İsmail Saymaz: “İşkence Kalktı, Yerine Gizli Tanık ve Dijital Delil Geldi”

Gazeteci İsmail Saymaz ile 10 Nisan 2014 tarihli Perşembe söyleşimizde “Sözde Terörist” kitabını ve hukukun hukuksuzluğunu konuştuk. Öyle davalar ve öyle örnekler var ki… Ergenekon gibi davaların kimi sanıklarının vicdanlarda yargılanmış olması bir yana, yargı trajediden komediye doğru giden bir seyirde ahlar almaya devam ediyor. Davaların siyasi meşruiyetinden çok, haksız yere bir canın kendine kıymasına ve hayatların mahvına yol açan hukuksuzluklar ilgilendiriyor bizleri.

20140410_193525

AKP İktidarıyla Polis Kurucu Unsur Haline Geldi

Terörle Mücadele Kanunu’nun 10. maddesiyle yetkilendirilmiş mahkemeler, ondan bir adım önce 2005-2012 arasında Özel Yetkili Mahkemeler, ondan hemen önce Devlet Güvenlik Mahkemeleri, ondan önce Devlet Güvenlik Mahkemeleri ile iç içe geçen Askeri Sıkıyönetim Mahkemeleri… Bu mahkemeler, devletin şahsiyetine karşı işlendiği kabul edilen suçların olağanüstü yargılamalarının yapıldığı mahkemelerdi.

2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldi. O dönemin çevre oylarını alarak merkeze yürüdü. Yaklaşık dört yılı rahat geçti. Çünkü bu dönemde aslında  egemenlerin korktuğu kişi Recep Tayyip Erdoğan değil Cem Uzan’dı. Onları siyaseten ürküten başka figürler vardı. Erdoğan böyle bir figür değildi. Zaten Erdoğan’ın da ürkütmek gibi bir derdi yoktu. Ne zamanki kendini yerleşik iktidarın temsilcisi olarak gören ordu yetkilileri Erdoğan’ın iktidar yürüyüşüne ilişkin olumsuz tepkilerini darbe girişimini andıran davranışlarıyla, yargıda AKP iktidarına set koyan tavırlarla belirtmeye başladılar, AKP bunun karşısında önlem alma gereği hissetti. Bilhassa da kapatma davasının ardından. Uluslararası konjonktür de buna müsaitti. Özellikle 2002 ve sonrasında Türkiye ordusu Irak’a girmeye mesafeliydi. Irak’a girmeye mesafeli duran bu ordu, iktidarla karşı karşıya gelmekteydi. Bu dönemde AKP’nin kendisine yönelik basınca karşı bir kamusal birikimi, tabanı yoktu. O tarihe kadar karakolda bekçisi, adliyede mübaşiri olmayan bir siyasi hareket olarak kendini göstermekteydi. Karşısında bulabildiği tek muhatap Gülen cemaatiydi.

Gülen cemaati öteden beri kamu içinde örgütlenen, bilhassa yargı aygıtı ve güvenlik bürokrasisinde kapıdan kovulsa bacadan giren bir yapıdadır. Orduda nispeten başarıya ulaşmıştır. Yargı içerisinde özel yetkili mahkemelerde örgütlenmeye başlamıştır. Bu sırada Adalet ve Kalkınma Partisi’nin önüne darbe planları, bugün sözde olduğu anlaşılan suikast planları konmuştur. Bu durum AKP’yi Gülen cemaati ile böylesi bir ittifaka götürmüştür. Gülen cemaatinin memur, bürokrasi ayağını ve AKP’nin seçmen oyu ayağını tamamladığı bu ittifak, bilhassa özel yetkili mahkemeler aracılığıyla Ergenekoncu iddia edilen yapının siyasal, kamusal alandan tasfiyesine ve bu alanların yeniden inşasına odaklandı. Bunun merkezi terörle mücadele, istihbarat şube, organize şube müdürlüğü oldu.

Polis bu yeni dönemin kurucu unsuru haline geldi. Eğer yüz elli yıl önce yaşasaydık insanlar bir gecede asılırlardı. Bu çağa yakışan hepsini terörist olarak ilan etmektir. Özel Yetkili Mahkemeler ve onun öncesindeki Devlet Güvenlik Mahkemesi pratiğinde silsile hakim – savcı ve polis merkezi şeklinde iken 2005 sonrasında bu silsile tersyüz edilerek öncelik polise verildi. Silsile, polis – savcı – adliye haline geldi. Polis merkezleri adliyenin yan unsuru, kolluk gücü iken bu yeni dönemde tam tersine adliye, polisin kolluğuna dönüştü. Kimin vatandaş ya da terörist olduğuna, hangi davranışın terör eylemi hangisin yurttaş eylemi olduğuna artık hepimizin bağlı olduğu yasalar değil anaysa değil polis fezlekeleri karar verir oldu.

Örgüt Üyesi Olmadan Örgüt Üyeliğinden Ceza Almak

Bu dönemde sadece üst kurumlarda değişiklik olmadı, aynı zamanda pek çok yasal değişiklikler yapıldı. Örneğin 2005 yılında Türk Ceza Kanunu değiştirildi. Değişen ceza kanununun ardından 2006 yılında Terörle Mücadele Kanunu’nda değişiklik yapıldı. Sonra Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu değiştirildi. Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılan değişiklik daha sonra bir Yargıtay kararıyla şuna dönüştü: Örgüt üyesi olmasanız da “örgüt adına” faaliyet gösterdiğinizde örgüt üyeliğinden ceza alma uygulaması başladı. 2006 yılında bir cenazeye katılan Felat Özer adlı Kürt bir genci, yargılandığı davada mahkeme bu suçu örgüte yardım şeklinde karara bağladı. Ancak Yargıtay “Hayır, bu suç örgüt üyeliği” diye bastırması sonucunda işte bu değişiklik gerçekleşti. Eskiden örgüte üye olmanın somut karşılıkları vardı. Bu kararla Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin uygulamış olduğu geçmiş prosedür allak bullak edilerek yeni bir içtihat yapılmış oldu. Bu şekilde her hangi birinin kolaylıkla örgüt üyeliğinden ceza almasının önü açıldı. Bunu birlik ve bütünlüğü sağlama güdüsüyle hareket eden Yargıtay yaptı.

İkinci değişiklik ise Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda yapıldı. Bu kanundan önce durum şöyleydi. Hatırlarsanız kapkaççı çocuklar terörü vardı. Hemen herkesin çantası canıyla beraber çalınabilirdi. Bugün artık yok. Bu efektle toplumun, bilhassa da kadınların sokaklarda gezemediği ve polisin derhal elinin güçlendirilmesi gerektiği mesajı verildi. Ardından terör olgusu sık sık hatırlatıldı. “Biz yakalıyoruz, yargı bırakıyor” mesajıyla bu, topluma kabul ettirildi. “Polisin eli serbest bırakılsın” söylemiyle Polis Vazife ve Salahiyetler Kanunu çıkarıldı. Polisin eskiden sadece ağır cezalık suçlarda kaçarken ateş etme hakkı varken artık herkesin arkasından ateş etme hakkı verilmiş oldu. Polise “durdurma” diye dünya tarihinde olmayan bir yetki verildi. Bu düzeneğe ek olarak 2006’da Türk Ceza Kanununa yeni unsurlar eklendi. Mesela gizli tanık müessesesi yasamıza girdi. İkincisi toplumun genelinin takip edilmesini sağlayan olanaklar artırılarak toplum gözetim altına alındı. Bu değişiklikler hep Avrupa’dan örnek gösterilerek getirildi. AKP ve Gülen cemaatinin otoritesinin önündeki tüm engelleri tasfiye etmek üzere kullanıldı. AKP iktidarının ve Gülen cemaatinin otoritesine itirazı mümkün olan ve aklından geçiren kim varsa bir biçimde terörist ilan edilerek kamusal ve siyasal alandan tasfiye edildiler. Tasfiye edilen unsurların bizim hazzetmediğimiz kişiler olup olmadığı vakası çok başka, bu tasfiyenin hukuksal cihazlarla yapılıyor olması çok başkadır. Asıl tartışmamız buradadır.

Amaç şuydu: AKP ve Cemaatin önündeki tüm engelleri kar makinesi gibi temizlemek, bu tasfiyelerle siyasal alanı bu iki grubun ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemek. Bu dönemde dört türde insanlar örgüt üyesi ilan edildi. Az önce söylediğimiz birinci formüldü. Artık eskiden olduğu gibi bilinçli olarak örgüte katılmanıza gerek yoktu. Sizin karar vermenize gerek yok zaten devlet sizin adınıza karar veriyor. Bu yüzden insanlar hangi örgüte üye olduklarını karakolda öğrenmeye başladılar. Bu birden çok yöntemle yapıldı. Önce ilan edilen düşmana göre davalar açıldı. Ergenekon bunlardan biridir. Ergenekon, Balyoz, Kafes davaları kamusal alanın darbeyle ilgili olduğu iddia edilen Atatürkçülerden ve bununla beraber Alevilerden temizlenmesi davalarıdır. Devrimci Karargah, Hopa, Gaye davaları sosyalist alanın düzenlenmesine dönük davalardır. Bunların altında birçok davacık vardır. Yine şike davası, Cüppeli Ahmet davasını sayabiliriz.

Gülen cemaati ve AKP’nin bir resmi Sünnilik tarifi vardır. O tarife uymayan İslami davalar vardır. Mesela Hizb-ut Tahrir davaları zinciri vardır. Mesela Hizb-ut Tahrir davaları merkezi İslam yorumunun dışında bir İslami yorum önerdiği için terörist ilan edilenlerin davalardır. Çok enteresandır, bu davalar sol örgüt davalarına benzer. Bunları keza Hizbullah örgütüyle bağlantılı olduğu iddia edilen dernek davaları izler. Adıyaman bölgesinde Malatya ve çevre bölgelerde açılan sistematik davalardır.

Bu davalar ile bu toplum dizayn edildi. Kimin gerçek Müslüman olup olmadığına, kimin hangi davranışla yurttaş olup olmadığına polis karar verdi. Bu birden çok yöntemle denendi. Eskiden devlet güvenlik mahkemesi pratiğinde şu vardı: Bir suç vardır, diyelim ki silahlı eylem ya da pankart taşıma. Bir de şüpheli vardır. Şüpheli suç arasındaki ilişki, döverek, işkence ile sağlanırdı. İşkence bir delil elde etme yöntemidir, keyfi yapılmaz. Eğer siz işkenceye direnir de ifade vermezseniz karakola çıkar mahkemede bırakılırsınız, geçmişin pratiği böyledir. Çok direnirseniz ölebilirsiniz de, böyle de bir ihtimal vardır, direnmezseniz delil elde edilmiş olur ve işkence biter.

İsmail Saymaz

İşkence Kalktı, “Gizli Tanık” Geldi

1999-2000 senelerinde karakol merkezli işkence yöntemi kalktı. 2000’den itibaren özellikle Avrupa Birliği ilişkileri ve o dönemlerde DSP Aydın Milletvekili Sema Pişkinsüt’ün Gaziosmanpaşa’da Küçükev Karakolunu basıp Filistin askısını çıkarıp meclise getirdiği andan itibaren karakol merkezli işkence yöntemi durduruldu. Ama noldu, AKP dönemiyle beraber sokağa indi yani kayıt dışı gözaltı dönemi başladı. Türkiye dünya kamuoyuna demokratik bir görüntü vermeye çalıştığı, delil elde etme yöntemi olarak işkence fiilen ortadan kalktığı için, bunun yerine gizli tanık ve sahte deliller uygulamaya kondu. Suçla şüpheliyi birleştiremediğiniz zaman gizle tanıkla birleştirirsiniz. Gizli tanık, bu davaların asıl unsurudur. Ergenekon davası bu bakımdan çok kritiktir. Ergenekon davasının 276 sanığı vardı 276 sanık sadece bir silahlı eylemden sorumlu tutulmuştur, Danıştay suikasti ve beraberindeki Cumhuriyet Gazetesi saldırısı. Bir silahlı eylemden ceza alanların sayısı 276’da 7’dir, diğerleri ise örgüt üyeliği ve benzeri suçlardan yargılanmıştır. Danıştay suikasti ve Cumhuriyet Gazetesi saldırısı Ergenekon’un tek eylemi oldu, başka bir eylemi daha yoktur. O silahlı eylemin Ergenekon’la olan ilişkisi ancak bir gizli tanıkla kurulabildi.

O gizli tanık kimdi? O gizli tanık da Danıştay saldırısını Alparslan Arslan’la beraber yapan ikinci kişiydi. Ankara’da bir davadan yargılanmışlar, Osman Yıldırım müebbet artı 20 yıl almıştı. Dava bittikten sonra birdenbire İstanbul’da Ergenekon soruşturmasını yürüten Zekeriya Öz bir grup savcıyla beraber Ankara’da cezaevine girip henüz gizli tanık yasası yürürlüğe girmeden 4 ay önce gizli tanık olarak ifadesini aldı. Temmuz 2008’de çıkacak olan yasanın daha uygulaması başlamadan Nisan 2008’de ifadesi alındı Osman Yıldırım’ın ve Osman Yıldırım Ergenekon adlı örgüt adına bu eylemi gerçekleştirdiğine dair ifade verdi, başkaca bir delil yoktu. Osman Yıldırım bu davada hem sanık hem tanık hem de gizli tanıktır, üçünün birden olunabildiği tek davadır. Komiklik şuradadır: Gizli tanığın dinlendiği sırada sanık yerinde yoktur. Böyle bir yargılama görüldü ve Osman Yıldırım kumarhanecidir, bir kere silahlı saldırı yapmayacak tıynette biridir, o bunu yapamaz çünkü zaten yakalandığında kumarhane işletmektedir. İçkiyle arası çok iyidir, eylem için para karşılığında ikna ettiklerinden birisi de baş çalışanıdır. Buna rağmen mahkemede Osmanlı düzenine döneceğiz diye sloganlar atan Atatürk’e de küfürler eden çok şaibeli bir kişidir. İkincisi, öz yeğenini fuhuşta pazarlamaktan ceza almıştır ve kız kardeşini öldürmüştür. Nasıl oluyorsa da bütün bu suçları işleyip dışarı çıkabilmiştir. Bu kişinin işlediği suçla Ergenekon örgütü birleştirilmek üzere gizli tanık yapılmıştır. Gizli tanık yapıldıktan sonra Cumhuriyet gazetesine atması için kendisine el bombası verildiğini iddia etmişti. Ataşehir’de bir evde Veli Küçük, Muzaffer Tekin ve Alparslan Arslan’ın bir araya gelip suç işlemeye karar verdiklerini söylemişti.

Bana söyleseniz ben de inanırım bu arada, ama vaka bir tanığın iddia etmesidir. Tanık bunu iddia etti ve daha sonra telefonlardan yapılan incelemede o gün orada olduğu iddia edilen herkesin aslında başka illerde oldukları ortaya çıktı. Daha sonra mahkeme sırasında bulunduğunu iddia ettiği evi aramaya çıktığında bulamadı. Daha sonra Osman Yıldırım’ın bir ifadesiyle Ergenekon bir örgüt ilan edildi. Osman Yıldırım ise bu suçların hepsinden beraat etti. Bomba atmamış kabul edildi. Danıştay Suikasti’ne hiç gitmemiş kabul edildi ve bu suçlardan beraat ettirildi. Gizli tanık böyle bir müessesedir. Gizli tanık size atfedilen suçun sizinle ilişkilendirilebilmesi için kullanılan çok basit bir cihazdır. Ergenekon’da 70 civarında gizli tanık vardır, bunlar arasında hakkında suçlamada bulunduğu bir kişi eski eşiyle evli bir adam vardır…

Daha ilginci şu var hepimiz adını biliriz, eski Erzincan başsavcısı İlhan Cihaner (CHP Denizli Milletvekili) Erzincan’da önce İsmailağa’yı sonra da Gülen Cemaati’ni soruşturdu. 2008-2009 yıllarında Gülen Cemaati’ni soruşturmaya başladığı sırada birden Erzincan merkezli Ergenekon davasının içinde buldu kendini. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir adliye basıldı ve bir başsavcı makamından alındı götürüldü, yanına bir tane alay komutanı ve üç tane istihbaratçı konularak bir örgüt oluşturuldu. Bu davada on tane tanık vardı, on tanesi de gizli tanıktı bu arada. Gizli tanıklardan biri İlhan Cihaner’e bağlı bir ilçenin savcısıydı. Bu savcının ismi de Bayram Bozkurt’tur. İlçesinde bütün esnaflara borcu vardır, örneğin kuyumcudan bilezik almış yarısını vermemiş. Ya da kaportacının parasını vermemiş ya da örneğin bir mahkumu serbest bırakmak karşılığında rüşvet almış ve bu yönde pazarlık yapmış bir kişiydi ve en son çalıştığı adliyenin çaycısına 86 lira çay tost parasını da ödemeyince ilçe esnafının canına tak etmiş ve kendisi hakkında şikayette bulunmuşlar. Bunun üzerine HSYK tarafından inceleme başlatıldı ve rüşvet verdiği anlaşılınca kendisi hakkında işlem yapıldı ve birdenbire gizli tanık oldu. Gizli tanık Efe adıyla ifadesi alındı. Gizli tanık Efe kendisinin takıldığı üniversite kafesinin sahibi olan arkadaşını da gizli tanık yaptı. Gizli tanık Efe’nin iddiasına göre Ergenekon tarafından küçüklükten yetiştirilmiş bir kişinin etkisiyle örgüte dahil edilmişti ve bulunduğu kafede subaylar Erzincan merkezli bir darbe planından bahsetmişlerdi. O sırada kendileri bağlama çalmaktaydılar, içki içmekteydiler ve içkinin etkisiyle ağızlarından darbe planını kaçırmışlardı…

Gizli tanık bu davalarda çok işlevselken bazı anlarda doğruyu da söylemiştir, o zaman sonuç farklı olmuştur. Örneğin Muğla’da Kürt bir genç, Şerzan Kurt polisin açtığı ateş sonucunda öldürülmüştü ve o davada bir gizli tanık vardı şunları söylemişti: “Ben balkonda oturuyordum, polis silahını doğrulttu, ateş etti ve öldürdü.” Görüntülerde de bu anlatım örtüşüyordu ve buna rağmen Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en enteresan kararı çıktı, kasten adam öldürme suçuyla 20 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanan polis memuru Türkiye ceza hukukunda olmayan bir yöntemle beraat ettirildi. Eski Türk Ceza kanununda 2005’ten önce faili belli olmayacak şekilde adam öldürme diye bir suç vardı. “Hep beraber dövdüler, kimin dövdüğü belli değil, öyleyse hepsine az ceza” şeklinde bir maddeydi bu. Bu madde yeni TCK’da yoktu, vuran herkese aynı ceza verilmesi gibi çok ileri bir karar alındı. Şu an yürürlükte olan bu. Mahkeme yargılama sonucunda şunu dedi: Eskiden böyle bir cezamız vardı, şimdi bu ceza yok ama bu ceza çok hakkaniyetli bir cezaydı bunu böyle uygulayamıyoruz, peki ne yapalım, önce kasten adam öldürmekten ceza verelim sonra bunu suça yardımdan indirelim. Yani eski cezayı bugüne nasıl formüle ederiz diye bir yöntem buldular. Gizli tanığı, “Hayır, sen yanlış hatırlıyorsun” diye bir kenara attılar ve adamı tahliye ettiler.

Cihan Kırmızıgül davasında da böyle bir yöntem uyguladılar. Galatasaray Üniversitesi öğrencisiydi ve iddiaya göre bir markete molotof kokteyli atmıştı. Üç yıl civarında tutuklu kaldı ve gizli tanığın ifadesiyle tutuklanmıştı. Gizli tanık üç yıl sonra bu genci görünce dedi ki “Hayır, molotofu atan bu değildi.” Mahkeme şunu dedi: “Sen yanlış hatırlıyorsun.” Mahkeme, üç yıl içerisinde Cihan Kırmızıgül’ün saçlarının ve sakallarının uzadığını, göbeğinin biraz büyüdüğünü ve tanığın aradan geçen süre sonrasında yanlış hatırladığını varsaydı. Cihan Kırmızıgül’e on yıl civarında hapis cezası verildi. Gizli tanık müessesesi böyle bir müessese, müstakbel teröristin suçla ilişkilendirilmesi için başvurulan en işlevsel cihazlardan biridir. Genellikle toplumun her türlü yüz kızartıcı suçlarına bulaşmış insanlarından devşirilir.

Sahte Dijital Delil İcat Ettiler

Bir ikincisi sahte delil icat etmektir. Bilgisayara e-mail göndermek son dönemde popüler. Ama bunun en hassas uygulandığı yer İzmir’de görülmekte olan askeri casusluk davasıdır: 350 civarında insan vardır ve önemli bir kısmı askerdir. Bir kısmı fuhuşla iştigal eden birkaç kadın, bir grup transseksüel, birkaç sivil var, bunların bir casusluk örgütü oldukları iddia edilmektedir. Örgüt nasıl bulunmuştur? Aslında 2010 yılında askerlerle cinsel ilişkide bulundukları iddia edilen birkaç kadın takip edilmiştir, sonra bu soruşturma büyütülmüş, hepsi bir örgüte sokulmuş ve en son bir operasyonla evlerde kimsenin bulunmadığı bir saatte bir harddisk bulunmuştur. Harddiskin içerisinde “pandora” diye bir klasör bulunmuştur. Pandora’nın içinden örgütün şeması çıkmıştır. Yani niye konuşturasınız ki? İnsanlar şemayı oraya koymuşlar mis gibi. Pandora örgütünün şemasına göre yapı şöyledir: Dokuz tane yöneticisi vardır bu örgütün, dokuz tanesinden altısı albay rütbesinde asker, bir tanesi CHP’li işadamı, iki tane de 19-20 yaşlarında genç kadın vardır ve bunların örgütün kurucuları oldukları iddia edilir. Bu örgütün 10 yıl önce kurulduğu iddia edilir, kadınlar 19 yaşındadır, örgütün lideridir bunlar ve bu kadınların tek zaafları askerlerle birlikte olmalarıdır.

Benzeri bir dava Değirmendere davası: Meşhur amirallere suikast davası, “Kendi Amirallerini Vuracaklardı” diye yapılan efektleri hatırlıyorsunuz. Dava, 2010 yılında İzmit Değirmendere’de subayların evlerinin basılmasıyla başladı. Subaylar evde yoktu. Dijital delillerin ortaya çıktığı saatlerde hiç kimse evde yoktur, bu hususa dikkat çekerim. Subayların evleri basıldı, evde arama şöyle gerçekleştirildi: Salona girdiler, o evde üç kişi kalıyordu, bir arkadaşları o gün misafir olarak gelmişti. O arkadaşları evlenmeye hazırlanıyordu ve nişanlısıyla eşya bakmaya gitmişti. Bu kişi eşyaları kanepenin üstüne bırakmıştı, bu eşyaların arasına ellerini soktular ve bir flash disk çıkardılar, sonra kanepenin minderinin altına elini soktular, bu kez bir kitap çıktı. Askerlerin kaldığı evde çıkan kitap Abdullah Öcalan’a aitti. Kitabı açtılar kitabın içinden de hayvan pornosu çıktı. Anlatılan şudur, bunlar hem darbeci, hem sapık hem de terörist, verilmek istenen mesaj budur.

Yetmedi, muazzam bir ganimete ulaşmışlardı. Harddiski açtılar, içinden örgüt üyeliğine delil gösterilen evraklar çıktı. O evraklarda iddiaya göre Doğu Perinçek’in cezaevinden bu askerlere gönderdiği bir emir vardı. Perinçek askerlere şunu diyordu: “Devrimci Karargah Örgütü’ndeki arkadaşlara sahip çıkın.” Düşünebiliyor musunuz? Ergenekon, askerler ve Devrimci Karargaha doğru giden bir durum var. Devrimci Karargahın ilk eylemi neydi? Birinci Ordu’ya havan bombası atmak. Peki, amirallere suikastı kim yapacaktı? Yarbay Ali Tatar. Tatar’ın isminin ortaya atıldığı andan itibaren, Vakit’te, Star’da, Yeni Şafak’ta, Zaman’da onun alevi olduğu, ailesinin bir kısmının PKK’lı olduğu, Dev Solcu olduğu, bir kısmının dağda olduğu yönünde haberler çıktı. Örgüt üyeliğinden suçlanması ve böylesi karalamalardan ötürü bu kadarını kaldıramadı ve kızına bir not bırakarak, bu bir onur intiharıdır diyerek kendisini öldürdü. Fakat bu arada evinde bu belgeler çıktığı iddia edilen askerleri tutukladılar. Bir yıl tutuklu kaldılar. Bir yıl sonra mahkeme, TÜBİTAK’A yollayıp bu flash disk kime ait, dediler. TÜBİTAK’tan gelen yanıt şöyleydi: Hiçbirine ait değildir. Üzerinde hiçbirinin parmak izi yoktur. O gün tahliye edildi bu adamlar dördü birden. Ama hala daha bu flash diskin kime ait olduğu bulunamadı. Yarbay Ali Tatar niye öldü, o da anlaşılamadı. O flash diski oraya koyarak öldüren kimdi, bilinemedi. Sonra bu dava kafes davasıyla birleşti, kafes davasında en son yargılanan 5 asker bir delille tahliye edildi. Tahliye edilme gerekçeleri neydi: Orada davaya delil oluşturan dijital belgelerin tahrif edilmiş olmaları ve son anda tahliyeler başladı. Anlaşılan o ki bu dijital belge ordudaki bir yapıyı tasfiye etmeye yönelik delil icat etme yöntemiydi.

20140410_210519

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir