Eşitlik: Eski Hikaye, Güncel Mesele

Emek ve Adalet Platformu olarak Cem Somel’in Temmuz 2020’de yayınlanan “sosyal eşitlik mücadelesinde çözüp aşmak gereken bazı sorunları tartışmaya arz ettiği” yazısını gelen katkılarla birlikte yeni ufuklar açması temennisiyle dosyalaştırdık.

Tartışmaya gelen katkıların tümüne bu linkten ulaşabilirsiniz.

Sevgili arkadaşımız Osman Özarslan tartışmaya eşitliğin nasıllığı üzerine getirdiği önemli kritik ve sorularla katkı sunuyor ve şimdiye bağlanıyor…


Cem Somel’in kaleme almış olduğu Eşitlik Davası Üzerine‘yi dikkatle okudum.

Ben, Cem Somel’in yazdıklarındaki öze tümüyle katılmakla birlikte, benim, Cem Somel’in ele alış biçimine, önerdiği araçlara ve kimi önkabullerine itirazlarım var.

Öncelikle, Cem Hoca’nın yazdığı yazı 1850’lerden 1970’lere bakiye kalmış olan paradigmanın içinden yazılmış. Bu paradigmanın belirleyici özelliği, komünizme gidilen yolda, sosyalizme uğranacağı, burada da bireysel değilse bile sınıfsal özgürlüğün ve ücretler/fırsatlar üzerinden de toplumsal eşitliğin oluşturulacağı;  her şeyin sınırsız olacağı komünizmin nimetlerinden sınırlı bir şekilde faydalanmayı bilecek yeni insanın ahlaki temellerinin atılacağının düşünülmesiydi. 1920-1970 döneminde, tek ülkede sosyalizm tartışmaları ve 3. Enternasyonal’in, kimi zaman sınıfın yerine ulusu, komünizmin inşasının yerine de anti-emperyalizmi ikame etmesinin ardından, sosyalizmin ardından gelecek olan komünizmin şafağını beklerken, sosyalizm ile kapitalizm arasında anti-emperyalizm, milli burjuvazi, halk cephesi gibi tuhaf, muğlak kavramlar (Türkiye’de de Milli Demokratik Devrim) yeni bir alacakaranlık kuşağı oluşturdular…

1960’larda pek çok bakımdan anlamlı ve olanaklı olan bu kavramlar, büyük oranda iki kutuplu dünya ve Sovyetler dış politikasına entegre olduklarından, gelinen noktada maalesef ıskartaya çıkmış durumda, ya da anti-emperyalizm gibi anlamlı olanlar içleri yeniden devrimci bir özle doldurulmayı bekliyor. Öte yandan, Sovyetler’in ve Doğu Bloku’nun büyük çözülmesiyle, yalnızca kavramların ve 1960’lı yıllar siyasi kurgusunun içi boşalmadı, dahası, ortaya çıkan tüketim çılgınlığı çoktan doyum noktasına ulaştı; dahası dünyanın büyük bir kısmında artık üretimi tartışırken nüfusu doyurmak üzerinden değil; eko-sistemi, dünyayı kurtarmak üzerinden konuşuyoruz; yani mesele artık üretim trendlerini arttırmak değil azaltmak. Dolayısıyla, belki tarihte ilk kez insanlığın gözü doydu ve uzunca bir süredir, ücret meselesi devrimden sonranın bir meselesi olarak tartışılmıyor. Ücretsiz olarak ulaşabildiklerimizi, özellikle kültür-sanat dünyasında tüketmenin bile imkanı yok şu anda.

O yüzden, 1900’lerde sınırsızlık üzerinden yapılan tartışma şimdi sınırlama üzerinden tartışılıyor, üretimi sınırla, hayvan popülasyonunun tüketimini sınırla hatta yasakla, doğal kaynakları koru sınırla vb. Bu tartışmaların tamamı zaten ortak insanlık çıkarı üzerinden yapılıyor olmakla birlikte her birinin bağlamı son derece farklı. Ben bu yüzden, bu hareketlerin hepsinde devrimci bir yön görmekle birlikte genel olarak komünalist hareketler olarak tarifliyorum; kimisi kadınları, kimisi doğayı, kimisi hayvanları, kimisi buzulları korumaya adanmış, hepsi birbirini koruyup kollayan simbiyotik binlerce çeşitlilikte ortak çıkar hareketi. Dolayısıyla, hayatın bizzat kendisi bence, ücret -emek üzerinden süren eşitlik kurgusunu sildi; eşitlik tartışması artık büyük harflerle başlayan kemmiyetler üzerinden sürüyor Hayvanlara, kadınlara, Kürtlere, Doğaya vb… Dolayısıyla eşitliğin arzulanma biçimi, görünüme gelişi ve talep edilişi temelde ücretler üzerinden değil, sanki belirli  kesimlerin birbirlerine karşı uyguladıkları dezavantajların bertaraf edilmesi üzerinden sürüyor; insanların hayvanlara, fabrikaların doğaya, erkeklerin kadınlara uyguladıkları gibi.

Benim ikinci itirazım da tam olarak bu noktada ortaya çıkıyor; Parti.

Büyük bir ihtimalle, 1950-2000’ler arasında keyifle kullanılan Lenin’in Nechayev’den yükselttiği parti modeli şu an itibariyle kullanışlı görünmüyor; muhtemelen, özellikle 1. Enternasyonal döneminde kullanılmış olan merkezde bir fikrin durduğu yan şubeler, yan başlıklara döndük ya da dönüyoruz. Yani güncel bir örnekle gidersek, bir işletim sistemi üzerinde işleyen ama aynı dille üretilmiş küçük küçük programlar ve bunların rizomik ağı.

Klasik parti modelini en azından bir süreliğine terk etmenin gereği yalnızca onun güncel olarak kullanışlı olmamasıyla ilgili değil; bundan öte, bu parti modeli belli bir iktisat, duygu ve paylaşım ekonomisini dayatıyor. Leninist parti modeli temelde -suskunluk ve ketumiyetin merkezde durduğu- çilecilik üzerinden ilerleyen, en çok çileyi çekenin daha fazla kurumsal ve sembolik sermayeye sahip olduğu, dolayısıyla partinin içinde ve dışında daha çok söz sahibi olduğu, dolayısıyla daha çok iktidar inşa edecek sermayeyi haiz olduğu bir ortam olmuş oluyor. Ki bilhassa Türkiye, ölüm oruçları ve cezaevi süreçlerinden sonra, bu duygular ekonomisinin devrimci hareketleri tümüyle ele geçirdiği ve bir bütün olarak hareketleri iflasa sürüklediği ülkelerin başında geliyor. İflas çünkü, devrimcilik karşılıksız bir meslektir ve yoldaşlarından ya da halktan karşılığını beklediğin her an, ömrünün karşılıksız bir çek olduğunu tecrübe edersin. Dolayısıyla, çile çekenin önce söz sahibi, akabinde de bizzat her şeyin sahibi olduğu bir siyasi organizasyonda, her şey dediğimiz şey de eninde sonunda yoldaşlar arasındaki ilişkilerden başka bir şey olmadığına göre, parti öncelikle iktidar mücadelesi ve bunun etrafında dönen resmi ideoloji, ritüeller ve yanlışları sümen altı edilmiş bir asr-ı saadet tarihine dönüşecektir. Hülasa, Sovyetler’de, Çin’de, eşitsizlik ya da tabakalaşmanın kaynağı, ücretlerden ziyade, parti kurgusunun yarattığı iktidar alanının, çile ile bir ayrıcalığa, ardından bu ayrıcalığın da teolojik bir kült şekline ve dokunulmaz tabu alanlarına dönüştürülmesidir.

Son olarak, eşitlik yazıda büyük oranda bir ahlak sorunu olarak ele alınıyor. Bu doğru olmakla birlikte, ahlak bireysel değil, kurumsal olarak oluşturulan, takip ve kontrol edilen, desteklenen bir şey gibi görünüyor. Yani en azından, Japonya, Kuzey Avrupa gibi ahlaki yapının güçlü olduğu ülkelere baktığımızda, bireysel ahlakın neredeyse mükemmel işleyen kurumsal yapının bir yansıması olduğunu görüyoruz.  

Dr. Osman Özarslan, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Kulubü marksizm atölyesinde (Foto: Mustafa Emin Büyükcoşkun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir