‘İktidar İğvası’na Kapılmadan – Akif Emre

 

 

Akif Emre’nin İslamcıların, müslümanların iktidarla imtihanına dair eleştirel, özeleştirel yazıları sürüyor. Son on senenin getirdiği siyasal tecrübenin eleştirisi,  Emre’nin de alıntıladığı gibi “iktidar çürütür” teziyle yürütülüyor. Liberal eleştirinin içkinleşmesi ve siyasal taleplerden vazgeçilmesiyle paralel olan bu süreç, geniş resimde tüm hesabı iktidarın kötülüğüne keserken, faillerle gireceğimiz bir hesaplaşmanın da imkanını ortadan kaldırıyor. Yani iktidar eleştirisi bir “hesapsızlık” akidesi olarak iş görüyor.

Halbuki tüm bu liberal tezlerin ziyadesiyle istismar ettiği Foucault, iktidar meselesini tartışırken “iktidarın merkezsizliği” vurgusunu salt iktidardan kurtuluşumuzun olmadığı nihilist bir tablo çizmek için değil, bilakis iktidara karşı muhtemel mukavemet yüzeylerinin farkına varabilmemiz için de yapmıştı. Oysa ki bugün hakim olan liberal söylemde, iktidara atfedilen “kötü(cül)lük” post-yapısalcılıktan hiç nasibini almamış bir özcülüğe sırtını yaslamakta.

Akif Emre’nin yazısını önemli kılan da bizzatihi iktidarın çürütücü, yozlaştırıcı sonuçlarının yanısıra, ilkeler ve ideallerin hayata geçmesinde “bir tür” iktidarın önemine yaptığı vurgu. Emre’nin buradaki vurgusunu bir tür Stalinizm olarak algılama hatasına da düşmemeli. Zira Akif Emre burada iktidara bir takım araçsalcı fonksiyonlar yüklerken bunu oldukça sınırlı bir alanda ve düzlemde yapıyor. Bu da Türkiye’de sağ-muhafazakar muhayyilenin vazgeçilmezi olan ve nihayetinde aracının esiri olan araçsalcı pragmatizmden ayrı bir yerde.

Akif Emre’nin yazısını ne salt iktidarla ne de iktidar olmadan inşa edeceğimiz adil ve hür bir hayatın, dünyanın yolunda mütevazı bir adım olarak görmek mümkün. İlkelerden ve ideallerden vazgeçilmeden yapılacak her özeleştirinin, nihayette mücadeleye yapacağı katkıya olan inancımızla istifademize sunuyoruz:

 

 http://www.yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=33986&y=AkifEmre

11 Eylül 2012 Salı

 

‘İktidar iğvası’na kapılmadan

 

“İktidar çürütür.” Bu cümlenin tek başına mutlaklaştırılması iktidara tapınmak kadar çürütücü olabilir. İktidarın, gücün insan tabiatında var olan muhteşem zaaflara kapı açtığı muhakkak. Ama iktidar aygıtı olmadan da ilkelerin hayata geçirilmesi ne kadar mümkün? Eğer ütopyalardan bahsetmiyorsak, yeryüzündeki hak-batıl, ezen-ezilen, hayır-şer çelişkisi, daha doğrusu mücadelesi, biraz da iktidar üzerinden gerçekleşmiş değil midir?

İktidarın doğasında var olan çürütücü etki, gücün iğvası yok sayılarak da iktidarın doğası anlaşılamaz. Hem kaçınılası olduğu hem de gerekliliği üzerinde bu kadar buluşulan çok az kurum var insanlık tarihinde. Modern devlet aygıtının kuşatıcı, hayatın tüm alanlarına müdahale edici özelliğinin yansıması olarak siyasal iktidar ve bunu elinde bulunduran “iktidar erki” -iktidara gelme yöntemi seçim veya ne olursa olsun- muhtemelen hayatın detaylarına hiç bu kadar nüfuz edememişti. Modern iktidar ve güç, iktidar erkinin modern imkanların kanalize ettiği güç yanılsamasını derinden hissetmesini sağlıyor. Tarihteki “tek adam” figürüyle sınırlı ve iktidar hazzını birebir ilişkilerde hissettiren muktedir olma tutkusu çok daha kompleks girift ilişkilere gizlendi.

İktidarın ve gücün iğvasından bir Müslüman nasıl korunabilir? Bunun bireysel ölçekte nefs terbiyesinden, kulluk bilincine uzanan derin ahlaki ve metafizik boyutları var. İktidarın iğvası abartılırsa bizzat iktidarı istemeyi mümkün kılacak bir toplumsal zemin kalmayabilir. O halde iktidarı meşrulaştıran gücün mutlaklaştırılması değil bizzat ahlak ve adaletin mümkün kılınmasıdır. Bunu da iktidarı dönüştürecek temel ilkelerin tasarımı yetisine, “metne” sahip olanlar gerçekleştirebilir. İktidarlar da tüm meşruiyetlerini bu temel tasarımdan, hukuki ve ahlaki ilkelerden alır.

“İktidarı mutlaklaştırmayanlar” iktidar aygıtına temel ilkeleri gerçekleştirmek için katlanırlar. İktidar, siyasal gücü elde bulundurmak olduğu kadar ekonomik, kültürel, sosyal nüfuz alanlarını elde etmeyi de içerebilir. Geniş anlamda iktidar olgusundan bahsediyoruz.

Bir Müslüman için iktidar ne mutlak anlamda kirli ne de iktidara uzak durmak her zaman tek başına faziletli bir eylemdir. Bir Müslüman’ın güç ve iktidar sahibi olması adaleti ve temel ilkeleri gerçekleştirmek içindir. Bir Müslüman’ın Müslümanlığından dolayı tek başına iktidarda olması, gücü elinde tutması, konumunun meşruiyetini sağlaması için yeterli değildir. İnanmış biri, güç ve iktidar ilişkileri bağlamında, ancak temel tasarımı, ilkeleri, hukuk ve ahlakı sağlamaklığıyla faziletli olur. Aksi durumda Müslüman olduğu için iktidarı zaten hak ettiği, o ne yaparsa doğruyu yapacağı vehmine kapılması kaçınılmaz. Bu durum kendine ve dolayısıyla iktidara tapınmayı getirir.

Bağlayıcı temel metinler, ilkelerden bağımsız olarak Müslüman olduğu yahut belli sınıf, zümre, ideolojiyi savunduğu için kendisinin iktidarı hak ettiğini düşünmek, iktidarın iğvasına baştan teslim olmak demektir.

İlkeli duruş sahipleri açısından iktidar aygıtı ile sınav da tam bu noktada başlıyor. Eğer iktidar sahiplerini bağlayacak bir “ilkeler bütünü” yoksa iktidar mutlaklaştırılıyor, yani çürütücü etkisini göstermeye başlıyor demektir.

Türkiye’de iktidar-muhalefet ilişkileri de bu çerçeveden bağımsız ele alınamayacak bir süreçten geçiyor. “Sessiz yığınların sözcülüğü” gibi idealize edilmiş bir iktidar mücadelesinden sonra muktedir olma -iktidar, ilke, güç ve ahlak ilişkisi anlamında- sınavının neresindeler?

Bu soru henüz sorulmadı. Çünkü tek başına belli bir aidiyete sahip olmakla iktidarın hak edildiği, meşruiyetin sağlandığı inancı hakim. Tam da bu noktada iktidar taliplilerinin iktidar olmakla ilkeler arasında tercih yapmalarını gerektiren acıtıcı muhasebenin zamanı çoktan geldi. Belki de geç kalındı… Sadece siyasi iktidarda değil, sosyal ve kültürel alanlarda da önemli miktarda güç değişimi yaşanıyor ülkede. Bu güç değişiminin aktörleri; bir şeyleri temel metinler ışığında mı değiştirdiklerine, yoksa iktidarın dönüştürücü etkisiyle değişip değişmediklerine, çürümenin her geçen gün yeni uzuvlara yayılıp yayılmadığına bakmak durumundalar.

İktidarda sırf kendileri oldukları için kalmak düşüncesi; adaletin, merhametin, ahlakın önüne geçiyorsa iktidar gerçekten çürütücü doza ulaşmış demektir.

Ahlakı ve iktidarı en geniş anlamıyla düşünerek bir muhasebe yapıldığında temel ilkeler adına katlanılan bir misyon mu olduğu yoksa iktidar uğruna temel metinlerden vazgeçişin öyküsü mü olduğu sorusuna cevap verilmelidir? Sözgelimi sorumluluğu sadece iktidar erkine terk etmekle kalmayıp, artık bir güç olan kültür iktidarında, medya ortamında daha ilkeli davranmak zorunda değil miyiz? Siyasete indirgenmiş bir medya dili, ahlak ve ilkesel kriterlerden çok güç ilişkilerinin öne çıkarıldığı bir medya düzeni, evlerimize kadar nüfuz eden çürüyüşün habercisi değil midir? Modern iktidar ve onun ideolojik aygıtları nedeniyle tarihin en güçlü dönemini yaşıyoruz. Bunun bozucu etkisine karşı hem otokritik yapılmalı hem de bağımsız alanlar oluşturulmalıdır.

Bu açıdan yaşadığımız süreçte, İslamcılık, Müslümanlık, muhafazakarlık tartışmasından azade olarak politik ve sosyal, ekonomik ve kültürel alanda iktidar erkini elinde tutanlara sormamız gereken soru budur. Bu soruya olumlu cevap vermenin de çok zor olduğu ortada. Medya düzeninden iktidar oyunlarına, uluslararası stratejik hesaplardan basit kardeşlik ve dayanışma ilkesine değin hayatı kuşatan her alan için çetele tutmalı zamanı geçmeden…   http://www.yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=33986&y=AkifEmre

1 Response

  1. mehmet talha dedi ki:

    Aslında Akif Emre’nin “henüz sorulmadı” dediği soru epeydir soruluyor (98’de Mehmet Efe Ülke dergisindeki ve 2003’te İsmet Özel Milli Gazete’deki son yazılarında yüze vurmuştu) ama iktidarın (foucaultcu manada) süreğenliğine alet olanlar kendisine sormuyor. Emre’nin talebi de zaten bu. İktidar ağı elektromanyetik dalga gibi yayılmış ve aramızdaki hukuka nüfuz etmiş durumda. Bütün günlük ve ikili ilişkilerde kendini göstermesi bir yana, ağa yapışmış gibiyiz. İktidar/erk hep böyleydi ama biz derken bir farkı koymayı deniyoruz hâlâ. Böyle bir fark kaldı mı? Müslümanın bütün olayı, iktidar tahriklerine kapılmadan, ona rağmen, ona karşı mücadele etmesi değil miydi?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir