemeyi nasıl sağlayabiliriz, o sınırı nereden kurmak gerekir?

İnsan toplumsal ilişkiler içerisinde yaşar, bunun düzenlenmesi için siyasete ihtiyaç vardır, siyaseti reddetmiyoruz. Ancak iktidarın yanlış kullanımına yönelik sivil bir duruşun gerçekleştiriliyor olması gerekir. Anadolu, Osmanlı’da da varit olan din anlayışından da görüldüğü üzere Bizantinist bir yaklaşımın, yani dini, uhdesine alma eğiliminin egemen olduğu bir coğrafyadır. Bu sayede meşru muhalefetin en önemli dayanağı olması gereken dini, toplumsal zeminden çekip alma çabasına girişilir. Türkiye’de gerçek anlamda bir sivillik kesintili ve kısmi süreçler dışında hiçbir zaman tam olarak yerleşmemiştir. Siyasetin içerisinden, iktidar üzerinden kurulan dilin vizyoner olması mümkün değildir.

1 Response

  1. 25 Ocak 2014

    […] Devamı için Emek ve Adalet […]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir