Mehmet Asutay: “Ontolojik Yapıya Geri Dönmemiz Lazım”

8 Responses

  1. zafer kafkas dedi ki:

    islam iktisadı ile ilgili olarak çalışma yapan arkadaşların Süleyman Karagülle’den faydalanmalarını tavsiye ederim. Sadece ülkemizde değil dünyada bu konu üzerine en donanımlı ve projesi olan kişidir. Kendisi İstanbul’dadır. Adil Ekonomik Düzeni araştırmadan ve bilmeden islam iktisadından bahsetmek abesle iştigaldir.

  2. Alperen Gençosmanoğlu dedi ki:

    Röportaj tek kelimeyle; harika. İslam ekonomisini hem tarihsel olarak hem teorik olarak hem de aktüel durumları üzerinden çok oturaklı bir şekilde tartışıyor, hocayla konuşanlar da çok iyi sorular sormuşlar, içinde bir çok referans ve üzerine düşünülecek soruları olan bir metin çıkmış ortaya

    Hocanın interdisiplinerliği de gerçekten etkileyici; antropolojik metinlere yaptığı vurgu ve verdiği önem de çok kıymetli diye düşünüyorum.

    Röportajda üzerine fikir üretmemiz gereken pek çok nokta olduğu ortada; ancak ben burada bunlardan bir tanesini anmak istiyorum.

    Hoca bir yerde devlet konusunda problemli olduğunu söylüyor ve açıkçası benim anladığım toplumda sosyal adaletin sağlanması bağlamında devletin değil, sivil toplumun önde olması gerektiğini söylüyor, bunun temsiliyeti de alimlerin sağlayabileceğini belirtiyor. Ancak bu fikrini anlatırken iki kez aynı şerhi düşmüş hoca ; bunu liberalizm adına söylemiyorum.

    Bu benim gördüğüm kadarıyla çok önemli bir tartışma; İslam ve Müslümanlık devletçi ya da devleti kutsayan bir dünya görüşü değil, tam aksine toplumcu(bu doğru kelime olmayabilir ama şu an emin olamadım) bir yaklaşım görüyoruz. İslam tarihinin en sık referans verilen olaylarından biri olan Hicret’te insanlar kendi rızalarıyla hayatlarının o evrelerine kadar olan bütün birikimlerini, hayatlarında ilk kez gördükleri insanlarla ortadan bölüştüler. Ancak tartışmanın bir de şöyle bir boyutu var; toplumun ve insanların bu reflekslerine nasıl güveneceksin yani devletin bir şeyleri kurallara bağlıyarak materyal olarak önüne koyması ve garanti etmesine karşı insanların vicdanına kalmış, her an kaybolma tehlikesine haiz bir denge… Bana geliyor ki insanın aklı böyle bir ihtimal üzerine gidiyor, hocanın bunu liberallikten söylemiyorum vurgusu da bu durumun bir göstergesi.

    İçinden nasıl çıkılabilir bu denklemin henüz çözülebilmiş değil sanırım; toplum refleksini somutlaştırmak için biraz da ulemaya referans bir tür çıkış kapısı olarak görülüyor gibi, Ali Bulaç’ın ve pek çok başka İslamcınında alimler yol göstericiliğinde ilerleyen adil bir toplum kurguları var oldu ama İran değiliz burada Ayetullahlar yok, bunu bugün burada nasıl sağlayacağız

    • alp dedi ki:

      Alperen gözümsün. Bence de burası çok önemli bir tartışma.

      Toplumcu dediğine cemaatçi desek tam doğru olmasa da en azından daha doğru olur gibime geliyor. Zaten aşağı yukarı toplum, cemaatin yeni türkçesi herhalde.

      Benim kıymet verdiğim Wright ve Burawoy gibi (eminim başkaları da vardır da benim denk geldiklerim onlar) sosyalist fikir adamları da Gramsci’ye referansla “kapitalizme alternatif bir sistem kurgularken, biz hep siyasal topluma hatta devlete odaklandık, ama bunca deneyimden ve başarısızlıktan sonra, alternatif örüntüler, ilişkiler, üretim biçimleri sivil toplumdan yeşermedikçe bu işten bir hayır gelmez” gibi bir şey diyorlar. Tabii ki yüzyıllık tartışma, bu tespitten hareketle marx haksızmış, proudhon haklıymış diyip indirmeye gerek yok, ama nüanslı arayışlara ihtiyaç olduğunu söylesek yeter. Naomi Klein’ın “the take” belgeseli de bu anlamda iyi bir örnek. Sözün özü, bugün ve burada derinliği ve kapsamı mütevazi olsa da kapitalizme alternatif nüveler içeren üretim ve bölüşüm ilişkileri örneklikleri kurmadan liberalizmin hegemonyasını kıramayız. Tek koşul değil ama bir koşul.

      Sosyalist literatüre bu referansı yapmamın sebebi bu sivil toplum vurgusunun bir tür ortak akla işaret ettiği. Herkesi kuşatan anlamda değil elbette. Ama farklı dünya görüşlerinden gelseler de kapitalizme alternatif arayışında olan bir takım insanlarda oluşan bir ortak akıl anlamında.

      Sen biraz geçiş toplumu ile islam toplumu ayrımını göz etmeden tartışmışsın, bu yüzden de hatlar biraz karışmış gibi geldi. İslam toplumu için misal Hayrettin Karaman gibi hocalar “bile” insanların belli bir düzeyin üzerinde yaşam standartlarına sahip olmaları devletin garantisindedir diyorlar. Ha ama bunun üzerinde, ilerisinde daha paylaşımcı ve cemaatçi çözümler insanların kendi irade ve çabalarına yani daha terminolojik ifadeyle sivil topluma bağlı, ya da bırakılmış durumda. Bu formülasyon bana “şimdilik” idare eder gibi geliyor. Ama insanlar, başta da örneklik oluşturması gereken inananlar nasıl tekamül edecekler, iman’dan ihsan’a nasıl ilerleyecekler, bu tabii ki yine de bir tartışma. Asutay hocanın, okuma grubunda daha yeni okuduğumuz “divergence between aspirations and realities of islamic economics” makalesi çok hoştu bu tekamül meselesini açmak bakımından. terminolojiye yabancı olanlar için iman’dan ihsan’a geçişin, müslüman için anlamı islam’ın onlarca veçhesinde kendisini geliştirmesi demek. bu gelişimin içtimai/sosyal alandaki karşılığı da kişinin diğer insanlarla kardeşleşmesi, kendisini diğerlerinde ayırt edişinin, bencillik edişinin azalması, paylaşımcılığının artması anlamına geliyor. sosyalistlerin kendi tartışmalarında “kültür devrimi”ne havale ettikleri dönüşümün, islam evrenindeki bir izdüşümü gibi düşünülebilir.

      Ulemaya referans tabii ki makul bir yol gibi görünebilir. Ama ben de ortada içtimai konularda yetkin, liberalizmin etkisine direnebilmiş ulema noktasında pek bolluk yaşamadığımızı düşündüğüm için bilemiyorum, güvenemiyorum. Bir de, diğer meselelerde belki bu kadar değil ama içtimai meselede, ulemanın, alimin fikrini değerlendirirken eliyle de ne ettiğini önemsemek ve değerlendirmeyi buradan yapmak gerekli gibime geliyor. Ama sanki zaten cemaat ile alim ilişkisi biraz da karşılıklı gibi, yani biz cemaati tabandan kurabilsek, o cemaat kendi alimini de üretir, yetiştirir, ya da var olan alimler o cemaatin etkisiyle dönüşür. O alim(ler) de kendi cemaati doğrudan cemaati dışında belki de toplumun geneline de seslenir, sesi-sözü dinlenir hale gelebilir. Bu işler her halükarda uzun vadede olacak işler.

      Lafı uzattım. Ama önemli mevzu. Sanırım ipin ucu bu. İnşallah azimle izler, hakkını verebiliriz.

  3. zafer kafkas dedi ki:

    Müslümanlara yol gösterecek olan Kuran’dır. Sadece Kuran’ı okuma ve anlama metodolojimizi değiştirmemiz ve önyargılardan arınmamız gerekmektedir. Bizim artık liberalizmde şöyledir, sosyalizmde bu daha doğrudur demek yerine kendi modelimizi ortaya koymamız ve dünyaya sunmamız gerekmektedir.

    Röportaj yapılan hocanın da gördüğüm kadarıyla katılım bankacılığı haricinde ortaya koyduğu islami bir ekonomik kurum yok. Bu bile yokkken kalkıp bütün bir sosyal ve ekonomik modelin düzenlenmesi ve değiştirilmesinden bahsedilebilmesi imkansız görünmektedir.

    İslamda faizsiz kredileşme nasıl gerçekleştirilir, istihdam sorunu nasıl çözülür, para nasıl çıkarılır, yatırımlar nasıl gerçekleştirilir vs. tarzı sorunlara artık somut projeler beklemek hakkımız olsa gerek. Yoksa Asutay Hocanın söylediklerini ilahiyat fakültelerindeki herkes konuşuyor.

    Toplayıcılık,avcılık,çobanlık,tarım,tüccar mübadelesi,işçilik dönemlerini yaşayan dünya artık yeni bir döneme geçmek zorundadır. Bu da ortaklık modelidir. Müslümanlar ister kabullenir ister kabullenmez önümüzdeki dönem ortaklık dönemdir. Bu dönemin mekanizmalarıda Adil Ekonomik Düzende mevcuttur. Hiçbir model ortaya koymadan batı zihniyetine ait tanımlamalarla ve bu tanımlamalara dayalı sözde islami kurumlarla sömürüden ve kölelikten(işçilik) kurtulmak imkansızdır.

    İslam gerçek liberalist sistemdir. Ama siz kalkıp liberalizmi hakim gücün anlamlandırması ile anlarsanız sorun teşkil eder. Ama liberalizmi siz tanımlarsanız ve bunun mekanizmalarını ortaya koyarsanız sorun olmaktan çıkar.

    Kısaca müslümanların aydınlardan beklediği birkaç renkli ve süslü kelime kullanarak bizi batının çarkına sokmaları değil , kavramları islami tarzda tanımlamaları ve somut kurumlarını ortaya koymalarıdır.

  4. Cüneyt - Bursa dedi ki:

    “İran değiliz burada Ayetullahlar yok, bunu bugün burada nasıl sağlayacağız”

    İran islâm toplumu oldu da bizim mi haberimiz yok??? İran bir dikta rejimi değil mi? İnsanlara zorbalık yapılan bir toplum değil mi? İslâm demek kimsenin dinine karışılmaması demektir. Barış düzeni demektir. Düzen baştan kurulur. Sosyal yardımlaşmalar ile değil. Sosyal yardımlaşmalar sadece mevcut zulmün üstünü örter, insanlar vicdanlarını Allah’ı kandırmak uğruna rahatlatırlar. Asıl görevden uzaklaştırır insanı.

    İslâm toplumunun temeli insanların birbirine zulmetmediği bir toplumdur. Zulümle-barış bir olmaz. Bunun da yolu ancak Peygamber efendimizin örneğini gösterdiği hakem kararlarına uyulan bucak sistemidir. Her toplum kendi iç dinamiklerini oluşturur ve insanlar hangisine iman ediyorlarsa orda yaşarlar. Böylece hak gizlenmiş olmaz ve münafıklık azalır.

    İslâm’ın amacı insanları zulümle münafık yapmak değil, zorlama yapmadan herkesin kendi dinini yaşamasına olanak vermektir. Hakikat ancak bu şeikilde tebeyyün eder.

  5. Cüneyt - Bursa dedi ki:

    Demokrasi halkın kendi kendisini yönetmesidir. Yunanca kelimedir ama Yunanlılar kelimeyi bu manâda kullanmamakta idiler. Demokrasi Batı’ya İslâmiyet’ten geçmedir. İslâmiyet’te kanun yoktur, içtihatlar vardır. Herkes kendi içtihadı ile hareket eder.
    Mesela bir kapıcı kendi içtihadı ile karar verir. Kimse başkasının içtihadı ile hareket etmek zorunda değildir. Kimse kimseye karşı sorumlu değildir. Kapıcı müdürün emrinde değil şeriatın emrindedir. Müdür ona yetkisi dışında emir veremez. Görevi yerine getirmediği için kendisi cezalandıramaz. Ancak hakemlere gidebilir.

    Kişi görevini yaparken isterse bir müçtehidini seçer ve ona danışır, ondan teminatlı fetva alır. Teminatlı fetva şu demektir. Eğer verilen fetva ile hareket ettiği için bir zarar doğarsa fetva verenin dayanışma ortaklığı öder. Yani fetvalar güvencelidir. Mezhepler birer fetva kuruluşlarıdır. Kişi yine de kendi içtihadı ile hareket eder. Zarar verirse hakemler kararı ile mahkûm olur ve zararı kendisi tazmin eder yani öder.

    Sözlerini yerine getirmeyen sorumlu olur. Kişi topluluğa katılmakta ve ayrılmakta serbesttir ama topluluğun üyesi veya ortağı iken o topluluğun yetkililerini dinleyecek ve kurallarına uyacaktır. Uymaz da zarar verirse oluşan zararı kendisi veya dayanışma ortaklığı tazmin eder.

    Demokrasinin iki temel ayağı vardır. Biri yerinden yönetimdir. Kişi kendi işini “kendisi” istediği gibi çözer. Sonra apartmanlarda yani “ocaklarda” işlerini kendileri çözerler. Sonra “bucaklarında” çalışmalarını istedikleri gibi yaparlar. İç güvenliği “iller” kendileri sağalar. Dış savunmayı “ülkeler” kendileri sağlarlar. İnsanlar “insanlık olarak birlikte uygarlığa doğru yol alırlar. Merkezi kuruluşlar taşraların iç işlerine karışmazlar. Merkezi karar ve kurallar taşrada geçerli olmaz. İnsanlar kuruluşlarını her zaman rahatlıkla değiştirebilirler.

    Demokrasinin ikinci ayağı ise hakemlere gitmedir. Hakemleri taraflar seçerler ve kararlara herkes tav’an veya kerhen uyarlar.

    Batı ekseriyet sistemi ile merkezi korumaktadır. Hakemler yerine hakimler sistemini çalıştırmaktadır. Batının demokrasi anlayışı uydurmadır. Dört yılda bir seçim olacak, o günkü sözde ekseriyet dört yıl sizi yönetecek! Bağımsız yargı aldatmacasıyla demokrasi olur mu?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir